Skip to content

Anmadan: The Ghost

Bir zamanlar tüm kelimeleri bilirdim, şimdi hepsini unuttum.

16 Mart 2013’te dünya Jason Molina’yı, sonsuza değin, kaybetti. Şarkılarını deliler gibi dinlememiştim. Mesela 1500 kez döndürmemiştim ve streaming çağında bir şarkıcının işlerini en az 1500 kez döndürmemişsen, üzerinde hak iddia etmen yasaktı. Birtakım farklı isimler verdiği birtakım farklı gruplarla karşıma çıkıyordu. Bu isimlerini hatırlamanın ekseriyetle zor olduğu gruplarda görünüyor, yine de görünenlerin çetelesini tutmayı çoktan bırakmış birinde bir istikrar çizgisi belirmesine kadir olamıyordu. Gücünün yetmemesi gibi düşünmeyin; bir şeylerin eksik olması gerekmiyordu, çünkü her zaman bir şeyler eksik olurdu. Dahası birini, mühim birini, ıskalamanın çok da büyük bir eksiklik olduğuna dair düşüncelerimi terk etmek üzereydim. Öyle tınlıyor olsa da umutsuzluğa atılmış bir adım değildi. Ya da umutsuzluğa atılmış adımın daniskasıydı. İkisinden biri. Mesele şu ki, hayatımızda gerçekten çok büyük çok az şey oluyordu. Ortalama bir hayata, hani şu diğerlerinden açıkça ayrıldığına dair -yaşayanı tarafından- şiddetli bir inanç duyulan hayatlardan bahsediyorum, kaç tane çok büyük şey sığıyordu en sonunda? Çok iyi çok fazla şarkı yazan nadir bir sese rastlamak, o özel karşılaşmalardan birini hayatına sığdırabilmiş olmak pekala o muhtaç olunan büyük şeylerden biri olabilirdi. Hedeflenen skordan bir düşebileceğin anlamına gelirdi bu, düşüncede.

Onlara ozan-şarkıcı, singer-songwriter veya auteur-compositeur-interprète deme arzusundaydık. Belki istenç daha uygun bir kelimeydi, kesinlikle daha güçlü ve genel olarak daha esaslı bir kelimeydi. Molina gibilerini fark ettiğinde, ne ile karşı karşıya olduğunu bilmeni sağlayacak neredeyse ilahi bir mesajla birlikte çıkarlardı kutudan. Hikayesini merak edip araştırmaya koyulurdun. Erie Gölü kıyısında göçebe yaşayan bir ailenin çocuğu olarak doğmuştu. Televizyon yayınını aldıkları uydu antene pek güven olmuyordu, ancak iş balık tutmaya geldiğinde haşmetli gölün cömertliğine bel bağlayabilirdi. Göl kıyısında eline ilk kez gitar tutuşturulan bir ilkokul çocuğundan, altı günde bitirilen albüm kayıtları sırasında bile teknolojiye sarılma kolaycılığına teslim olmayan müzisyene evrilmesi bir cümleden uzun sürmedi. İnsanlara geçmişlerini hatırlatan şarkılar yazıyordu, fakat içine sıkışıp kaldığı herhangi bir geçmiş yoktu. Yalnızca Amerikan taşrasında akıl sağlığını korumaya çalışan herkes gibi alternatif bir gerçeklik önerisiyle gelmiş, karga ile tilki hikayelerini andıran bu gerçeklikte materyal dünyaya kıyısından tutunmayı başarmıştı. Havalı arkadaşları vardı. Molina’nın uçuk önerisinin habercisi olduğu kötü sürprizlerin bilincine varmış, yine de onaylamışlardı onu ve önerdiğini. Bugünden yarına yalnızlığın doğasını, kayıpların beraberinde getirdikleri yükü, yabancılaşmanın tarihini elden geçiren kapsamlı bir albümle çıkageliyordu. Üretkenliği tartışmaya açık değildi, ölümünün ardından yayınlanan anma yazılarının sığındığı yeryüzündeki-zamanının-çok-fazla-olmadığının-farkındaydı klişesiyle belli ki pek ilgisi yoktu.

