Skip to content

Beklenti ve Baskı

Sporcunun da insan olduğunu hatırlayacak mıyız?

“Aptalca bir hareketti. Yaptığım anda atılacağımı biliyordum zaten. Korkunç bir hata yapmıştım. Kimse konuşmadı benimle. United tayfası hariç. Sonra Tony Adams geldi, “herkes hata yapar evlat” dedi. Sonra çıktım, anne-babamı gördüm ve yıllar sonra babamın kollarına düşüp ağladım.”

“Ufak, kendi halinde bir spor ülkesiyiz” demişti geçen yıl sonunda ziyaret ettiğim Sırp arkadaşım. Kadınlarda hentbol takımı dünya şampiyonası finalini oynuyordu kendi evinde, turnuvanın yıldızı Dragana Cvijiç bomboş kaldığı bir pozisyon sonrasında topa falso vereyim derken elinden kaçırmıştı. Son hücumlarıydı, tek farkla Brezilya öndeydi. Son şansı kaçırmıştı Dragana, 20.000 Sırp önünde çöküp kalmıştı. Basit bir şut çıkarsa maç uzayacaktı. Tarihi başarıydı ikincilik, tüm takım arkadaşları mutluydu madalyaları alırken, o hariç. Ağlıyordu. İki yıldır hayalini kurduğu şeyi, tüm hazırlıklarını tek şutla bitirmişti. Beklenti ve baskı, turnuvadaki çoğu oyuncuyu tek eliyle kaldırabilen dev pivotu mahvetmişti.

“Nasıl oluyor ben de anlamıyorum, kadınlarda hentbol kim, biz kim” diye devam etti Sırp arkadaş. Erkeklerde hadi tamam bir nebze, bir iki olimpiyat ve dünya şampiyonluğuna sahip olduklarını, ancak kadınlarda böyle bir başarıyı hiç hayal etmediklerini söylüyordu. “Gerçi Dragana’nın yıkıldığına bakma, kafaca çok güçlü, altyapı eğitimi çok iyi. Mesela Novak gibi. Onun dünya bir numarasında ne işi var?” diye kıyaslıyordu. “Böyle bir süperstar, sempatik, beklenti ve baskıyı böyle rahat kaldırabilen bir adam bizden nasıl çıktı?” demişti zaten tanıştığımızda da. Mental gelişiminin küçük yaşta verilen eğitimle olabileceğini söylüyordu. Üst seviyeye çıkaramadıkları birçok erkek tenisçi olduğundan, onların eğitimini tam manasıyla gerçekleştirecek bir koçlarının olmadığından yakınıyordu. “Spor kültürümüz var belki ama, başarı alışkanlığımız fazla değil bizim, işte su topu, biraz erkekler hentbol, basketbol, şimdi şimdi tenis…” derken, büyük bir trollük yaptığını düşünmeye başlamıştım. Liljana’nın sesi uzaklaşıyordu kulaklarımdan. Spor kültürlerinin çok da fazla olmadığını söylüyordu, ben sıradan, sporun içinden gelmeyen birisi olarak sahip olduğu spor kültürüne hayran kalmakla meşguldüm. Türkiye’deki muadili en fazla “aşkım biz ne tarafa atıyoruz” diyecek kadar (istisnaları tenzih) sporla iç içeyken, Lili mental eğitimden falan bahsediyordu. İçten içe sinirlendim. Spor kültürümüzde olmayan ne varsa onda vardı.

“Şimdi olanları boşver. Git, ailenin yanında biraz zaman geçir, kendine gel, tatil yap. Sonra dön ve antrenmanlarda her şeyi kafandan çıkarmış ol, yaptığın şey dünyanın sonu değil. Seni ve tüm takım arkadaşlarını koruyacağız her zaman olduğu gibi.”

