Skip to content

Hem Ağlarım Hem Gönderirim

Hayatımın en büyük anlık mutluluklarından birini bana Derek Fisher yaşatmıştı. 2004 yılının mayıs ayında bir perşembe günüydü ve o gece Lakers ile Spurs konferans yarı finalinde beşinci maça çıkacaklardı. San Antonio’daki ilk iki maçta Tony Parker ağırlaşan Gary Payton’ı oyduktan sonra Phil Jackson savunma stratejisinde bazı değişikliklere gitmiş, Los Angeles’taki ilk maçı bizimkiler farklı almış, Kobe’nin o yıl birçok maçta olduğu gibi mahkemeden gelip apar topar çıktığı sonraki maçı da ikinci yarıda 10 sayıdan çevirmişlerdi1 ve seri 2-2’yle San Antonio’ya dönmüştü. 2-2 olan yedi maçlık serilerde beşinci maçı alanın ne kadar yüksek oranda seriyi de aldığına dair istatistiğe geçmişte bir yerlerde rastlamışsınızdır. Buna ek olarak Spurs’e karşı deplasmanda oynadığımız son altı play-off maçını kaybetmiştik ve adamlara orada diş geçiremediğimiz fikriyle iyice gerginleşmiştim. Bu denli gerginlikle beklediğim maçları aynı takımı tutmadığım insanlarla birlikte izlemeyi sevmem, huzursuz olurum, ama o gün Kaan Abi’nin eve davetini kabul etmiştim; Batuğ Abi ve Arda da geliyordu, geri çevrilemeyecek bir ekipti.2

Böyle maçları neden o geceki gibi keyifli ortamlardan vazgeçmek anlamına gelse bile Lakers’lı olmayan insanlarla birlikte izlemek istemediğimi ise Tim Duncan’ın 0.4 saniye kala soktuğu şutla birlikte hatırlamıştım. Ellerim galiba kafamdaydı, bomboş bakıyor olmalıydım ve bu arada Kaan Abi, Batuğ Abi, onun San Antonio’lu arkadaşı ve Arda’dan gelen sesleri duyuyordum. (Batuğ Abi’nin köpeği Mudi de bizimleydi ama koltuğun üzerinde yatmaya devam ediyordu, kafasını bile doğrultmamıştı. Belki de içinden “Hay sizin balınızı…” diyordu) Lakers’a geçirdiler diye sevinmiyorlardı; acayip bir şutun büyüsüne kapılmışlardı ve basketbolla alakalı, saf bir heyecandı onlarınki ama yine de o an orada olmamayı tercih ederdim. Spurs o acayip şutla öne geçince ben de bir anda kimseyi tanımayan adam moduna geçtim, dönen muhabbetten kendimi soyutladım, sonraki biri 20 saniyelik üç mola ve yaklaşık on dakika boyunca kendi kendime Staples’taki maçta moral bozukluğu yaşayıp yaşamayacağımızı, onu alırsak yedinci maçta burada kazanma ihtimalimizi, elenirsek Payton ve Malone transferleriyle başlayan sezonun sonunda nasıl makara konusu olacağımızı falan düşünmeye başladım. Epey uzun süren on dakikaydı.

Sonra nihayet molalar bitti, Payton kenardaki hakemin yanına geldi, topu aldı, ilk seçenek olan Kobe’ye atamayınca düzgün bir pasla Fisher’a yolladı, Fish zaten hazırdı, daha topu almadan vücudunu döndürüp şutu çıkardı. Daha şut atılırken kafamda “ya süre dolduysa” şüphesi oluşmasına ve genelde böyle durumlarda temkinli davranmama rağmen o an kendime hakim olamadım, önceki on dakikanın sessizliğinin acısını çıkarırcasına GOOOOOLLLL diye bağırdım. Sanki süre doldu diye atış geçerli sayılmasa bile mutlu kalacak gibiydim; nasıl bir duygu boşalması yaşadığımı tarif edemem. Az önceki Duncan basketini çıkarmış olmak, 0.4’te yazmış olmak, seride 3-2 öne geçmiş olmak, Spurs’ü geçersek kesin şampiyon olacağımıza dair salakça bir güven duyduğumdan kafamda kupaya bir maç kalmış olması; hepsi bir aradaydı. Sabahın 7’sinde kaç kişiyi aradığımı hatırlamıyorum. Sporun mucizevi anlarından birine tanıklık etmiştim ve kazanan taraf benim takımımdı.

