Skip to content

Looper’ın Kısır ‘Döngü’sü

Filme ve bilim kurgu janrına "yamuk" bir bakış...

Zizek, Yamuk Bakmak kitabında kabaca, bir şeye tam karşıdan bakarak yapılan objektif bir gözlemin sakıncalarını belirtirken, detaya inmek için subjektif ve spesifik bir noktadan yapılan gözlemlerin önemini yüceltir.

Bu yazının standart bir film eleştirisi olmasını bekliyorsanız biraz hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Looper’a tam karşıdan, ‘düz’ bakarak bir sinema eleştiri yazmak gibi bir amacım olmadığını baştan belirteyim. Filme ilkokuldan beri takıntı seviyesinde bağlı olduğum bilim kurgu janrının bir militanı olarak ‘yamuk’ bakmak istiyorum…

Bilim kurgunun dört nesli

Bilim kurgu, varoluşu gereği hayal gücünün sınırlarını zorlamayı amaç edinmiş olsa da bu janrın iyisi-kötüsü arasındaki farkı sadece yaratıcısının hayal gücünün genişliğine bağlamak yanlış olur. Bilim kurgunun makbulü hayal gücüyle oluşturulan hikayenin bilimsel bir olasılığa dayananıdır ve bu fark bilim kurgu ile fantezi edebiyatı arasındaki tampon bölgeyi oluşturur.

İlk bilim kurgu, büyük gökbilimci Johannes Kepler tarafından 17.YY’da yazılan ve okült güçler tarafından Ay’a teleport olup oradan Dünya’nın görünümünü tasvir eden bir öğrencinin hikayesini anlatan Somnium olarak kabul ediliyor. Bu tarihten 19.YY sonlarına, yani bilim kurgunun primitif evresinin bitiş dönemine zamanda bir sıçrama yapalım. Dönemin önemli yenilikçi bilim kurgularına baktığımızda (Marry Shelley’in Frankenstein’ı, Jules Verne’in neredeyse tüm kitapları, hatta Poe’nun hikayeleri) bunların bilimle yoğrulmuş, okült öğeler barındırmayan ve en önemlisi de kendi dönemlerinde geçen, kendi “bugün”lerini teknolojik gelişmelerle harmanlayan hikayeler olduklarını görürüz. Aydınlanma ve ikinci jenerasyonun doğuşu ise 20.YY başlarında yazarların gözlerini geleceğe dikmeleriyle oldu.

Bu aydınlanmayı tek bir esere bağlamak tam olarak doğru olmasa da H.G. Wells’in Zaman Makinesi’nin algı değiştiren önemli  bir milat olduğunu düşünüyorum. Bogdanov’un Kızıl Yıldız’ı, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, Orwell’in 1984’ü, Zamyatin’in Biz’i, hatta Lang’ın Metropolis’i geleceğe göz diken ikinci nesil bilim kurguların ilk ve en başarılı örnekleri oldular.

Üçüncü nesil içinse algı açıcı dönemeç 2001: A Space Odyssey”di. İkinci jenerasyon boyunca uzaya kafayı takan tüm hikayeciler insanların bilinmeyene, karanlığa duydukları korkuyu sömürerek evreni istilacılarla, tehlikelerle dolu bir bilinmezlik olarak tasvir etme modasına uymuşlardı. Fakat Arthur C. Clarke ve Kubrick’in beraber oluşturdukları hikaye daha insanoğlu Ay’a gitmeyi başaramamışken, uzay yolculuklarının yakın bir gelecekte uçakla seyahat etmekten hiçbir farkı olmayacağını, evrenin insanlık için tehlikelerle dolu bir kabustan çok keşfedilmeyi bekleyen yeni ve devasa bir alan olduğunu ilk kez ortaya koyarak algı açıcı bir işlev görüyordu. Zaten bu nedenle de kendinden sonraki tüm bilim kurguları etkileyerek üçüncü jenerasyonu ortaya çıkaran mihenk taşı olarak kabul edilir.

Üçüncü nesilde Star Wars ve türevleri gözlerini uzaya çevirip sonsuz olasılıklar içinde hikayelerini oluştururken fantezi edebiyatı ile bilim kurgu arasındaki sınırlar da bulanıklaşmaya başlıyordu. Fakat üçüncü jenerasyon içinde PKD (Philip K. Dick), Ursula K. Le Guin, Arthur C. Clarke ve Asimov gibi bazı ustalarsa bilim kurgularını felsefik sorularla şekillendirmeye başladılar.

