Skip to content

Eski vs Yeni

Değişim bazen rahatsızlık verebiliyor çünkü insan değişimi fark ettiğinde biraz daha yaşlandığını anlıyor.

Yıllar önce, Pangaltı’nda Küçük Emrah filmlerini aratmayan bir mahalledeki evde, ev arkadaşımla dünyanın en iyi takımı hangisi tartışması yapıyorduk. Öğrencilik işte, boş vaktimiz bol. Tartışma gittikçe çirkinleşiyordu. Çünkü ben sabit bir fikirle Fenerbahçe’nin dünyanın en iyi takımı olduğunu söylerken, ev arkadaşım bunu nasıl düşünebildiğime şaşırıyordu. Manchester, Real, Barcelona… bunlar varken nasıl Fenerbahçe dünyanın en iyi takımı olabilirdi? İşte bu yazı da çok geç kalmış bir cevabı ve o cevabın artık neden geçerli olmadığını anlatıyor. Belki de hiçbir şey anlatmıyor.


“Tekmeye Kafa Uzatanlar” vs “Boy Band”

Geçtiğimiz sezon, Mart ayında Bayern Münih’in pek de yakın olmayan takipçisi, lig ikincisi Dortmund tam da o hafta Stuttgart deplasmanına bir yolculuk yapıyor, en azından Mart ayı bitmeden şampiyon olma ayrıcalığını Münih’e vermek istemiyordu. Ev sahibi VfB Stuttgart ise o haftalarda biraz rahatlamış olsa da düşme potasından daha yeni yeni uzaklaşıyordu. O aralar tüm dünyanın ilgisini çekmeye başlayan Dortmund maçın favorisiydi. Reus, Götze, Lewandowski, İlkay… gibi yıldızlardan şov, Stuttgart futbolcularındansa bu 90 dakikalık tek taraflık gösteride figüran olmaları bekleniyordu.

Ama Stuttgartlılar kendilerinden bekleneni yapmadı ve futbol oynamaya çalıştı. Ne olduysa da bundan sonra oldu. Dortmund maçı zor da olsa 82. dakikada attığı golle 1-2 kazandı. Fakat maç sonu açıklamalarında Stuttgartlı futbolculara sitem dolu mesajlar gönderdiler. Şov yapması gereken genç yıldızlar, Stuttgart’ın sertliğinden yakındı, bu yüzden yeteneklerini gösteremediklerinden bahsetti. Gittiği her yerde genellikle sevgi bulan Klopp bile, Stuttgart’ın bu hırsını anlayamadığını, maçı bu kadar zorlamalarının, sertleştirmelerinin anlamsız olduğunu söyledi. Stuttgartlı taraftarların o gün kahramanlaştırdıkları, defans oyuncusu Georg Niedermeier hedef adamlardan biri oldu. Niedermeier tekmeye kafa sokan futbolcuydu ama işte bir iki defa Reus’u faulle durdurmuştu. Futbol seyircisi Reus’un yeteneklerini görmek istemişti ve buna izin verilmemişti! İnsanlar Götze’nin çalımlarını ve teknik vuruşlarını görmek istiyordu! Ona karşı sert oynamamak gerekliydi. Bir hafta boyunca bunlar yazıldı çizildi. Stuttgartlılar kendilerinden beklenen figüranlığı kabul etmedikleri için futbol katili ilan edildiler. Futbolda yaratılmaya çalışılan dünyaya ait yapay seyirciler Reus’u izlemek isterken, ev sahibi takımın taraftarları dişediş bir mücadele görmek istemişti. Bu ikinci kısım önemli değildi. Çünkü para ve dolayısıyla ilgi, popüler olandan yanaydı. Stuttgart taraftarı o günkü Dortmund takımını ve futbolun aldığı şekli çok güzel bir göndermeyle açıkladı. Borussia Dortmund artık bir futbol takımı değildi, resmen “Boy Band” olmuşlardı.

