Skip to content

Geceyarısından Sonra

Bazen izlediğiniz bir film sizi birkaç yaş birden büyütür.

Sinema yapmak için ihtiyacınız olan sadece bir kadın ve bir silah demişti Godard bir zamanlar. Çarpıcı bir tavsiye peşinde koşmuyordu. Parasız olsanız bile bir gözünüz, kaleminiz ve cesaretiniz olduğu takdirde bu sanatın kapılarının size açık olduğunu göstermekti niyeti. Bunu Richard Linklater’a da sorabilirsiniz. “Before…” serisinin üçüncü filmi “Geceyarısından Önce” ile bu aralar şehrin sinemalarına uğrayan Amerikalı sinemacının formülü de 90’lardan beri benzer bir rotada ilerliyor. Kendi ağzıyla ifade etmese de onun için sinema bir mekân, bir Ethan Hawke ve bir Julie Delpy’den oluşuyor.

Birkaç nesli Avrupa’da trenle seyahate yollayan Before Sunrise ve birkaç nesli Paris’teki Shakespeare and Company kitapçısına yollayan Before Sunset sonrası üçüncü filmde sıra Yunan adalarına gelmiş. Dertler farklı. Bu sefer o nesiller bir yerlere gitmeyebilir. Bu sefer sadece oturup hayatları ve gelecek hakkında düşüncelere dalabilir.

Murathan Mungan edebiyatımızdaki büyüme öykülerini topladığı derlemeye “Büyümenin Türkçe Tarihi” ismini lâyık görmüştü. “Bazen okuduğunuz bir öykü sizi birkaç yaş birden büyütür” diyor ve ekliyordu: “Çoğu kez edebiyat, hayattan daha çabuk büyütür. Yaşama ilişkin birçok şeyi, kendi deneyimlemenize gerek kalmadan edebiyat yoluyla öğrenirsiniz. Edebiyat aynı zamanda bir büyüme sanatıdır.”

Sevdiğiniz “Before…” üçlemesinin ve sevdiğiniz başka filmlerin yaratıcısı Richard Linklater’ın adını bazen unuttuğunuzu biliyorum. Favori filmi olarak bu eserlerden bazılarını bir çırpıda sayabilecek insanlar iş favori yönetmenlerinden söz etmeye geldiğinde Linklater’ı hatırlamaz pek. Belki iddiasız, kendi halinde bir adam olduğu içindir. Belki de filmleri gibi onu da kendimize saklamak, başkalarıyla paylaşmaktan hoşlanmadığımız içindir. Fakat Mungan gibi bunu apaçık ortaya koymasa da Richard Linklater sineması da büyüme sanatıdır. Bazen de büyümeme.

Amerikan bağımsız sineması hep büyümeye ilişkin bir şeylerin sineması oldu. Richard Linklater’ın 90’ların başında çektiği “Slacker” bu anlayışın klasik bir örneğiydi. Hiçbir şey yapmak istemeyen, hayatta pek bir amacı olmayan birbirinden alakasız gençlerin hikayesi. Bir bira içer, biraz arkadaşlarınızla takılır, Dostoyevski’den ya da Kennedy suikastinden bahseder, sonra evinize dönersiniz. Anneler-babalar muhtemelen boşanmıştır ve çocuklar da kimseye bağlanmadan yaşama derdindedir. Çok okur, bazen de yazarlar, kendilerini dünyanın merkezi sanarak ama olmadıklarını bilerek yaşayıp giderler.

Lise mezuniyeti filmlerinin en güzellerinden Dazed and Confused’da ise bu sefer farklı bir ortama götürmüştü bizi. Aerosmith konseri için ayarladığı fazla bilet ile kız tavlamaya çalışan, koçlarının, hocalarının, anne babalarının sözünü pek dinlemeyen farklı sınıflardan çocukların hikayelerini anlatmıştı. İkinci Dünya Savaşı sonrası popülerleşen banliyö hayatında, güzel bir ev, araba, iş sahibi olmanın mutluluğu getirdiğine inanan anlayıştan sıkılan çocukların dünyasıydı bu film.

