Skip to content

Kahramanın Yolculuğu

Başka türlü bir his bu; klasik anlatı ile modern anlatı arasında tercih yapmak gibi.

Atlanta Hawks-Cleveland Cavaliers serisinin üçüncü maçının devre arasına kadar olan kısmının çok hızlı bir şekilde fotoğrafını çekelim. Cleveland’da Kevin Love zaten sezonu kapatmış, Kyrie Irving de üst üste ikinci maç takım elbisesiyle oturuyor. Atlanta evindeki iki maçı da kaybetmiş, DeMarre Carroll sakat sakat oynuyor, Kyle Korver’dan sonra Al Horford da henüz ilk yarı bitmeden Matthew Dellavedova kurbanı olmuş ve Flagrant II ile soyunma odasının yolunu tutmuş, meydan Mack, Scott, Bazemore, Muscala gibi aslında 10 günlük kontrat oyuncularına kalmış. Özetin özeti: Atlanta seride 2-0 geride, lidersiz, moralsiz ve eksik; 2-0 önde olan ve evindeki ilk maçına çıkan Cleveland’da ise üç büyükten yalnızca LeBron James sahada ve ilk 10 atışını kaçırdıktan sonra devreyi de 3/16 ile bitirmiş.

LeBron ilk 10 atışını birden kaçırdığında maçı canlı izleyen istisnasız her basketbolsever, 30 yaşındaki bu durdurulamaz adamın maçı 30+ sayıyla bitireceğinden, ribaund ve asistlere yüklenip triple-double kovalayacağından adı gibi emindi. Maçın sonuna flash-forward: LeBron neredeyse 47 dakika sahada kaldı, 38 sayı-17 ribaund-13 asistlik bir performansla 12. play-off triple double’ına ve bu kategoride tüm zamanlar ikinciliğine (Larry Bird ve Jason Kidd ile birlikte) ulaştı. Ayrıca bu rakamlara üç kategoride birden ulaşan tarihteki ilk oyuncu oluyordu ki, en son Charles Barkley bu rakamlara yaklaşabilmişti. Yetmedi, takımının uzatmadaki son 5 sayısına imza attı. O da yetmedi, tüm zamanlar play-off toplam sayı rekorunda Karl Malone’u geçerek 6. basamağa oturdu. İlk yarı hücumlarındaki o berbat seçimler, tüm o top kayıpları unutulmuştu, artık sadece bu yeni ve güncel rakamlar konuşuluyordu. Ama… İstatistik hanelerini hızla dolduran LeBron James’in esasında bundan çok daha büyük ölçekte bir planı vardı.

Klasik anlatı

Sanat ve sinemayla, özellikle de Amerikan sinemasıyla ilgili tüm kitaplarda yer alan Paul Rotha vecizesi, “sanat politikadan soyutlanmış olamaz” der. Klasik Hollywood sineması ve beslendiği geleneksel hikaye anlatı biçimi, artık herkesçe bilindiği üzere; iyi olan kahramanın kötü olan anti-kahramanla mücadelesini dönemin uluslararası ilişkiler çekişmeleri düzleminde ele alır ve sonunda iyi olanın ötekiyle/düşmanla/kötüyle mücadelesini meşrulaştıran ve duygusal bir zemine bağlayan bir propaganda aracı olarak görev yapar. Özellikle Soğuk Savaş yılları olan 80’lerle birlikte iyice muhafazakar ideolojinin tahakkümü altında kalan Hollywood sineması, farklı görüntüde olmasına rağmen aynı yapısal şablona oturan örnekleriyle olay örgüsünü hep kahramanın yolculuğu üzerine kurarak klasik anlatıya göz kırpmıştır, zira izleyici motivasyonu anlamında önemli olan birey değil, kitledir. Propaganda unsurlarının fitilleri de burada ateşlenir.

80’lerde Soğuk Savaş üzerinden Sovyetler ve komünizmle boğuşan, 11 Eylül sonrasında ise dümeni radikal İslam tehditlerine kıran Hollywood sinemasının, çok uzak coğrafyalarda fink atan ülkesinin eylemlerini meşrulaştırma, Amerikan milliyetçiliğini kutsama, yenilgileri bile birer kahramanlık destanına dönüştürme gayreti, elbette ki sadece sinema üzerinden yürümeyen, bu yazının ana konusu olan basketbol da dahil olmak üzere spor dallarını da içine alan, varlığını spor sahalarında karşımıza çıkan Amerikan bayraklarıyla, TV yayınları arasına giren Amerikan ordusu reklamlarıyla sürdüren geniş çaplı bir propaganda kültürünün temsilcisidir. Bu iki paragraflık pek klişe durum tespitinin ardından gelelim LeBron James’in büyük planına.