İtiraf etmek gerekirse Fish o güne dek Lakers’taki favori oyuncularımdan biri değildi. 2001 play-off’larını kendi çapında müthiş oynamıştı (13.4 sayı, %52 üçlük) ama Shaq ve Kobe’nin beraber çıktıkları en yüksek performansla3 takım zaten ortalığı yıkıp geçtiği ve 16 maçın 15’ini kazandığı için Fisher’ınki kalplerde ve akıllarda pek de yer etmedi. Sonraki yıl meşhur Kings serisinde Mike Bibby’nin, 2003’te de sırayla Troy Hudson (hatırlayan var mı?) ve Tony Parker’ın karşısında savunmada paspas oldu, hücumda da hiçbir zaman 2001’deki istisnai grafiğine yaklaşamadı. O yüzden  önüne Gary Payton ucuza oynamayı kabul etmese bile başka birisinin alınması düşünülüyordu zaten. 0.4 hepimizi çok mutlu etti, eyvallah dedik, ama sezon sonunda Golden State’in maddi bakımdan daha cazip teklifini kabul edip ayrıldığında hiç üzülmedim, bilakis öyle bir parayla tutmadığımız için sevindim. Benim gözümde ne iyi bir oyuncuydu, ne de bir sembol.

Yaklaşık sekiz yıl sonra Fisher’ın manevi anlamı hakkında farklı düşünüyorum, bir yolu olsaydı da keşke gitmeseydi diyorum. Ama maalesef bir yolu yoktu. Ve gittiği için yine sevindim.

Fisher Lakers’taki ilk döneminde yine sağlam karakterli, örnek bir profesyonel olmakla birlikte, takımın liderlerinden biri değildi. O Lakers takımları Shaq’ın yanı sıra, Rick Fox, Brian Shaw, Horace Grant, Ron Harper gibi kaşarlarla doluydu ve Fisher’ın sırası daha gelmemişti. 2007’de kızının tedavisi için döndüğündeyse eskilerden sadece Kobe, bir de Fish’in son yılında daha çaylak olan Luke Walton kalmıştı. Kafadan takım kaptanlarından biri olduğu gibi, kendisini bir anda idare etmesi gereken acayip bir soyunma odası ortamının içinde buldu. Yakın arkadaşı Kobe resmen “Bu takımdan bir bok olmaz” demeye getirerek gitmek istediğini açıklamış ve gönülsüzce sezona başlamıştı. Hazırlık kampının başından, Pau Gasol takasının yapıldığı o mübarek güne kadar soyunma odalarında, idmanlarda, takım otobüsünde, göremediğimiz herhangi bir yerde neler yaşandı bilemiyoruz ve Phil Jackson yeni kitabında yazmazsa muhtemelen bundan sonra da bilemeyeceğiz ama yıldızıyla arasındaki bağın normalde kopması gereken bir takımı ayakta tutan en önemli faktörlerden birinin Fisher’ın varlığı olduğuna eminim.4

Önceki dönemde Fox, Shaw gibi sağlam karakterli adamların üstlendiği takımın manevi liderliğini şimdi o yüklenmişti fakat zaman ona kıyak geçmiyordu ve sahadaki performansı hızla düşüyordu. Büyük bölümünü berbat oynadığı 2009 play-off’larındaki halini, birden toparlanıp iyi geçirdiği final serisi, özellikle de dördüncü maçı uzatmaya götüren ve uzatmada skor kilitlenmişken, 30-35 saniye kala Lakers’ı öne geçiren üçlükleriyle unutturmuştu. İşin ilginci, o maçı da normal süre sonundaki üçlüğüne kadar feci geçirmişti. Fish artık böyle bir adamdı; uzun süre takıma ayakbağı olacak derecede kötü halde takılıyor ama sonda bir şekilde ortaya çıkıp hem takımı kurtarıyor hem de şeklini yapıyordu. Bir sonraki sezon da aynı oyunun benzerini sahneledi. Bu defa normal sezonu toptan feci geçirdi (%38 şut, %35 üçlük, 7.5 sayı), takımın ve Kobe’nin de tadı yoktu zaten, ve Lakers taraftarı da “Bu defa sıçtık işte” havasındaydı ama nasıl becerdiyse play-off’ta başka bir oyuncuya dönüştü. 23 maçın 12 tanesinde 10 sayı ve üzerinde attı, daha önemlisi o 12 maçın 8 tanesi deplasmandaydı, içeridekilerden biri de “yedinci maç”tı. Yani en çok ihtiyaç duyulan yerlerde, Bynum, Farmar, Brown gibi gencoların sindikleri ortamlarda ortaya çıkmıştı.

