Skip to content

Rosa

“Ah sevgili, Tanrı şahidim olsun, başka hiçbir çift böyle bir görev üstlenmemiştir: Birbirlerinden birer insan yaratmak.”

Böyle yazmıştı Rosa Luxemburg mektuplarından birinde Leo Jogiches’e. Tarih, onları yan yana gördüğünde, gördüğünün sadece bir aşk olmadığını bilen çok az insana tanıklık etti; oysa asıl tanıklık onların birbirlerine olan tanıklıklarıydı.

Dünya tarihinde pek çok devrimciye layık görülen ölüm, tam 93 yıl önce o inanılmaz kadına göstermişti soğuk yüzünü. 1871’de Musevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Luxemburg, genç yaşlarında sosyalizmle tanışmıştı. O tarihin asrına armağan ettiği kavrama, özgürlüğe aşıktı.

15 Ocak 1919’da Karl Liebknecht’le birlikte kurdukları Almanya Komünist Partisi henüz amacına ulaşamadan yoldaşıyla birlikte tutuklandılar. Her ikisi de faşizmin kafalarına indirdiği darbelerle yaşamlarını yitirdiler; Rosa dipçik, Karl kurşunla. Katillerin peşine düşen Jogiches çok değil iki ay sonra öldürüldü.

Faşizmin onları yok etmek için en parlak yerlerine darbe indirmesi doğaldı. Onlar, tarihe müstehzi biçimde gülümseyen çocuklardı.

Rosa Luxemburg / Rede in Stuttgart 1907

Bugünü beni bırakın da Rosa’nın hapisteyken Liebknecht’in karısına yazdığı mektuba bir bakın!

“Ah, Sonitschka! Burada çok keskin bir acı yaşadım. Volta attığım avluya sık sık çuvallarla ya da çoğunluk kan lekeli üniformalar ve gömleklerle yüklü askeri arabalar gelir. Eşyalar buraya yığılır, hücrelere dağıtılır, sökükleri dikilir, arabalara yüklenir ve gerisingeri askere yollanır. Geçen gün, at yerine mandaların çektiği bir araba geldi. Bu hayvanları hiç bu kadar yakından görmemiştim. Bizim öküzlerden daha iri ve güçlüler, kafaları basık, boynuzlarının kıvrımı yayvan, kafatasları bizim koyunlarınkini andırıyor; mandalar iri, yumuşacık gözleri olan simsiyah hayvanlar. Romanya’dan savaş ganimeti olarak getirilmişler. Arabayı süren asker, bu vahşi hayvanları yakalamanın çok güç olduğunu, özgürlüğe alışık oldukları için yük hayvanı olarak işe koşmanınsa daha da güç olduğunu anlattı. ‘Altta kalanın canı çıksın’ sözünü hak edecek biçimde öldüresiye dövülüyorlarmış. Sadece Breslau’da sayılarının yüz civarında olduğu söyleniyor. Romanya’nın bereketli otlaklarına alışmış hayvanlar burada bir tutam sefil samanla besleniyor. Acımasızca her türlü yüke koşuluyor ve kısa zamanda telef oluyorlar.

Neyse, birkaç gün önce, çuvallarla yüklü bir araba hapishaneye geldi. Öylesine tepeleme yüklüydü ki mandalar arabayı giriş kapısının eşiğinden bir türlü geçiremediler. Zalim bir kişiliği olan görevli asker, kamçısının kalın yanıyla hayvanları öyle vahşice dövmeye başladı ki ustabaşı dayanamayıp şöyle seslendi: ‘Şu hayvanlara hiç merhametin yok mu?’ Asker, ‘Biz insanlara da kimsenin merhamet ettiği yok!’ diye cevap verdi pis bir kahkaha atarak, dönüp hayvanları daha da sert dövmeye devam etti. Sonunda hayvanlar çırpınıp arabayı eşikten atlattılar, ama birisi kanıyordu… Sonitschka, manda derisinin kalınlığı ve sağlamlığı özdeyişlere geçmiştir, düşün artık, derisi yarılmıştı. Yük boşaltılırken hayvanlar yorgunluktan bitkin, hiç kıpırdamadan duruyorlardı ve biri, kanayan, bütün bu süre içinde o kara suratında ve yumuşacık kara gözlerinde ağlayan bir çocuk ifadesiyle önüne bakıyordu. Bu gerçekten de tam olarak, şiddetli bir şekilde cezalandırılmış, üstelik nedenini, niçinini anlayamamış, zulüm ve işkenceden nasıl kaçacağını bilemeyen bir çocuğun ifadesiydi. Hayvan’ın karşısında duruyordum, bana baktı. Gözlerimden yaşlar boşalıyordu. Akıttığım yaşlar, onun gözyaşlarıydı.

İnsan, ancak canı kardeşinin kederi karşısında, benim bu sessiz ıstırap karşısında çaresizlik içinde titrediğim kadar acıyla titrer.

Romanya’nın özgür, bereketli, yemyeşil otlakları ne kadar uzak, nasıl sonsuza dek yitirilmiş. Ne kadar farklıydı güneşin ışıltısı, rüzgârın esişi; ne kadar farklıydı kuşların güzelim cıvıltıları, çobanların şarkılı çağrıları. Buradaysa; bu tuhaf, sevimsiz şehirde; boğucu bir ahırda, çürümüş samanla karışık küflü, kusturucu otlar, tuhaf, korkunç insanlar ve dayak, taze yaradan akan kan… Ah! Zavallı mandam! Benim zavallı canım kardeşim! İkimiz de burada öyle güçsüz, öyle hevessiz duruyoruz; ancak acıda, güçsüzlükte ve özlemde ortağız.”