“Kupaya Kafa Atanlar” vs “Robot Duygular”

Futbol içinde rekabet olan, kaybedenin de hakkının verildiği, mücadelenin üst seviyede olduğu bir spor olmaktan çıkıp, şov dünyasının en karlı işlerinden biri haline geleli çok oldu. Buna rağmen içinde piyasaya uymayan birçok olayı da barındırmaya devam etti. Zidane’ın 2006 Dünya Kupası’nda Materazzi’ye attığı kafa da bu olaylardan biriydi. O günden sonra Zidane’ın o şanlı kariyerini utançla bitirdiğini söyleyenler oldu, Materazzi’ye küfürler edildi. Orası milyarlarların döndüğü profesyonel bir ortamdı. En azından Zidane’ın kendisine ne söylenirse söylensin sakin kalması, işini yapmaya devam etmesi gerekirdi.1 Sonuçta kendi ülkeleri hariç bu iki isme de hak veren olmadı. Materazzi İtalya’da bir kahraman olurken, Fransızlar Zidane’ın o hareketini, bir de heykelini yaparak ölümsüzleştirdiler. Dünya dönen paralardan, profesyonellikten konuşadursun, o finaldeki heyecanı en derinden yaşayan taraftarlar bu iki ismin de insan olduğunu unutmamıştı. Materazzi oyunun kendisi kadar eski bir taktiği kullanıp Zidane’ı sinirlendirmişti. İtalyanlar için bu futbolun içindeydi. Zidane ise dünya kupası finali de olsa bu hakareti kendine yedirememiş, kafayı atmıştı. Fransızlara göre de bu onun büyük karakteriydi. Bu olayı 50 yıl sonra bile anlatılacak hale getiren, bir daha karşı karşıya göremeyeceğimiz bu ikili, futbolun kaybolan bir yanını, dünyanın en büyük kupası için sahne alırken bizlere belki de son kez izletti. Bu oyunu oynayanlar insanlardı. İnsan duyguları ön plana çıktığında önünde Dünya Kupası da dursa ona kafayı atardı.

“Tanrı’nın Eli” vs “Hayalet Gol”

Bundesliga’da 2013 Ekim ayında, Leverkusen Hoffenheim’ı Kiessling’in aslında olmayan kafa golüyle 2-1 mağlup etmişti. Aslında kafayı vurduktan sonra Kiessling, yüzünü elleri arasına alıp kaçırdığı gole üzüldü. Hakemin gol kararı vermesinden sonra da arkadaşlarıyla kutlamaya başladı. Orta yuvarlakta, hakem gol olup olmadığını Kiessling’e sordu, Kiessling gol değildi diyemedi. Maç sonu açıklamaları da önceden planlanmış, öğretilmiş gibiydi. Kiessling ben olayı tam göremedim dedi. Ama sonra da ekledi, eğer gol değilse bu şekilde galip gelmek istememişti. Bu röportajı izlemek hayattan çalınan birkaç dakika gibiydi. Tamamen politik cevaplarla iş geçiştirildi. Sonuç belliydi, o gol verilmişti.

1986 yılında futbolla ilgili ilgisiz herkesin artık sanki oradaymış gibi bildiği bir olay oldu. Maradona milyonların gözü önünde eliyle topu ağlara gönderdi, İngiltere taraftarları isyan ederken Arjantinliler golü kutladı. O gün de Maradona önce golün geçerli olup olmadığını anlamadı. Gol verildikten sonra seyircisine koştu ve kutlamaya devam etti. Yerden yere vurulmasına sebep olacak bir hareket yapmıştı. Bugünlerde olsa birçok basın danışmanının telkiniyle bambaşka açıklamalar yapılacak pozisyona Maradona o gün çıkıp çok içten bir şekilde, o golü “Tanrı’nın Eli” attı diyebilmişti. Golün elle atıldığını herkes görmüştü. Ama son kararı verecek olan hakem görmemişti. Maradona bunun futbolun içinde olduğunu biliyor, onu belki oyunundan büyük yapacak sözleri sarf ediyordu. Bu gol için özür dilemedi. İnsani bir refleksle elini topa uzatmıştı. Futbol dünyasının yarısı ondan nefret ederken, diğer yarısının sevgisi onun en büyük efsane olmasına zaten yetecekti. Sahada doyasıya kutladığı bu pozisyon için özür dileseydi belki de Maradona efsanesi doğmadan bitecek, iki yüzlü olarak hatırlanacaktı. O golü “Tanrı’nın Eli” atmadı ama belki de futbol tanrıları aynı gün ona yüzyılın golünü atma fırsatını sundu. Bu zamanımızın güdümlü açıklamalar yapan, programlanmış futbolcularına belki de bir daha hiç vermeyecekleri bir fırsattı.