Ve elbette o maçlardan bir tanesini ayırmak gerekiyor. Bunca yıllık NBA kariyerinin en parlak performansını gösterdiği ama daha önemlisi, öncesi ve sonrasında Derek Fisher’ı tanımlayan her şeyi barındıran maçı…

Final serisi Boston’a 1-1 taşınmış, gaza gelen Paul Pierce “Bu seri Los Angeles’a dönmeyecek” gibi boş bir laf etmişti. Üçüncü maçtan bir gün evvelki idmandan sonra bir gazeteci, ortalığı kızıştırmak için Pierce’ın demecini sordu. Fisher’ın cevabı soruyu soran gazeteciye hiçbir şey söylemeden, uzun süre bakmak oldu, “o nasıl laf lan öyle” gibisinden. Takımdaki diğerlerini nasıl idare ediyordu bilmiyorum ama takımdan uzak tonla Lakers taraftarına tarifsiz bir moral vermişti o hareketiyle, işte onu kendimden biliyorum.

Sıra o bakışın altını doldurmaktaydı. Lakers ilk yarısında bir ara 17 sayı öne geçtiği maçı vermek üzereydi; Celtics son çeyrekte farkı 1 sayıya kadar indirmiş, salon coşmuştu ve Kobe, Gasol, Odom, zaten dizi kötü durumdaki Bynum gibi esas silahların hepsi birden tekliyordu. Televizyon başında tırnaklarımı yiyip, Lakers’ın kazanması için tek ihtimalin salona meteor düşmesiyle maçın tatil edilmesi olduğunu düşünürken, son çeyreğin başında takımı toplayıp “Beyler, farkı harcadığımızı unutun. Size Boston’da son çeyreğe 3 sayı önde gireceğimizi söyleseler kabul eder miydiniz etmez miydiniz?” diyerek arkadaşlarını silkelemeye çalıştı Fish. Etkili bir konuşmaydı, onu dikkat ve saygıyla dinleyen diğer oyuncular zihinlerini tazelemiş gözüküyorlardı. Ama son periyoda da kötü başladı Lakers. O zaman baktı olmuyor, Billur Tuz’un pakedini açıp, takımın tıkandığı bir final serisi maçının son periyodunda 11 sayı attı. Hepsi garip, hepsi Fisher stili atışlardı ve o gün hepsi birden girdi. Fisher’ın bir tane şutla damga vurmadığı, resmen tek başına söküp aldığı benim hatırladığım tek maçtı bu. En iyi performansını herhangi bir maça değil, Lakers tarihinin en değerli şampiyonluklarından birine (Benim taraftar olarak yaşadığım beş tanesi arasında tartışmasız birincisi) giden yoldaki en kritik maça denk getirmeyi başarmıştı.

Ve nihayet  maç sonunda, güçlükle konuşarak verdiği o röportaj… Sahada herkesin kendinden geçtiği anlarda soğukkanlı kalabilen adamın aslında ne kadar yoğun duygularla oynadığını gösteren yaşlı gözleri… Karakterini, liderliğini, oyunculuğunu, takım için hissettiği samimi duyguları ve arkadaşlarının ona duydukları saygıyı, yani onu Lakers’ta bir sembol yapan her şeyi yukarıdaki o videoda özet halde görebilirsiniz. Hep söylendiği gibi, etkisi istatistiklerinden, sahada oynadığı oyundan büyük bir adamdı.

Ama artık gitmesi gerekiyordu.

Gitmesi gerekiyordu, çünkü kalsaydı oynaması gerekecekti. Belki Ramon Sessions onun da ilk beşteki yerini alacaktı ama yine de, 15 dakika da olsa, oynaması gerekecekti. Hiç oynamadan bir kenarda durup takım arkadaşlarına abilik edebileceğini düşünmek güzel ama maalesef hayal. Bunu iddia edenler her şeyden önce Fisher’ın egosunu gözardı ediyorlar. O ego olmasa Fish kendine güvenip bütün o can alıcı şutları sokamazdı. Takımın ilk beş oyuncusuyken birden çoğu maçta dakika bile alamayan yedeğin yedeği pozisyonuna düşmek kolay sindirebileceği bir şey değildi. Kalkıp arıza çıkarmayacaktı belki ama takım manevi liderinin memnuniyetsizliğini elbet hissedecekti. Dahası, bu kadar önemli bir figürün oynamadan kenarda durması önündeki oyuncular üzerinde de baskı yaratacaktı.

