Skip to content

İşte Bugün Ölen O Snooker Oyuncusu!*

9 Ekim tarihine özel olarak, yalnızca bir kereliğine, Yazıhane yazarlarından Ali Murat Hamarat’tan bir miktar rol çalacağım.

9 Ekim tarihine özel olarak, yalnızca bir kereliğine, Yazıhane yazarlarından Ali Murat Hamarat’tan bir miktar rol çalacağım. O’nu tanıyanlar, yazılarını okuyanlar bilir; Ali Murat, Allah selamet versin, senenin üçyüzaltmışbeşaltı gününe de hakimdir ki, hangi tarihte kim öldü, hangi tarihte kim nerde doğdu, kim öte yana gitti, kim berikini öldürdü, her şeyi hafızasında muhafaza eder. Örneğin; “Ben de Kasım’ın 16’sında Uşak’a gidiyorum memlekete” deyiverdiğinizde alacağınız cevap muhtemelen, “Oo, Antonio de Nigris’in öldüğü gün gidiyorsun, Emre. Aynı günde Ahmet Kaya, İrlandalı aktivist Lenny Murphy, Slovak sopranocu Lucia Popp da ebediyete intikal etmişti, bilirsin” gibi bir şey olacaktır. Ya da; “18 Temmuz’a gün aldık” dediğinizde, benzer şekilde, “Oo, Nadia Comăneci’nin olimpiyat tarihinde 10 tam puan alan ilk jimnastikçisi olduğu o ılık Montreal gününde hem de!” cevabını almanız olasıdır.

Kendi doğum gününü bile zaman zaman karıştıran biri olarak, 9 Ekim’in kafama kazınmasının, her takvim senesinde bu tarihin birkaç gün öncesinden itibaren kafamın bulanmaya, bünyemdeki melankoli dozunun sinsice artmaya başlamasının sebebi, yazı fikrini kendisiyle paylaştığımda Ali Murat’ın tahminlerinde yer alan Brel, Che ya da Yusuf Atılgan değil, Paul Hunter’dır.

Snooker’ı şöyle ya da böyle takip etmeye başladığım 2000-2001 yıllarının iki kahramanı vardı bende: Dünya şampiyonu olduğu ve biraz da duygularını masaya yansıttığı için Mark Williams ve tabii ki güle oynaya Masters şampiyonluğunu kazanan Paul Hunter. Yıllar sonra öldüğünde bile 27 yaşında gencecik bir insan olan Hunter, bu yıllarda daha da körpecikti –söylemeye bile lüzum olmadığı üzere.

Paul Hunter, profesyonel olarak snooker oynadığı 1995-2006 tarihleri arasında, ki bu 16-27 yaşları arasına tekabül eder, hiç dünya şampiyonu olmadı. Dünya Şampiyonası finali de oynamadı. Buna karşın, çok kısa bir sürede bir Masters efsanesi haline geldi, çok önemli rakiplere karşı hep de gerilerden gelerek bugün bile unutulmayan galibiyetler kazandı, kimsenin kalbini kırmadı, hep güldü, görünüşüne hep önem verdi, neredeyse herkes tarafından sevildi. Bugünün snooker dünyasından kimi hatırlatıyor sizlere bu tarif?