Neyi yanlış yaptığımızı düşünüyordum evlerinden çıktıktan sonra. Ben olmamıştım misal. Bir yere kadar oynadım, sonra gerisi gelmedi. Hiç unutmam, İstanbul Okullararası Hentbol Şampiyonası’nın finalindeyiz Üsküdar’a karşı. Altı yedi tane sınıf var bizim okuldan tribünlerde. Maç başladı, birkaç dakika sonra hızlı hücum oldu, karşı karşıya pozisyonu atamadım. Öndeki kalecinin üstünden bıraktım, direkten döndü işte ne bileyim. Düz atabilirdim. Ben de Dragana gibi gaza geldim sanırım. Çıkarıldım oyundan. Sonra, ta galibiyeti garantiledikten sonra, maçın bitimine yakın girdim, yine şut pozisyonu geldi, gidemedim, dönüp pas verdim. 15 yaşında mıydım neydim. Yemedi işte. Beklenti ve baskı canımı çıkardı oyuna ikinci girişimde.

“10 Heroic Lions, One Stupid Boy”

Beckham 98 Dünya Kupası’nda 23 yaşındaydı. Onu medya büyüttü, taraftarlar ilahlaştırdı. Tüm turnuva öyleydi ama, ikinci turdaki Arjantin maçından önce İngiltere’nin onun üzerindeki etkisi belki de beklenti ve baskıyla açıklanamazdı. Diego Simeone’ye attığı “tekmemsi” sonrası kırmızı kart gördü, günah keçisi oldu. Kabus gibiydi geçirdiği dönem. Futbolu bırakmayı bile düşündüğünü söylüyordu Beckham. İnsanların tepkisini kaldıramamaya başlamıştı. Kendisini gazetelerde küfürlerin içerisinde görüyor, sürekli eleştiri görmekten kusacak gibi oluyordu.

Neyse ki Alex Ferguson’ın yetiştirdiği biriydi. Çabuk atlattı. Antrenörleri, dostları, ailesi ve daha önemlisi de taraftarları yanında oldu. Ki, kendi hatasıydı. Beckham, en büyük düşüşünü etrafındakilerin desteğiyle atlatmıştı.

***

Dün 19 yaşında bir futbolcunun diz bağları koptu. Şanssızlıktı, hatası yoktu. Büyük beklentiyle, herkesin en az Galatasaray kadar cebinden verdiği 10 milyon Euro’ya mı ne transfer oldu. Yeni Cristiano Ronaldo dendi, çok iyi olacak, olmalı dendi, bir koşsun da görelim dendi. Yazın dünya kupası görme ihtimali vardı, artık yok. Zeminden dolayı, rakipten dolayı, hırsından dolayı… Neyse ne.

“İyi halt etti, ne işi var orada baskı yapıyor.”

“Neyse iyi oldu, Telles’e yer açılır.”

“Zaten topa vurmayı bilmiyor, anca koşsun.”

“Hemen sözleşmesi dondurulsun bari.”

19 yaşında bir adamın kariyeri yerinden oynadı dün. Birileri para boşa gitti diye üzülürken, 19 yaşında, şu an dilini bilmediği bir yerin hastanesinde bir ördeğe işiyor yüksek ihtimalle.

***

Dragana o şutu kaçırdığında aklıma benim kaçırdığım şut geldi. Aynı yaştayız, ben İstanbul finalinde kaçırdım, hala içim cızlar o pozisyonu hatırladıkça, o dünya şampiyonası finalinde son topu kaçırdı. Ne hissederdim düşünemiyorum. Bizim hikayemizde, hikayenin ben tarafı spor adına çok acı. Bütün yıl hazırlandım, tek şutla bittim. Bir daha elime şans geçmedi. Dragana ise büyük ihtimal o şuttan birkaç tane daha atma şansı bulacak kariyerinde. Medya onu yemeyecek, insanlar o şutu çıkarırken ne hissettiğini anlayabilecekler orada.

Beckham ise süperstarlığa kaldığı yerden devam etti. Hatalar yaptı, sakatlandı, hatta son dünya kupasını ise aşil tendonunu kopararak kaçırdı. Yine döndü, oynadı. Bruma süperstar olabilir deniyor. Onların hikayesinde, hikayenin Beckham tarafı oldu. Peki biz sadece sakatlanan bir çocuğu bile asarken, Bruma’nın geri dönebilmesi için gereken spor kültürüne sahip miyiz?

NOT: The Class of 92 çok güzel film. Az bir şey spoiler verdim ama etkisi yok.