Skip to content

Duygusal Milletin Münferit Olayları

'Olaylar tüm taraftarlara mal edilemez'cilere ve 'Fenerdedeböyle-Gassaraydadaböyle-Beşiktaştadaböyle'cilere armağan olsun!..

Olimpik damarlarımızın kabardığı, sportif yatırımlarımızdaki plansızlığın, spor kültürümüzdeki hamlığın konunun ‘uzmanları’ tarafından uzun uzadıya tartışıldığı günler çoktan geride kaldı. Hiç şüphesiz ki, dünyayla ne kadar da bütünleşmiş, ne kadar da modern, ne kadar da misafirperver, ne kadar da organize, ne kadar da duygusal, ne kadar da 70 milyon, ne kadar da kültür mozaiği bir karaktere sahip olduğumuzu göstermenin elde kalan tek yolu ‘spor’ iken; sporun en şaşaalı organizasyonu olan Olimpiyatların ev sahipliğinin içimizde hala bir ukde olarak olgunlaşması şaşırtıcı değil. Bununla beraber, geleceğe yönelik yatırımlarımızın güvencesi olan riyakârlık, yeni adaylıklarla, aday şehirlerin çeşitli merkezi noktalarına asılan laleli/minareli/köprülü bayraklarla, flamalarla, havaalanlarında yabancı turistlerin en iyi görebileceği noktalara kurulan masalarla, Olimpiyat olmazsa Avrupa Futbol Şampiyonası, o olmazsa Avrupa Ligi finali, hiç olmadı bir Örovizyon, eh bari Üniversitelerarası Kış Olimpiyatları, hiçbir şey bulamazsak Sannnntranç Olimpiyatları şeklindeki çoktan seçmeli kalkınma planlarıyla varlığını her an hissettiriyor.

‘Yeter ki başkaları duymasın’ ihtiyatı ve ‘mahrem’in geniş çaplı ve hastalıklı formülasyonu nesilden nesile aktarılarak çekirdek aileden başlayıp en üst yapılanmamıza kadar kök salmışken, bazı ‘vatan haini’ yazarçizersanatsepetçilerinin ülkeyi dışarıya ‘şikâyet ediyor olması’ takıntısı, taciz ve tecavüz gibi ulusal basında bizleri ancak gizlice ‘heyecanlandırabilecek’ kimi haberlerin, umumiyetle sadece dış basına yansıdıklarında ‘yüzümüzü kızartması’ ve bunlar gibi daha sayısız örnek, ilk paragrafta betimlenen deli dolu karakterimizin defoları olarak pek sırıtıyor! Yapılan organizasyonların içeriğine değil, sadece açılış ve kapanış törenlerine ve ‘Türkiye’nin paha biçilemez reklamına’ olan fetiş, toplumsal riyakârlığımızı ortaya dökerken, biz günün modasına uyuyor, madalya sayımızın azlığından yakınıyoruz. Sonra o moda hemen değişiveriyor ve önümüzdeki (futbol) maçlar(ın)a bakıyoruz. Amatör şubeler can çekişirken, mışıl mışıl rüyalara dalıyoruz, faili İmparator Fatih Terim olunca spora siyaset karıştırılmasını kutsuyoruz, ülkenin bayrağının yakılmasının intikamını Spartak Moskoflulardan ‘çatır çatır’ alıyoruz Natasha pankartlarıyla ki, AMK adlı bir gazete çıkarmayı başarmış bu en errrkek toprakların yaratıcılığına yetişmek çok olası olmuyor.

Tuhaf ve korkutucu olan; bu uyku halinde bile oto sansür mekanizmasının işliyor olması. Mahremin beklenmedik ilanı bir şekilde gerçekleştiğinde, tepkiler ikiye ayrılıyor: Peşinen inkar etmenin gücüne sığınanlar ve “kınıyorum, ama…’cı”, orta yolcu, yarım yamalak marjinaller. Sözüm ona eleştirirken bile ikili oynuyoruz, ‘marjinal tavır’ etiketini ucundan kıyısından bir yanımıza yapıştırana kadar aslanız, sonra hemen geri vitese takıyoruz. Her yanımıza sirayet etmiş illeti futboldan çeşitlendirirsek; statlarda insanlar bıçaklanır, tüm seyirciye mal edilmez. Statlarda Natasha pankartları açılır, tüm seyirciye mal edilmez. Statlarda ‘en’ taraftarlar sahaya iner, yine tüm seyirciye mal edilmez. Suç, her zaman o bir kısım kendini bilmezdedir. Çünkü yanımızda biri bıçaklanırken asla görmeyiz olan biteni. Çünkü yanımızdaki sahaya inerken durdurmak için ahhh hep geç kalırız. Çünkü Natasha pankartı açıldığında taaa karşı tribündeyizdir, toplattıramayız. Medyanın muhaliflerine, ‘cesur’ ve ‘sağduyulu’ kalemlerine göre, tüm bunlar çok çirkindir, çok çirkinden de tiksinçtir ammaaaaa tüm seyirciye de mal edilemez. Geri vites işlemeye devam eder; nutuklar, ‘bu, Fenerbahçe’de de aynı, Gassaray’da da aynı, Beşiktaş’ta da aynı, Trabzon’da da aynı’ oynaklığıyla son bulur.