Postmodernizm ile beraber gerçeği sorgulamak, manipüle etmek oldukça modayken bilim kurgu da bundan nasiplendi. Postmodernizmin doğuşunda ve gelişmesinde parçacık fiziğindeki bulgular (atom altı parçacıkların gözlemlenemez oluşlarıyla gerçeğin göreceliliğinin kanıtlanması) ne denli önemliyse bilim kurgunun dördüncü nesile hazırlanmasında da postmodernizm aynı derecede belirleyiciydi.

Başta PKD olmak üzere birçok yazar ve yönetmen bu devrimin asıl mimarları olsalar da Baudrillard’ın Simülakrlar ve Simülasyon’unu hikayeleştiren Matrix geniş kitlelere erişebilmesinin avantajını iyi kullanıp bu devrimin bayrak taşıyıcısı ve miladı kabul edildi.

Darren Aronofsky de (kendisi aslında gerçek bir bilim kurgu gurusudur; Pi ve The Fountain ile bunu kanıtladı) bu değişimle ilgili olarak; “Space Odyssey ilk mihenk taşıydı, kendinden sonrakilerin hepsini değiştirdi. Bizim neslimizin miladı ise Matrix oldu. Artık bilim kurgular Matrix’ten önce ve sonra olarak ikiye ayrılacak ve The Fountain bu yeni post-matrix dönemin ilk filmi olacak” demişti. (Aronofsky bu sözleri ettiğinde henüz Reloaded ve Revolutions’ı izlememişti. Muhtemelen izledikten sonra bu tip bir cümle etmeyebilirdi.)

Devrim kapıda ama bayrak taşıyıcı nerede?

Kültür ürünlerinde gelişimi, değişimi, evrimi ana akım eserler değil bağımsız, yenilikçi ve marjinal fikirler yaratır, ama yine de sonunda altyapısı kurulu olan devrimin bayrağını bir ana akım üyesi taşır.

2000’lere, yani post-matrix dönemin -nispeten- bağımsız ürünlerine bakınca son derece farklı, yenilikçi, vizyonu olan bilim kurgular gördük. Özellikle zaman yolculuğu konusuna getirdiği ilginç yaklaşımlar ile Primer ve Déja Vu, alternatif geçmiş konusundaki vizyonuyla The Man From Earth, post-apokaliptik konsepte yaptığı katkı ile The Road, bolca eleştirilmiş, tarafımca beğenilmemiş bir film olsa da uzay kolonileri için çok önemli bazı yeni fikirler getiren Avatar, bilim kurgunun zeminde bir motif olarak kullanımındaki ustalıkları ve sordukları varoluşsal sorularla Another Earth, Moon, The Fountain, ‘hardcore bilimkurgu’ fanatikleri için beşinci nesil bilim kurguların habercisi niteliğindeydi.

Hem bu kaliteli ön haberciler, hem de dünyadaki sosyo-ekonomik olayları göz önüne alıp yeni nesli başlatacak kıvılcımın, bayrak taşıyıcıyın bu aralar gelmesi pek de sürpriz olmaz benim için. Fakat nedense dördüncü nesil ana akım yapıtları kendi döngülerinden çıkmayı henüz beceremediler. Looper, yani ‘Döngü’ de maalesef bu döngünün bir parçası olmaktan öteye geçemiyor.

Kısır ‘Döngü’

Son iki neslin modern bilim kurgularına baktığımızda -gişe kaygısı da işin içine girdiği için- bazı konulardaki yoğunlaşmalar açıkça belli. Zaman yolculuğu, uzaylı istilası, uzayın istilası, gerçeğin manipülasyonu, mutasyon, post-apokaliptik ve apokaliptik gelecekler gibi konular dışında yenilikçi bir bilim kurgu yapıtı bulmak epey zor. Bu kısır döngü içinde Looper işi abartarak tek bir konuyla da yetinmeyerek mutantların kol gezdiği post-apokaliptik bir gelecekte yapılan zaman yolculuğunu hikayenin zeminine yerleştiriyor. İletişime girilen birkaç uzaylı tür, Mars kolonimiz ve Dünya”ya yaklaşan bir kuyruklu yıldız da eklenseymiş senaryo tulum çıkarmış olurdu.

İşin kötüsü, tüm bunları yaparken bilim kurgu mazisinden önemli sahnelerden kolajladığı anlatımıyla izleyiciye pek bir yenilik sunamıyor. Telekinezili velet zaten başlı başına bir süper klişeyken zaman yolculuğu konusunda da bundan geri kalınmamış.

