Skip to content

Giderse Gitsin

Lakers, Dwight Howard'ın arkasından ağlamalı mı?

Los Angeles Lakers bir yıl önceki o dört takımlı, bol adamlı takasta, önemli oyuncularından sadece, yetenekli ama son bir yılda fazla soytarılık yapmış ve her yerde kalışında “gitti diz” tedirginliği hissettiren Andrew Bynum’ı verip, onun mevkisinde ligin en iyisi, sağlık konusunda daha az soru işareti barındıranı ve daha büyük soytarı olanı Dwight Howard’ı aldığında, kötü bir sezon geçireceklerine, Howard’ın Lakers’ı bırakıp başka bir takıma gideceğine ve dört takım arasında bir yıl sonra o takası memnuniyetle hatırlayanın yalnızca Orlando Magic olacağına1 ihtimal veren yoktu. Nash hücumları yönlendirecek, Triangle’a hapsolmuş Payton’ı saymazsak ilk defa böyle bir oyun kurucuyla oynama lüksüne sahip Kobe daha rahat atacak, ligin en iyi savunmacısı Howard savunmada yaşlı takımın arkasını toplayacak ve Gasol’le birlikte takımın pota altlarına hakim olmasını sağlayacak, biz de kendimizden geçecektik. Bu kadroya yakıştırılamayan Mike Brown yanına Orlando’dan getirdiği Steve Clifford’la birlikte takımın savunma zayıflıklarını basketbolun en büyük savunma yorganı Howard’la örtecek stratejileri belirleyip, hücumda rolleri gerektiği gibi dağıtıp temele de Nash-Howard, Kobe-Pau ikili oyunlarını koysa yeterdi. Bu kadronun sonunun 2003-04 sezonundakine benzemeyeceğine neredeyse emindim.

Benzemedi de zaten, çünkü o takım en azından finalde kaybetmişti! 2003-04 de çok büyük bir drama çorbasıydı ama kıyaslama yaparsak sezon boyu devam eden Kobe-Shaq kavgası ve sakatlıklara rağmen bu sezonun tamamındaki olumsuzluk/talihsizlik toplamının altında kalır. Daha sezonun ortasında, Kobe’nin aşil tendonundan ya da play-off’taki şaka gibi kadrodan bile önce Lakers o kadar çok şeyle karşılaşmıştı ki, “bu takımın problemi ne?” sorusuna kimse tek ve net bir yanıt veremezdi.2 1950’den beri NBA izlemiyorum belki ama şahsen böyle uğursuz bir sezon görmedim ve bir daha görebileceğimi de düşünmüyorum. Yazının yolundan sapmamak için kısaca geçiyorum: Mike Brown elinde ligin en iyi pick&roll oynayabilecek ikililerinden biri varken, kadroya hiç uymayan ve öğrenmesi zor Princeton hücumuyla oynamak gibi saçma bir inada girdi ve bunu ilk beş maçta dört yenilgi alıp kovularak ödedi. Jim Buss-Mitch Kupchak ikilisi Mike D’Antoni’yle bana göre teoride doğru bir karar verdiler ama Phil Jackson’ı işin içine sokup süreci felaket yöneterek D’Antoni daha maça çıkmadan kafasının üstüne Demokles’in kılıcını asmış oldular. Howard’ın sakatlığının sanıldığı kadar basit olmadığı ve tam iyileşmediği ortaya çıktı, sezonun tamamını %100’e ulaşamadan oynadı. Yine Howard kendi kafasında çok iyi bir alçak post oyuncusu olduğu düşüncesiyle yaşadığı ve aklı da Jackson’da kaldığı için D’Antoni yönetiminde kendini bir türlü bu işe adamadı. Nash daha sezonun başında sakatlandı, neredeyse iki ay sonra dönebildi ve bir türlü kendini bulamadı. Nash’in sakat olduğu dönemde yedeği Steve Blake de kasık sakatlığı geçirdi ve takımın oyun kurucuları birden Chris Duhon’la Darius Morris oldu. D’Antoni panik yaptı; en azından elinde oyun kurucu yokken kafasından farklı bir yol izleyip daha fazla post üzerinden oynaması gerekirken, Gasol’ü bench’e çekmek gibi tehlikeli ve faydasız bir işe girişti. Bu arada Gasol de iki farklı ve önemli sakatlık problemi yaşadı. Gayet iyi bir uzun yedeği olan Jordan Hill yine sakatlık yüzünden sezonu yarısında kapattı. Takımın sembolleşmiş patronu Jerry Buss öldü. Bunun verdiği sorumluluk ve Howard’ın kısmen daha sağlıklı olması takımın biraz olsun toparlanmasını sağlamışken Nash yine sakatlandı. İyi ya da kötü kadrodaki tek kısa forvet olan Ron Artest de sakatlandı. Buss’ın ölümünden sonra insanüstü performans gösteren Kobe son düzlükte play-off için 48’er dakika oynamaya başladıktan sonra vücudu iflas etti. Play-off’un ikinci maçında Lakers’ın ideal 1-2-3 rotasyonundan oynayabilecek durumda hiçbir oyuncu kalmamıştı. Böyle bir sezonda, San Antonio’dan LA’e dönüşte takım uçağının düşmemesi artı hanesine yazılabilir.