LBJ3

Başka türlü bir kahramanlık

24 Mayıs gecesi sahadaki sportif hünerleriyle Atlanta Hawks’ın canına okuyan LeBron James’i bu kesmiyordu, çünkü LeBron James herhangi bir maçta takımının son sayılarını eli titremeden zaten atabilirdi, herhangi bir takıma karşı zaten triple-double yapabilirdi; fakat tüm uygun şartların “tesadüfen” bir araya geldiği bu maçta başka türlü bir kahramanlık hikayesi ve sonunda verilecek başka türlü bir mesaj gerekiyordu: Sakatlandı.

47 dakika sahada kaldığınız ve her saniyesinde aktif olduğunuz, tüm maçın yükünü neredeyse tek başınıza çektiğiniz bir maçın sonunda kramplarla boğuşmanız çok doğaldır –LeBron James bile olsanız. Dolayısıyla James’in acaba sahiden de sakat sakat mı oynadığını, yoksa rol mü yaptığını tartışmak yerine, bu sahici ya da sahte sakatlığı nasıl pazarladığına ve buradan nasıl bir kahramanlık hikayesi çıkardığına kısaca değineceğim.

İyileri temsilen kahramanımız LeBron James, Rocky Balboa misali ilk iki raund boyunca dayak yer. Sıkılmıştır, yorulmuştur, üstüne bir de sakatlanır; ama mücadeleyi bırakmaz. Nasıl ilk 10 şutu kaçırdığında insanüstü istatistiklere imza atacağından emin olduysak, 20 metreden Cavs bench’ine çıkmak istiyorum işareti yaptığında ve bir saniye içinde vazgeçtiğinde de filmin sonunun başka türlü geleceğinin işaretini almıştık. O “yaralı” LeBron James kenara hiç gelmedi, kaçırdığı ya da soktuğu her şuttan sonra topalladı, uzatmanın sonunda takımı iki sayı gerideyken sol dipten maçtaki tek üçlüğünü soktu, takip eden Hawks hücumunda kötüleri temsil eden “anti-kahraman” Jeff Teague’e dur dedi ve birkaç saniye sonra da maçı takımına getiren turnikeyi attı. Sakat sakat. Katarsise ise maçın bitiminde tüm kahramanlığını gözümüze gözümüze sokar bir şekilde secdeye yattığında ulaşacaktık. Sonrası, sonrası jenerik.

İşin aslı; LeBron James maç sonunda verdiği o pek dramatik görüntüyle, saha kenarındaki röportajında söyledikleriyle, önce Atlanta Hawks’a, sonra Golden State Warriors’a, en sonunda da başta kendi takımı ve taraftarları olmak üzere tüm dünyaya yüklü bir mesaj gönderiyordu. Tek başına bu kare, play-off’ların geri kalanı için tamamen planlanmış bir mesajdı ve belki de başlı başına bir şampiyonluk yüzüğü daha getirecek bir hamleydi –göreceğiz. Huzurlarımızda yorgun ve muzaffer bir adam vardı, her ne olursa olsun “iyilerin” kazanması için her zorlukla mücadele edecekti, bunu kendisi için istiyorsa namertti ve bizler de bu destanı izleyen kişiler olarak, tıpkı bir kahramanın (tercihen Amerikalı) dünyayı kurtardığı filmlerin sonunda gördüğümüz üzere, gözlerimizden akmak üzere olan bir damla gözyaşı ile bunu kutsamalıydık. Rocky, Armageddon, neye benzetirseniz benzetin; Çin’de, Rusya’da, Brezilya’da, dünyanın her yerinde tüm halklar meydanlara akın etmiş, bu adamın yiğitliğini işte bu sahneyle zihinlerine kazıyorlardı. Bu, artık rakamlarla açıklanamayacak, başka türlü bir kahramanlık destanıydı. Kendi takımının en iyi oyuncuları meydanda yokken, tam da Hawks bin bir zorlukla boğuşurken ve 2-0 gerideyken, yine kendi seyircisinin önünde aldığı bir helallik –unutulmaz bir final. İnsanın neredeyse o ilk 10 şutu da senaryo gereği kaçırdığına inanası geliyor.

Bir LeBron James fanatiği değilim. O’ndan nefret de etmiyorum. Bir şeyi ya da kimseyi eleştirdiğinizde bir başka şeyin ya da kimsenin yaltakçısı olarak yatfalandığınız bir çağda yaşıyoruz, peşinen söyleyeyim: “Kobe’ci” değilim, flu game’i hala anlatılan “Jordan’cı” filan da değilim. Bu, aşk ya da nefret içermeyen, başka türlü bir beter his; tıpkı Rocky filmlerini otuzuncu kez de olsa iştahla ve “haydi be oğlum!” nidalarıyla izlemek, ardından bir an durup düşününce bu filmlerin alt metninden ve kahramanın klişe yolculuğundan sonsuz derecede irrite olmak gibi bir şey. Bu, kitleleri hedefleyen klasik anlatı ile bireyi hedefleyen modern anlatı arasında bir tercih yapmak gibi bir şey. Bilmem anlatabildim mi?