Skip to content

Ville Parantezinde Ashe + Nash

Daha hava kararmadan, o bildik Hillbilly melodileri bar kapılarından dışarı taşmaya başlıyor...

Cuma sabahı erkenden yola çıktık. Direksiyonda Tülay, yanında kucak dolusu haritayla co-pilot bendeniz, arka koltukta köpeğimiz Gülüm ve fonda Ibrahim Maalouf’un trompeti… Nihai destinasyon Nashville olmakla beraber, önce bizim eyaletimizin batı ucundaki şehir olan ve epeyce methini duyduğumuz Asheville’de mola verdik. Charlotte-Asheville arası iki saati bulmuyor zaten… Ama Asheville dağlık bölgede olduğu için sıcaklık farkı, uzaklıkla orantılı değil. Charlotte’da genellikle 8-10 derecelere alışkın olan bizim gibi zemheri zürafalarına, oradaki eksi 4 ters geldi haliyle!

İnsanın yüzünü ustura gibi kesen ayaz ve buz tutmuş kaldırımlar nedeniyle sokaklarda yürümek imkansız olsa da, Asheville’in görebildiğimiz kadarını çok sevdik ve hemen baharda tekrar gelme kararı aldık. Bir kere böyle minnacık bir şehirden beklenmeyecek entelektüel bir ahalisi var. Şehir galeriler, sahaflar, şık butikler, şirin cafeler ve canlı müzik yapılan barlarla dolu. Genel olarak mimarisi pek hoş sayılmaz ama Amerika’nın mimari anlamda en büyük şaheserlerinden biri kabul edilen Biltmore Malikanesi’ni barındırıyor. Meşhur Vanderbilt ailesi, 20. yüzyıl başında bizim Dolmabahçe Sarayı büyüklüğündeki bu malikanede yaşamış. 1930’larda evlerini “halka açmaya” ve uçsuz bucaksız arazilerinde şarapçılık yapmaya karar vermişler. Şu anda “ev” Amerika’nın en çok turist çeken yerlerinden biri, gayet güzel şaraplar üretiyorlar ve tabii ki araziye bir de otel kondurulmuş. Restorandı, hediyelik eşya dükkanıydı, güvenlikti, otoparktı derken Biltmore’da çalışanların toplamı 1800’ü buluyormuş.

Biltmore etkisinden olsa gerek, gelip Asheville’e yerleşmiş pek çok yazar, ressam, müzisyen var. Yani durup dururken North Carolina dağlarında “arty-farty” bir yer çıkarmışlar ortaya… Kapısında “Bookstore+Wine bar” yazan, yerden tavana eski kitaplarla dolu, içeride insanların rahat koltuklara gömülüp şaraplarını veya şampanyalarını yudumladığı, sohbet ettiği, kitap okuduğu şahane bir yer bulduk. Hemen girip oturduk. Az sonra 60 yaşlarında ak sakallı bir amca geldi, elinde gitarıyla… Çalıp söylemeye başladı. Saatlerce oradan kalkmak istemedik.

Böyle entel ve münzevi yerlerde yabancıları zorlayan bir kibir olur, bilirsiniz. Burada o da yok. Belki güneyin havasından, belki küçük şehir olmasından, insanlar güleryüzlü ve pozitif. Genelde güzel sanatlarda isim yapmış bir üniversite mevcut (UNC Asheville). Onun sayesinde genç ve neşeli bir topluluk da var cafelerde, barlarda…

Ertesi sabah karlar altında eyalet sınırını aşıp Tennessee’ye girdik. Ne yalan söylemeli, Nashville bizi şaşırttı. “Music City” yakıştırmasına uygun sempatik bir yer beklerken, bildiğiniz, asık suratlı sanayi şehri çıktı karşımıza… Etrafında fabrikalar, yamuk yumuk silolar, endüstriyel biçimsizlikler, dökülen varoşlar… Merkezde, dünyanın her köşesinde son dönemin vazgeçilmezi olmuş, prototip cam-çelik karışımı gökdelenler… Kenti ikiye bölen ve aslında şahane imkanlar doğurabilecekken, feci kirletilmiş ve öylece boz bulanık bırakılmış nehir… Tüm bunların göbeğinde geniş, canlı, kıpır kıpır bir cadde. Adını tahmin etmek zor değil: Broadway!