Evet, Paul Hunter’ın o yaşta ölümünün etkisini, bugün, örneğin Mark Selby’nin olası ölümünün etkisi tekrarlayabilirdi –karşılaştırma yapılabilmesi açısından söylüyorum. 27 yaş lanetini atlatmaya sadece altı gün kala kansere yenilen Paul Hunter, şükür ki “kaydedilenler”de yaşıyor ve o “kaydedilenlerin estetiği” onun yer aldığı her görüntüde biraz daha zirve yapıyor. Sportif başarılarına bakacak olursak; dört sene içinde üç Masters şampiyonluğu (şampiyon olamadığı sene yarı finalde, tüm turnuvayı fantastik bir seviyede oynayıp kazanan Mark Williams’a kaybetmişti), son Masters şampiyonluğunda, Mark Selbyvari bir geri dönüşle 2-7’den gelip Ronnie O’Sullivan’ı 10-9 mağlup etmesi (bu maçta beş yüzlük seri yapmıştı), bu turnuvayı üst üste kazanabilen yalnızca üç oyuncudan biri olması (diğerleri; Cliff Thorburn ve Stephen Hendry), üç Masters şampiyonluğunu da karar freymleri neticesinde kazanması babında asla pes etmez ve geri adım atmaz müsabaka karakteri, yoluna sürekli Stephen Hendry çıkmasa olabilecekler, gibi birçok maddeden söz edilebilir; ama bunlara birazcık eforla ve arama motorlarının da yardımıyla günümüzde herkes ulaşabiliyor zaten.

Arama motorlarının yardımıyla (en azından şu an için) ulaşılamayacak şey ise, snooker’ın ve sonrasında da Paul Hunter’ın şahsım için ifade ettikleridir. Üzerinde Paul Hunter’ın imzası bulunan ıstakamla, Hunter’ın ebediyen 27’ye endekslenen yaşı kadar bir seri bile yapabilmişliğim olmasa da ıstakamı baş köşelerimde tutmamın sebebi, oyunun kendisinden aldığım güç ve motivasyondur. He, “sözüm ona bu güç ve motivasyonla ne başardın ki?!” diyenlere elle tutulur bir cevabım olup olmadığından da emin değilim ama bir şekilde görmüşümdür yararını –o kısmı fazla kurcalamayalım.

paulhunter2

Paul Hunter öldüğünde, adına en çok üzüldüklerim, karısı ve minicik kızı ya da ailesi değildi tuhaf bir şekilde; başta çok yakın arkadaşı Matthew Stevens olmak üzere, diğer snooker oyuncusu arkadaşlarıydı. Bunun sebebini, karısıyla ya da kızıyla kuramayacağım empatiyi, bir şekilde Matthew Stevens’la kurmuş ya da kurduğumu sanmış olmamla açıklayabiliyorum. Paul Hunter, aynı benim gibi gencecik bir adamdı, arkadaşları vardı, çok sevdiğim ve kendisinin de çok sevdiği bir oyunu oynayıp duruyordu o arkadaşlarıyla aynı çatıların altında; sonra bir gün ölüverdi. Saçları gibi, kalan günleri de azalırken, onunla bir zamanlar aynı salonda olup hala gösterinin parçası olmaya çalışmak, el sıkışıp başka bir rakiple bir maça başlamak ve sonra kazasız belasız bitirmek için çabalamak nasıl bir şeydir, hala aklım almıyor. İşte bu yüzden Matthew Stevens için hep çok üzüldüm ve Hunter öldükten sonra her maçını kazanmasını istedim belki kazandığında o yakışıklı arkadaşını hatırlıyordur diye…

Paul Hunter öldüğünde herkesin kalbi kırıldı. Paul Hunter’ı düşündüğünde her snooker severin kalbi hala kırılıyor. Adı Masters’a verilmese de dönemin federasyonu tarafından, vakıflarda, turnuvalarda yaşıyor ve modern snooker döneminin en isyan edilesi kaybı olarak da yaşamaya devam edecek.

Kalbimiz kırık; bir Paul Hunter-Judd Trump seyirliğinden, bir Paul Hunter-Mark Selby eşleşmesinden, bir Ronnie kapışmasından ebediyen mahrum olduğumuz için.

Kalpleri kırık; Paul Hunter’la o koridorlarda, salonlarda bir daha karşılaşamayacakları, elini sıkıp başladıkları maçlarda birkaç freym öne geçtiklerinde, “acaba ne zaman geri dönüş yapacak gene!” stresine artık saplanıp kalamayacakları için.

Her ölüm erken ölümdür, tamam da; bazı ölümler diğer ölümlerden daha erkendir.

*Respect @spoilerhaber