Kimse pek ne yapacağına karar veremiyordu. Okumak, muhabbet etmek, sinemaya gitmek, bira içmek iyiydi ama bütün bunların devamında gelen, okul hayatımızın bittiği noktada başlayan iş dünyası için kimsenin pek isteği yoktu. Büyük kentlere gitmenin özlemi içinde yaşayıp gitmek hepsinin kaderinde var gibi görünüyordu. Derken Before Sunrise geldi. Bir Amerikalı, Slacker ve Dazed and Confused filmlerinin çekildiği yerlerden çıkan bir karakter, Ethan Hawke’un canlandırdığı Jesse girdi sinema tarihine. Bir trende pencereden dışarıya bakarken, bir yandan da kitap okuyordu. Sonra bir Fransız, Kieslowski’nin “Beyaz” filminden hepinizin farklı tanıdığı Julie Delpy’nin canlandırdığı Celine ile tanıştı. Hikayenin gerisini biliyorsunuz.

Aslında “Before…” serisi ile birlikte büyüdük. Ve hepimizin bu filmlerle ilişki kurma biçimi farklı oldu. Ben ilk filmi çekilişinden çok sonraları, 2000’lerin ortasında lise zamanlarımda izlemiştim. Arkasından Before Sunset’i gördüm. İki film de benim için imkân ve hayâllerin filmleriydi. Bir trenle Avrupa’ya gider, biriyle tanışırdınız. Belki hayatınız değişirdi. Sonra hayatınız başka yöne gitse de dönüp tekrar başlayabilirdiniz, fazla dramatize etmeden. Paris’e gider, kendi altın çağınızı, kendi ışıklar şehrinizi görürdünüz. En azından Shakespeare and Company kitapçısından kendinize bir kitap alırdınız. Hemingway’in, Fitzgerald’ın karıştırdığı kitaplara bakar, yürüdükleri koridorlarda dolaşırdınız.  Küçük ama güzel dertler.

İmkân ve hayâller serisinin üçüncü filmi daha farklı. Gençliğin ve yetişkinliğin sonrasıyla yaşlılığın öncesi arasındaki o yerde geçiyor. Bu sefer iş güç, çoluk çocuk, hayattaki meşguliyetler birbirine çarpıyor. Bir şeyi yapman için bir şeyi istemen ya da istememen artık yetmiyor. Bir şeylere bağımlısın. Çocuklarına, iş seçimlerine, patronuna, yayınevine, okuyucularına. Adını sen koy. Yunan adaları, bahçeler, deniz, güneş büyüleyici. Kitaplardan, felsefeden konuşmak sana özgürlük hissini veriyor ama sadece bir his bu. Birazdan geçecek, geceyarısından önce.

Sadece çocukları olan Celine ve Jesse değil Richard Linklater sineması da artık bir şeylere bağımlı. Yeni, başka, güzel filmleri olsa da seneler sonra ilk olarak “Before…” serisine döndü, üçüncüsünü çekti. Şimdi de Dazed and Confused’a dönecek, filmle farklı adı taşıyan, bu sefer üniversitede geçen ama aynı ruha sahip benzerini yapacak. Harika filmler çekti, muhtemelen bundan sonra da çekecek ama Jesse ve Celine gibi o da bir yerden sonra sıkıştı. Kendi sinemasına. Kendi hayâllerine.

Viyana’ya giden o trende kavga eden o çift yüzünden tanışmıştı Celine ve Jesse. Hatırlayacaksınız, Celine yüksek sesle konuşmalarından, kavga etmelerinden sıkılmış, koltuğunu değiştirmeye karar vermişti. Her şey orada başladı. 20 sene sonra tekrar o trendeler. Bu sefer, daha fazla yük omuzlarınıza binmişken o çift o kadar da gülünç gelmiyor. Kavgaları, didişmeleri, tavırları o kadar da uzak değil artık. Sinema bu yüzden büyüme sanatı işte.  Bazen izlediğiniz bir film sizi birkaç yaş birden büyütür.