Bazen kederli görünüyordu, şarkı sözleriyle kederden çadırlar kuruyordu Erie Gölü’nün bereketli topraklarına sanki Deleuze ve Guattari’nin kabilelerine barınak olsun diye. “Dünyada var olan keder hepimize yeter” diyenler yolun devamında Molina’ya eşlik etmeyecekti, sayıları oldukça fazlaydı.

Ulaşmak istediği yer ne kadar uzak olursa olsun yayan gidecek bir müzisyendi, görmeyi hak edip görmediği bir ilginin kuruntusunun onu cezbedeceğini tasavvur edemezdim. Amerikan toplumunun beslemeye doyamadığı ‘miras’ kültürünü düşünecek olursak, mirası hesap etmediği ölümüyle başladı Molina’nın. Gezegen üzerinde, kusursuz bir hayata kusursuz bir ölüm tasarlayarak gezinenlerle ortaklık hissedebileceği herhangi bir ihtimal yoktu. Müzik tarihinin en kusurlu kayıtlarından, “Ghost Tropic” gibi kusursuz bir albüm çıkarmıştı. Şimdiyse kusurlu ölümünden kusursuz bir ‘miras’ çıkarmak için her şey hazırlanmışa benziyor. Molina tüm bunları görmediği için mutluyum.

Bununla birlikte (ya da bunun yanında, öte yanında) dün gece Medeski, Martin & Wood konserinde ölü bir arkadaşımı gördüm. Ölü sıra arkadaşımı, daha açık olmak gerekirse. Ölülerin kolay göçmediği ve fanilere görünmek gibi bir huy geliştirdiği üzerine yazılan paçavraları okuduktan, çekilen bir sürü korku filmini ve Ruhsar’ı izledikten sonra bu cümleyi kurabilmek benim için de şaşırtıcı oldu. Ben Chris Wood’un parmaklarıyla bas çalıyordum, Burak ise Billy Martin’in vücuduna sızmıştı.

Bir selvaya varmış gibiydim Cuma gecesi. Jason Molina’nın yerini doldurmakta yine başarısız olduğum cuma gecelerinden biriydi şüphesiz. Ama onu yaşadım. Yoksa şu anda güneşli günlerinde Deportivo’nun kalesini koruyan José Francisco Molina’dan bahsediyor olurdum. Testis kanseriyle boğuştuğu sezonun ardından takıma geri dönen o atik kaleciden, Juventus maçında sağına yatıp kurtardığı turdan ve aslında bundan çok daha fazlasını yapabileceğinden. Çünkü isimlerin değerli olduğuna inanmaya başlamıştım. Her insan hayatının bir döneminde bu konuya gereğinden fazla yükselir, akrofonolojinin gerçek bir bilim olduğunu iddia etmeye kadar vardırırdı. Ben de Berkun Oya’dan ödünç alıp isimlerin ‘küçük çöpçatanlar’ olduklarını dillendirmekten keyif alıyordum. En nihayetinde, köşeye sıkıştığınızda Oya’dan ya da Agamben’den ödünç almanızın kimseye bir zararı yoktu.

“Görünüşte ölüp de hayata geri dönenlerin yaşadığı da bunun aynısıdır: Aslında bu insanlar hiçbir zaman ölmemişlerdir (öyle olsa geri dönemezlerdi) ya da bir gün ölecek olma zorunluluğundan kurtulmamışlardır. Ne var ki ölümün temsilinden kurtulmuşlardır. Tam da bu yüzden, başlarına ne geldiği sorulduğunda, ölüm üzerine söyleyecek bir şeyleri yoktur, ama hayatlarına dair pek çok güzel hikayenin konusunu bulmuş olurlar.”