“Şanstı Diyebilenler” vs “Evimizden Aldıranlar”

Aykut Kocaman’ın 1994 yılında Zeytinburnu’na attığı mükemmel bir gol vardı. Maç sonu muhabir Aykut Kocaman’a bu gol için çalışıp çalışmadığını sordu. Aykut Kocaman ise çok içten bir şekilde, böyle gollerin çalışarak atılamayacağını, antrenmanda 50 defa böyle şutlar attığını ama sadece birinin gol olduğunu söyledi. Bu gol onun en güzel 10 golü arasına girecekti ama kendisi buna şans diyebilmişti. O günlerde yapılan röportajlar biraz da kontrolsüz olduğundan daha doğaldı. Eski zamanlardaki büyük futbolcular bu nedenle sadece oynadıkları futbolla değil, otosansür olmadan söyledikleriyle, yaptıklarıyla da hatırlandı. Marka değeri öne çıkmadan önce, futbolcular spontane sorulara maruz kalıp, kendi akıllarından çıkan cevaplar verdiklerinden, onların nasıl bir insan olduğuna dair de az çok fikir edinilebiliyordu.

Geçenlerde oynanan Fenerbahçe – Galatasaray maçından sonra Gökhan Gönül de yayıncı kuruluşa konuştu. Verdiği cevaplar çok basmakalıp, herhangi bir maç sonu röportajından farksızdı. Sonra birden, bir pozisyonda kendini yere attığı için özür diledi. Bu, ucuz popülizmin en üst boyutlarında dilenen bir özürdü. O pozisyon penaltı olmamıştı, eğer ki olsaydı ve golle sonuçlansaydı Gökhan bu golü kutlamayacak mıydı? Hakeme gidip yok penaltı değildi diyebilecek miydi? Bunu da geçelim, o anda galeyana getirdiği taraftar ve hakemin yediği küfürler bir özürle kapatılabilecek miydi? Ama birçok insan Gökhan’ı takdir etmişti, çünkü özür dilemişti! Belli ki bu çalışılmış bir maç sonu konuşmasıydı. Ön çalışma olmadan, spontane konuşulduğunda ne olduğunun en güzel örneğini Volkan seneler önce bizlere vermişti. Kendine soru soran muhabiri evinden aldıracak olan Volkan, yeni futbolun, yeni Fenerbahçe’nin marka değeriydi.


Geçmişi özlemek herhalde ortak bir davranış. Bazen geçmişe gereğinden fazla anlam yüklendiği de bir gerçek. Fakat konu futbol olduğunda bir şeyler gerçekten değişti gibi. Doğallık, aidiyet, romantizm geride kaldı, bunların yerine realistlik, profesyonellik gibi kavramlar geldi. Verilen röportajlardan tutun da oyun içindeki diyaloglara kadar bir şeyler yapaylaştı. Cüzdanında hayranlarına vermek için vesikalık fotoğraf bulunduran futbolcuların yerini, dokunulmazlığı olan popüler figürler aldı. Bu figürleri yolda gördüğünde, onların insan olduğunu unutup sorgusuz fotoğraflarını çeken seyirciler türedi.

Benim için dünyanın en iyi takımı Fenerbahçe’ydi. Arkasında mantık yoktu. 103 gol atan takımın ilk 11’ini ezbere sayarken de, Aydınspor’dan 6 gol yerken de, önce Cannes sonra Van günlerinde de, Sigma Olomouc’tan 7 tane yediklerinde de, Galatasaray’a 6 gol attıklarında da en iyi takım Fenerbahçe’ydi. Çünkü o zamanlarda para hesabı yapmayı bilmezdim. Pendik’e elenmek kötüydü ama rakibi küçümsemezdim. Kendimize kızardım. Şimdi bu duygular çok geride kaldı. Benim geçmişten bildiğim, aslında belki de sadece kafamda oluşturduğum Fenerbahçe, kendini kupadan eleyen Fethiyespor’u tebrik edip, taraftardan özür dilerdi. Tebrik kısmı olmasa bile bunun telafi edileceği söylenirdi. Şimdiki Fenerbahçe ise zaten Türkiye Kupası’ndan zarar edildiğini, gereksiz bir uğraş olduğunu söyledi. Koskoca Fenerbahçe bir marka olmuş, fabrika da zarar ediyormuş.

Artık dünyanın en iyi takımı Fenerbahçe değil. Çünkü görüldüğü üzere Fenerbahçe artık bir futbol takımı değil. En büyük Coca Cola başka büyük yok diye tezahürat etmiyorsam, en büyük Fenerbahçe de diyemem artık. 11. doğum günümde dayım sarı lacivert çubuklu çok küçük bir bayrak vermişti. Bayrak küçüktü ama dünyanın en iyi takımını temsil ediyordu. Son doğum günüme gelene kadar o bayrak, dayım ve belki de sadece benim özelimde temsil ettiği birçok değer kayboldu. Neyse, derdim sadece Fenerbahçe değil. Anlayan çoktan anladı.

  1. Arbeit macht frei. []