İki yanında 1900’lerin başından kalma iki-üç katlı tuğla binalar sıralanan Broadway, yalnızca Nashville’in değil, tüm Amerika’da country müziğin kalbinin attığı cadde olmuş 1925’ten bugüne… Ülke krizde, müzik endüstrisi sıkıntılı ama Nashville bu rolünü oynamaya devam ediyor. Country müziğin en ünlü barları, en büyük konser salonları (Grand Ole Opry ve Ryman), vaktiyle piyasayı titretmiş plak şirketleri.. hepsi burada. Broadway’in iki adım ötesinde “Country Music Hall of Fame” var ki, gelmişken görmemek olmaz. Ama seyahatimizin en büyük darbesini burada yiyoruz; bütün bir öğleden sonrayı ayırdığımız Hall of Fame kapalı. 6 Şubat’a kadar tadilat varmış…

Mecburen ziyarete değer başka bir yer arıyoruz. Bir zamanlar Nashville’de yaşamış bir arkadaşa telefonla ulaştığımızda aldığımız cevap, “Aaa Gaylord Opryland Oteline gidin, ben de orada evlenmiştim” oluyor. “Yahu senin evlendiğin otelden bize ne? Düğünden sonra müze mi yaptılar?” derken, ısrar tonu yükseliyor. “Hadi bir şans verelim” diyoruz. Nasılsa 15 dakikalık yol…

İsmi insanı biraz uyuz etmekle beraber, Gaylord Opryland, “ac-cayip” bir otel hakikaten. Gemi gibi bir şey… 2880 odası varmış. Ama insanı büyüklüğüyle etkilemiyor. Tam tersine, o büyüklükten utanmış da kendini saklarmış gibi bir hali var. En müthiş yanı, otelin ortasındaki inanılmaz bahçe. Daha inanılmazı, bu bahçenin üstünün camla kapatılmış olması. Yani otelin içinde şıpır şıpır şelalelerin yanı sıra her türlü ağacı ve bitkiyi yaşatan yemyeşil bir serası var ve insanlar oturmuş, ağaçların arasında yemek yiyor, içki içiyor (biz de katıldık elbette).

Gece mecburi istikamet Broadway… Zaten daha hava kararmadan, o bildik Hillbilly melodileri bar kapılarından dışarı taşmaya başlıyor. Ayağında kovboy çizmesi, üzerinde oduncu gömleğiyle şehre inmiş, hayvani Dodge kamyonetini müsait bir yerde park ettikten sonra kendini biraya vuracak bar arayan iri kıyım oğlanlarla yükselen burcu onlara uygun, süslü püslü, ama hani nasıl desem, her tarafından basitlik akan sarışınlar sarıyor dört bir yanı… Bu kalabalığın içinde her tür insan bulmak mümkün de, zenci görmek imkansız. Cumartesini Pazara notalarla bağlayan bir bulvarda, otopark bekçisi veya “Brother…” diye başlayan cümlelerle dilenen evsiz birkaç gariban hariç siyahi vatandaşla karşılaşmamak ne kadar hazin! San Francisco ve Bay Area’da nüfusun üçte birine erişmiş Asya kökenliler ise, Nashville adında bir şehri henüz duymamış anlaşılan…

Pirüpak, bembeyaz Nashville ahalisini, adayları McCain ve Palin bile olsa, kayıtsız şartsız Cumhuriyetçilere oy veren, her lafa “Jesus”la giren, su yerine bira tüketen ve sıkı durun, yasağı delip barlarda sigara içen çiftçiler şeklinde tanımlamak, çok da yanlış olmaz. Tabii ki, silah alışverişine kısıtlama getiren yeni yasa tasarısına karşılar… Ve tabii ki, Obama yönetiminde “memleket kötüye gidiyor” onlara göre…

Başta insana eğlenceli gelen Broadway, saatler ilerledikçe tekdüzeleşen country şarkılarıyla soluyor, süratli bira tüketimiyle kirleniyor ve bir white trash cennetinden başka bir şey olmadığı ortaya çıkıyor. Akrep ile yelkovan 12’nin üzerinde buluşmadan, biz de herhangi bir belaya bulaşmadan “Amerikan türkü barları”na veda ediyoruz.

Zaten Gülüm’ün otelin bahçesinde çişe çıkarılması gerek…