Burak’a yeni keşfettiği bu hikayeleri anlatmak için fırsat tanımadım. Kesinlikle isterdim ama gözlerim artık Chris Wood’un basına değil, kıvırcık saçlı bir çift ela göze bakıyordu. Onun yerine bendeki Burak hikayelerini aramaya koyuldum. Size anlatmak için. José Francisco Molina’nın çıktığı ilk milli maçta, antrenör Javier Clemente diğer tüm yedekleri kullandığı için, sol açık pozisyonunda oynamak zorunda kaldığını anlatıp bunu Jason Molina’nın yersiz yurtsuzluğuna bağlar ve -hiç okumamış olsam da- bir ya da iki tane yerinde Antonio Muñoz Molina alıntısıyla yazıyı klas bir finale sürüklerdim. Ama öte yanda Giorgio Agamben’in sözünü ettiği ‘tayin edici’ tecrübelerden birine çarpmış olabilirdim. Denemeye değerdi.

fcb-badge

Burak, Türkiye’nin önde gelen snoblarından bazılarını yetiştirmiş bir liseyi beş yıllığına işgal eden erken ergenlerin Arkadaşınız Olmasını İsteyeceğiniz Çocuklar listesinde kafaya oynamıyordu. Benden çok uzakta sayılmazdı ama nefesini ensemde hissettiğimi de söyleyemezdim. Ama bir anda benim sıra arkadaşım olmuştu. Bana doğru talepkar gözlerle bakması gerekmişti bunun için. Halı sahada adam alışılırken son ikiye kaldığımda Orkun’a atardım o bakışlardan. O günlerde birbiriyle kıyaslayabileceğim çok fazla deneyim yoktu ama bu iki his arasında bir bağlantı olduğunu sezebiliyordum. Zaman geçtikçe alıştım. O ilk bakışın vadettiğinin aksine bir arkadaşlıktan pek az şey talep ediyordu. Almanya’ya gitmeyi kafasına koymuştu, bu ülkenin daha o günlerden kanıksamaya meyyal olduğum bir dolu şeyine ifrit oluyordu. Çoğu zaman çocukça bir öfkeyle. Büyük laflar etmeye çabalıyor ve komik duruma düşüyordu. Bunu sadece benim gördüğümü bilmek içini rahatlatıyor gibiydi. Bir gün evde yalnız başınayken kafasında Almanca diyaloglar yarattığını açmıştı bana. 16 yaşındaki her çocuğun düşüneceğini düşünmüş, dilimi ısırmıştım. “Bu konuda bayağı ciddisin ha?” Buna benzer bir şey çıkmıştı. Başka birinde artık evde annesinin bazı sorularına Almanca cevaplar vermeye başladığını, bunun çok faydalı bir pratik olduğunu ve bana da tavsiye edeceğini söylemişti. Bu böyle devam edemez, dedim kendime, bu çocuğun annesinin aklı nerede? Gerçekliğe dönmesi için son şansına bakan birini gördüğümü düşündüm o gün karşımda, böyle yüce bir görev atfedilmişti bana ve sorumluluktan kaçmamalıydım. Bu sefer içimde tutmadım, fakat fazla tınmamış gözüküyordu. Birkaç hafta sonra yaz aylarında ‘interrail’ yapmayı planladığından bahsetti, bu kelimeyi ilk kez duymuştum. Her yeni cümlesinde bir kez daha bunun bana hiç uygun bir şey olmadığını düşündüm. Çok dar bir pencereden görebildiklerimle yetiniyordum hayatımın o döneminde ve ötesini pek umursamıyordum. ÖSS’den sonra diyordum, daha yapacak bir sürü işimiz var.