Böylesine berbat geçen bir sezona rağmen, Houston’a gitmek istediği haberleri çıkana kadar Howard’ın takımdan ayrılacağını hiç düşünmüyordum. Ne de olsa kendi sakatlığı dahil binbir çeşit şanssızlık yaşandığının o da farkında olmalıydı, burası Los Angeles’tı ve oynadığı takım da Lakers’tı. Hatta, karakterine hiç ısınamamış olsam da, sakatlık ve başka sebeplerden tam verimli geçiremediği, hayalkırıklığı bir sezonun ardından kendini borçlu hissedeceğini ve Orlando’dan hemen bir yıl sonra bir başka takımdan da kaçıp gitmeyi gururuna yediremeyeceğini sanmıştım. Oysa Howard’ın iş ahlakı zayıf, baskıyı kaldıramayan, yeterince emek vermeden kazanmak isteyen ve bir türlü büyüyemeyen bir çocuk olduğunu hesaba katmalıydım. Lakers’ın, Los Angeles’ın, Kobe’nin standartları ve beklentileri ona fazla büyük geldi. Muhtemelen “Ne uğraşacağım yahu; burada onunla bununla kıyaslanacağıma gider Houston’da kral olurum” diye düşündü. Soyunma odasında arkasından taklidini yaptığı için Kobe’den ayarı yediği bir yer ona göre değildi; soytarılıklarına, taklitlerine, osuruk şovlarına herkesin güleceği, gülmeyenin de en azından ses etmeyeceği, “biraz ciddi ol lan” demeyeceği bir ortam arıyordu ve o ortam Lakers değildi.

Bunları okurken, gidişini bir Lakerslı olarak sindiremeyip Howard’a salladığımı düşünebilirsiniz. İlk söyleyeceğim şudur ki, hayır öyle değil ve samimiyetime inanmayan zaten buraya kadar fazla gelmiş, bu durakta insin. İkincisi, Howard’ın nereye gideceğini açıklamasını geçtim, Houston’a yakın olduğu dedikoduları bile ortaya çıkmadan bu konuda kararımı vermiştim. Gitse de kalsa da üzülmeyecektim. Kalsa üzülmeyecektim çünkü %100 sağlıklı olduğunda hala LeBron ve Durant’ten sonraki en etkili basketbolcu o olabilir. Çok değil, iki sezon önce bence ligin MVP’siydi ama takımı iyi dereceyle bitirmediği için hakkı yenmişti. Salary cap’te ne kadar boşluğunuz olursa olsun, bu çapta bir adamı kadronuza katmanız çok zor ve Lakers 2015’te ne LeBron’u ne de başka bir büyük yıldızı alamadığında bunu hatırlayacağız. Bununla birlikte gitse de üzülmeyecektim ve üzülmedim çünkü Howard, Kobe’den sonra bayrağı devralacak oyuncu olarak hiçbir zaman içime sinmemişti. Orlando’da yaşadıklarından ders çıkarmış olabileceğini ve Kobe’nin yanında oynamanın, sadece oynamanın da değil, her gün idman yapmanın, onu bir örnek olarak önünde görmenin Howard’ı büyük oyuncu zihniyetine yaklaştırabileceğini düşünüyordum. Oysa sezon sonunda şüphelerim azalmak bir yana, artmıştı. Howard kalsa bile, hem onu komuta edebilecek hem de onun sineceği baskı anlarında ipleri alacak, yani Kobe’nin yerini dolduracak bir başka yıldıza ihtiyaç duyulacaktı. Öyle bir adamı bulana kadar, 28’ini bitirmek üzere olan Howard’ın muhtemelen 30 yaşını geçeceği ve sıfıra yakın fundamental içeren, atletik yeteneklerine abanan oyununun düşüşe geçme ihtimalinin yüksekliği de ayrı bir konu.