Peki hiç değilse 15 dakika oynayamaz mıydı? Değil 15 dakika, 5 dakika bile oynamaması gerekiyordu, emin olun. Yıllardır belli önemli zayıflıkları olan bir oyuncuydu ve takım onun zaaflarını kapatıyordu ama hem o zaaflar üstü örtülemeyecek hale geldi hem de takım artık Fisher’ı da taşıyacak kuvvette değil. Eğer kalsaydı, Mike Brown muhtemelen Kobe-Gasol-Bynum harici tüm oyuncular için düştüğü kararsızlığa bu defa da onu mu yoksa Blake’i mi oynatması gerektiği konusunda düşecekti ve başta yürekli davranıp Fisher’ı rotasyondan kesse bile, Blake şu anki gibi kötü gidince en az 15 dakikayı ona geri verecekti.5

Elbette üzülmüş, kırılmıştır ve Lakers’ın ona güzellik yaptığını söyleyecek değilim ama takas edilmesi aslında kendisi için de iyi oldu. Sayıları hızla artan her kötü maçı, 2010 final serisinin güzel hatıralarını biraz daha tozlandırmaktaydı. Sırf bu yüzden bile gitmeliydi Fish. Ne var ki yeteneğinin çok üzerinde bir özgüvene sahip ve “Bizden geçmiş artık” demeyeceği de belliydi. Birilerinin duygusuz ya da gerçekçi (hangisini tercih ediyorsanız öyle söyleyin) davranıp bu işi daha fazla uzamadan bitirmesi gerekiyordu.

Lakers’ın artık oyuncularla koç, hatta oyuncularla Kobe arasında köprü olacak, zor zamanlarda yatıştırıcı görevini üstlenecek, herkesin saygı duyduğu bir manevi lideri bulunmuyor. Kobe’nin öyle bir sabrı ya da takım arkadaşlarına sürekli rehberlik etmeye ilgisi yok (Jordan’ın da yoktu, LeBron’un da yok). Gasol o kişi olmak için gerekli zekaya, empati yeteneğine, kolektif bilince sahip ama o da öne çıkmayı seven bir karakter değil. Böyle bir adamın eksikliği, hele Bynum’ın iyice şımardığı, Artest’in her an -tekrar- cozutabileceğinin sinyallerini verdiği ve Mike Brown’un kontrolü kaybediyor gibi gözüktüğü şu sıralarda Lakers’ı çok etkileyebilir, takım Sessions transferiyle kadro bazında tekrar şampiyonluk potasına girmişken, saçmasapan şeylerle rayından çıkıp tepetaklak olabilir. Ve buna rağmen Fisher’ın gönderilmesi gerekiyordu. Kulağa ne kadar acımasız gelirse gelsin, Lakers doğrusunu yaptı.

  1. Kobe o yıl kariyerinin nadir kötü play-off’larından birini geçirmişti ama koştura koştura çıktığı bu maçta 42 sayı, 15/27 şut, 6 ribaund, 5 asist, 3 top çalmayla oynadı []
  2. O sezon batug.com çatısı altında tanışmış ufak bir grup olarak NBA TV’de maçları Türkçe anlatmaya başlamıştık ve kadroda Spurs’lü Onur Tuncaboylu da bulunuyordu. Ben ne kadar Lakers’lıysam Onur da o kadar Spurs’lü olduğu için yayına beraber girmeme kararı almıştım; birbirimizi kıracağımızı düşündüğümüzden değil de, tuhaf bir anlatım olması ihtimaline karşı. []
  3. 2001 play-off’larında Shaq: 30.4 sayı, 15.4 ribaund, 3.2 asist / Kobe: 29.4 sayı, 7.3 ribaund, 6.1 asist []
  4. O sezon Bynum sakatlanana kadar Lakers’ın derecesi 25-11’di. []
  5. Steve Blake böyle kötü durumdayken, “Yahu Fisher bu kadar da iş yapamaz mıydı” diye düşünenler çıkabilir. Blake kendi adına sezonun en kötü döneminden geçiyor ama toparlanacaktır. Ve onun bu halini bile Fisher’ın ortalamasına tercih ederim. Şaka yapmıyorum. []