Bu yazıyı okurken ne kadar sıkıldığınızı tahmin edebiliyorum. Çünkü ben de yazarken sıkılıyorum. Bu karamsar havayı, bitmek tükenmek bilmeyen mızmızlanmayı dağıtmak için yazıma 2 Eylül akşamı oynanan Galatasaray-Bursaspor maçının kritiğiyle devam edeceğim…

Cim Bom, gol düellosu şeklinde geçen maçta Bursaspor’u 3-2 yenmeyi başardı ama Bursaspor kendi kendisini mağlup etti dersek yanlış olmaz. Muslera’nın gollerde hatası yoktu, Semih Kaya ve Dany uyumsuzdu, Galatasaray Ujfalusi’yi aradı, Hakan Balta güven vermedi, Melo önceki maça göre daha iyiydi, Selçuk İnan üzerine düşeni yaptı, Emre Çolak bal yapmayan arıydı, Fatih Hoca ona 60 dakika sabretti, Amrabat klasını gösterdi, Elmander durgundu, Umut Bulut gollerine devam etti, Burak Yılmaz ileriki haftalarda katkı sağlayacağını gösterdi. Maçın dönüm noktası, Musa Çağıran’ın kendi kalesine attığı goldü. Hakem Özgür Yankaya, zorluk derecesi yüksek maçta sonuca etki edecek hatalar yapmadı. Gassaray’a takviye şart, eminim Fatih Hoca da bunun farkındadır…

Edebi bir özelliği olmasa da yukarıdaki yazı stilini, ‘…ama herkese mal edilemez’cilere ya da ‘FenerdedeoluyoGassaraydadaoluyoBeşiktaştadaoluyo’culara tercih ettiğimi söylemem gerekir. İkiyüzlülük ve üç maymunculuk kanımıza işlemiş; yalnız bırakılmaktan, linç edilmekten ölesiye korkuyoruz. Meşhur Gaspar Noé filmi Dönüş Yok’un (Irréversible) meşhur sahnesinde ‘dönüş vardı’; alt geçide giren adam, tecavüzü bir süreliğine izliyor, sonra da arkasını dönüp gidiyordu. Filmi bitiremeyen ve ‘ay çok rahatsız olup’ salondan öfkeyle çıkan ve bunun da çığırtkanlığını yazarlık sıfatıyla ifa eden Hıncal Uluç gibileri ise filmin tuttuğu aynada gördüklerinden kaçmak için dört dönmüşlerdi -ne de olsa ‘su testisi su yolunda kırılıyordu’. İşte bu, tecavüze tanıklık etme ve suça ortak olma halinin cümlemize verdiği kusurlu haz, zaman zaman ucuz gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin adi ve örtülü erotizminde, zaman zaman da Natasha pankartının gazetelerin, internet sitelerinin maç fotoğrafı olmasında gizleniyor. İyi olan şu ki; ‘dünya’ duymadıkça bunları ya da birileri gidip ‘şikâyet etmedikçe’ ülkelerini, sorun olmuyor.

Kendi kendimize bu oyunu sürdürüp gidiyor, aldığımız organizasyonların hakkını fazlasıyla veriyor, Anadolu Ateşi-Sezen Aksu ve Müslüm Gürses’ten kurulu açılış/kapanış ekibimizle tüm altın madalyalara talip oluyoruz. Nasıl ki spor, yani aslında futbol, bizleri deliksiz bir uykuya yatırmanın en kuvvetli yeşil reçetesiyse, futbol dünyamızdan hareketle bir umumi insan manzarası tasviri yapmak ya da iç/dış politika ‘şifrelerimizi’ çözmek de o derece mümkün. En büyük emellerinden biri, sıcak denizlere inmek olan Rus ırkından intikamımızı, kadınlarını aşağılayarak alabiliyoruz; çünkü ‘duygusal’ bir milletiz. Ve fakat aynı ‘duygusallık’, tribünlerin Alex tezahüratından sonra maç esnasında mikrofona sarılan Aziz Yıldırım’ı teğet bile geçemiyor örneğin; aynı mikrofonu Natasha pankartını kaldırtmak, pankartı hazırlayan ‘üç-beş kendini bilmezi’ ve pankarta tepki vermeyen diğer 50 bin kişiyi azarlamak için kullanmıyor. İşin kötüsü; bu, Türk Telekom Arena’da da böyle, İnönü Stadı’nda da böyle, Trabzon’da da böyle!!!

Hepimize iyi seyirler.