Üstelik direk etrafındakilerin söyledikleriyle kabak gibi ortaya çıktı ki, Howard oynadığı takımın tartışmasız lideri olmak istiyor. Kobe’nin takımdan ayrılmasını isteyecek kadar bu işe kafayı takmış durumda. Kimsenin “Harden” demeye kalkmayacağını umuyorum çünkü Harden figür olarak Kobe’yle kıyaslanamaz bile. Howard imzayı attığı andan itibaren Houston’ın kralıdır ve Harden’ın varlığı onu rahatsız etmez. Kobe’nin ise üstünde bir ağırlık yarattığı çok açık. İyi de, alçak postta top almam gerekiyor deyip, savunmacısını ayak çabukluğuyla geçmeyi umarak bodoslama üstüne gitmesi dahil bir tane istikrarlı yapabildiği post hareketi olmayan,3 daha kendi artılarının ve eksilerinin bile farkında olmayan, %50’yle faul bile atamayan bir adam hangi yüzle, hem de Kobe gibi birisinin devam etmeyip yerini kendisine bırakmasını ister? Bu nasıl bir kendini bilmezliktir?4 Howard üzerine düşenleri yapsa, seçtiği maçlarda değil her maçta özveriyle oynasa ve biraz da kendini geliştirebilse, 35 yaşına gelmiş ve ciddi bir sakatlıktan dönecek Kobe zaten geriye çekilip yerini ona bırakır, bırakmazsa da medya-kamuoyu desteği Howard’ın arkasında olurdu. Fakat bütün bunlar Coward için fazla zahmetli.

Houston’ın Howard’la şimdiden güçlendiği kesin ama neler yapabilecekleri başka bir yazının konusu olmalı. Lakers ise belki bugün çok önemli bir oyuncuyu kaybetmiş gözüküyor ama kaybettiği yalnızca bu kafa yapısıyla burada başarılı olma ihtimali bulunmadığı bence ortaya çıkmış bir adam. Howard’la deneyip deneyip şampiyonluğa ulaşamamaktansa, bir an önce yeni sayfa açmayı yeğlerim. Hem buralardaki birçok Lakers taraftarının söylediği gibi, bir-iki yıl uykumuzu alırız.

  1. Orlando’nun esas kazancı o takasta eline düşen Vucevic, Harkless falan değil, bu yıl seçtiği Victor Oladipo da değil, gelecek yılki şimdiden heyecanla bahsedilen draft’ta üst sıralardan seçecek olması. Bir saçmalık yaşanmaz ve play-off’u zorlamazlarsa… []
  2. İşi D’Antoni’ye yıkmaya meraklı çok kişi var ama insaflı olmakta da fayda var. []
  3. Bunu ben değil, Kareem Abdul-Jabbar söylüyor. Malum, bu işleri biraz bilir. []
  4. Kobe de zamanında Shaq’ın ayrılmasını istemedi mi? Evet, istedi. Fakat arada önemli bir fark var. O günkü Kobe en azından kendini geliştirmek için -şu anda da olduğu gibi- eşşek gibi çalışan bir adamdı, buna karşılık Shaq tembelliğini herkesin bildiği bir adamdı ve Kobe artık hakkını alma zamanının geldiğini düşünüyordu. İkisi arasındaki tonla sürtüşme bir kenara, Shaq’ın yanlış hareketlerine karşı Kobe’nin de doğru davrandığını söylemeyeceğim, ayrıca başka birçok hatası da olmuştur ama Howard gibi kendini geliştirmeyi beceremeyen bir oyuncuyken, iş ahlakının ve takımın sembolü bir adamın takımdan ayrılmasını talep edecek kadar sapıtmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. []