Zaman yolculuğu 

Bilim kurgularda zaman yolculuğu şu ana kadar belli başlı birkaç şekilde işlendi. Bunlardan ilki ve -senaryo yazmadaki kolaylıkları nedeniyle- en popüler olanı geçmişe giderek geleceğin değiştirilebileceğini savunan akım. Geleceğe Dönüş bu akımın en ünlü ve trend belirleyici örneği.

Diğer bir akımsa tarihte küçük değişikliklerin yapılabildiği fakat topyekün sonuçlar doğurabilecek şeylerin yapılamayacağını öngören kaderci yaklaşım. Wells’in Zaman Makinesi’nden başlayan bu akımın modern örneklerinden biri de Kelebek Etkisi.

Ne yaparsanız yapın kaderinizin iplerini ele alamazsınız tarzındaki yaklaşıma sahip bu ikinci tür standart izleyicinin en kolay algılayabildiği zaman yolculuğu anlatımı olduğu için de genelde popüler kültür tarafından sıkça başvuruluyor.

Looper ise aynı Matrix ve Terminatör’de de olduğu gibi sarmal hale gelmiş döngüler ile kurgulanmış. Geçmişe gitmenin yarattığı bir sonuç olarak şekillenen geleceğin geçmişe gitmeye neden olması döngüsü.

!!!Dikkat spoiler çıkabilir!!!

Paradoksa neden olan da final sahnesinde genç Joe’nun intihar ederek ihtiyar Joe’yu tarihten silmesi. Mutant yavrucağın ilk zaman çizgisindeki gibi yine annesiyle büyüyerek Rainmaker’a dönüşecek olması fakat bu kez kendisini öldürmesi için geçmişe gönderecek bir Joe bulamaması sonucunda genç Joe’nun da kendisini öldürmesine gerek kalmaması döngüyü pardoksa çeviriyor.

‘Yamuk’ mu, ‘Düz’ mü bakmak?

Bilim kurgu sohbeti derinleştikçe sinemadan uzaklaştığımın farkındayım. Yamuk bakmaktan vazgeçip, bilim kurgu gözlüklerimi çıkartıp Looper’a ‘düz’, yani tam karşıdan, baktığımda da sonucun pek değiştiğini söyleyemeyeceğim.

Yönetmen Rian Johnson daha otuzlarının başlarında Brick gibi son derece yaratıcı ve oldukça başarılı bir modern film-noir örneği sergilediğinde beklentileri epey yükseltmişti. Ardından ana akım sinemaya geçişi de The Brothers Bloom ile oldu. Bu filmdeki vasat üstü performansının ardından Breaking Bad’in unutulmaz bölümlerinden ‘Fifty-one’ ve ‘Fly’ için kamera arkasına geçip kusursuz bir iş çıkardığında kendisiyle ilgili ümitlerimizi tazelemeyi başarmıştı.

Belki de bu nedenle Looper ile ilgili beklentilerimi biraz yüksek tutmuş olabilirim. Fakat ortaya çıkan sonuç facia olmasa da başarısız bir kolajın ötesine geçememiş.

Johnson, Terminatör’ün yeniden çevrimi havası yaratan ana şablona post-apokaliptik bir dünya ve telekinezi gibi klişe bilim kurgu öğeleri ekleyip bolca aksiyonla ilk bölümü tamamladıktan sonra ikinci bölümde bu kez tempoyu düşürerek bilim kurgu öğelerini arka plana atan, drama unsurlarını ön plana çıkarmak isteyen bir yöne sapsa da hikayenin ve anlatımın bütünündeki genel akışı bozmuş.

Nitekim bunları farklı farklı filmler olarak çok başarılı bir şekilde uygulayabilen birçok örnek gördük. Yine bilim kurgu janrı içinde güncel örnekler vermek gerekirse filmin ilk yarısını Inception, ikinci yarısını ise Another Earth ya da Safety Not Guaranteed ile karşılaştırmak mümkün. Fakat Inception en azından leziz aksiyonu ve büyüleyici görsel efektleriyle, Another Earth ve Safety Not Guaranteed ise bilim kurguyu motif olarak kullanarak izleyiciye verdikleri dram unsurları ile ne olmak istediklerini bilen filmlerdi. Ne yazık ki Looper için aynı şeyleri söylemek zor. Beşinci nesil için demek ki biraz daha zaman var…