Bu tren yolculuğu hikayesi başka neleri değiştirdi bilmiyorum ama Burak’ı benim hayatımda salındığı uzaydan koparıp görece yüksek bir konuma taşıdı. İlk kez bir arkadaşım, bana gerçekten yakın olan bir arkadaşım, yurt dışına çıkıyordu. Bir şey isteyip istemediğimi sorduğunda usturuplu bir yanıt bulamamıştım. Bu yeni konuma geçmek için ne yaptığının o da farkında değildi. Beyaz tebeşirle çizilmiş elektronların bileşik yapmak için bir yörüngeden diğerine atlaması gibiydi biraz yine o güne ait sınırlı deneyim havuzundan çekmem gerekirse. Aslında pek de önemli bir şey olduğu yoktu. Değersiz bir elektron kararını değiştirmiş, bulunduğu atomu daha kararlı ya da kararsız yapmaya yetmemişti tüm bunlar. Yolculuğu sırasında Barcelona’dan geçti Burak, beni bu feci analojiden kurtaracak bir şey getirdi yanında. Bir arma.

Katalan halkının bir kulüpten daha fazlası olarak gördüğü kulübün mağazalarına uğramıştı. Burak açıkça o halkın duygularıyla pek ilgilenmiyordu, Almanya’da bulmayı umduğu böyle bir halk değildi. Türkiye’de bir devrim göremeyeceği endişesiyle yola koyulmayacaktı liseyi bitirip de Abitur diplomasını aldığında. Başka saikleri vardı… O gün bu kelimeyi bilmiyordum ama o armanın bana neler hissettirdiğini artık biliyorum. Ona minnet duyduğumu anladığından emin olmak istemiştim. “Ufak, değersiz bir şey” demişti, hayatının en haklı cümlesini kurmuştu belki. Bense bunu göremiyordum. Her gün yanımda taşıdığım kitabın sayfaları arasına koymuştum onu. Fırsat buldukça bir bakış fırlatıyor, orada olduğunu görünce daha iyi hissediyordum. Ama bu böyle devam edemezdi. Anneme Burak’ın hediyesini göstermiştim, bunun karşı çıkılamayacak bir incelik olduğunu düşündüğümü belli eden bir gülümsemeyle birlikte. Sonra anneannemi bulmuş, yatakhanedeyken halı saha turnuvaları için yaptırdığımız formaya nakşetmesi emrini vermiştim. Ama her şey kuralına uygun olmalıydı. Biraz araştırma yapmalı, dikeceği yeri işaretleyip öyle teslim etmeliydim formayı. Sonra bir Almanca dersinde, armayı kaybettiğimi anladım.

blood-and-milk

Kerem ve Clarisse ile birlikteydik geçenlerde. Kerem armayı kaybettiğim o gün listebaşı olmakla meşguldü, Clarisse ise Fransa’da bir yerlerdeydi muhtemelen. Aksanına alışmakta hala güçlük çekiyordum, ancak annesinden kalan kolyesini kaybettiğini düşündü bir süreliğine anladığım kadarıyla. Telaşlı olduğunu ya da olmadığını söylemek kolay değildi ve aksan bahanesi burada işlemeyecekti. Bu belirsizliği dağıtacak bir ipucu vermekle ilgilenmedi Clarisse. Onun yerine kaybettiğini düşündüğü annesinden kalan, kaybettiğini düşündüğü kolyesini böyle mühim bir şeymiş gibi öne sürmesinin zavallıca olduğunu söyledi. Dünyaya böyle dar ve materyalist bir pencereden bakanlar için üzülmekle geçiriyordu oysa gününün önemli bir bölümünü. Kendisi de bu tufaya düşmüş olamazdı, düşmemişti de zaten. Onu yanlış anlamamı istemezdi. Böyle söylüyordu en azından. Neyi nasıl anladığımı umursadığını ya da umursamadığını söylemek de güçtü. Bense o değersiz armayı, ya da bir armadan daha fazlası olan o armayı, ya da bana bundan sekiz sene evvel Burak tarafından gerçekliğe çıkan son kapı olarak sunulmuş bir armayı kaybettiğim için üzgünüm. Dolabımın bir köşesinde katlanmış duran o ucuz formanın üzerinde, gözlerim onunla buluştuğunda, eminim ki bu beni daha iyi hissettirecekti. Jason Molina’nın şapkasıyla nasıl dururdu?

Hanginiz aldı o armayı?