Skip to content

Futbolu Sevmeyen Adamlar

Platini'nin Euro 2020'yi birden fazla şehirde düzenleme planı, basit bir fikirden öte, bir geleneğe darbe...

Eğer bir “bucket list”iniz varsa ve bu yaşınıza kadar “ölmeden önce yapılacaklar” listenizden en az bir maddeye çizik attıysanız bir şeyi bilirsiniz: Eğer o şey “bucket list”e girmeye değerse, bir kere yaptıktan sonra tek sefer size yetmez.

2010’un ilk aylarında, askerliğini Türkiye ile İran’ı ayıran dağın batı tarafında geçiren bir insan olarak, takıntılı halde düşündüğüm bir konuydu Dünya Kupası. O büyük şölenin Kara Kıta’daki ilk randevusu çok güzel geçecekti, gelmiş geçmiş en heyecanlı, en unutulmaz turnuva olması kesindi. Van’daki görevim sırasında bulduğum en ufak boşluklarda taburun ankesörlü telefonlarından TSYD’yi, Türkiye Futbol Federasyonu’nu arayıp her seferinde detayların üzerinden geçtim, daha sonra kısıtlı internete girişlerde FIFA Media sitesinden akreditasyon başvurumu yaptım, maç programını bir kağıda yazıp sabah akşam hangi maçlara gideceğimi düşündüm. Günler bir bir geçerken akreditasyon onay maili geldi, dünyalar benim oldu. Sonra gazeteme mail attım, olayı bildirdim, beni muhtemelen Güney Afrika’ya gönderebileceklerini söylediler. Ancak medyada çalışıyorsanız bu işlerin hep sallantılı olduğunu bilirsiniz. Askerliği bitirip İstanbul’a döndüğümde içinde “maliyet, kesintiler, vergi borcu, zarar” kelimeleri geçen bir konuşmaya maruz kaldım. Kupaya 20 gün kala, beni Van’da 70 gün boyunca “ayakta” tutan şeylerin en büyüklerinden birisi, koca bir hayal uçup gitmek üzereydi.

Velhasıl, belki bir daha elime geçmeyecek bir fırsattı önümdeki, gazetecilik açısından olduğu kadar, hayat açısından da. Sonra Güney Afrika’ya gittim, gazete için değil, kendim için. “Harcırah”ımı da kurumum değil, ailem verdi. Onlara olan ebedi borcuma biraz daha ek.

Çoğunluğu Johannesburg’da olmak üzere Güney Afrika’da iki hafta geçirdim. Rustenburg ve Pretoria’ya eğlenceli yolculuklar yaptım. Pek arkadaş canlısı bir adam değilimdir ama basın otelinde değil de hostelde kaldığım için, Almanından Mauritiuslusuna, onlarca güzel insanla tanıştım. Maradona’ya “Diego” deyip soru sordum, Arsene Wenger’le röportaj yaptım, Christian Karembeu ile yan yana oturdum, Messi’yi canlı izledim, Gerrard’ın İngiliz milli takım formasıyla golünü gördüm, dünyanın en ünlü milli takımı Brezilya’nın dünyanın en kapalı kutu takımı Kuzey Kore ile oynayışına tanık oldum. İki hafta sonunda param bitti ve ilk tur maçları sonunda Türkiye’ye döndüm. Çantamda vuvuzela ve Meksika güreşçi maskesiyle birlikte.1

Hayatımın en güzel iki haftasıydı belki de. “Bucket list”imdeki en babacan maddelerden birisine kocaman bir çizik atmıştım. “Bir daha benim için futbol bitti, zirvede bırakacağım” derken acı gerçek yüzüme çarpmıştı. Bu kadar güzelini tattıktan sonra bir defayla bırakmak mümkün değildi.

O yüzden bu yılın başlarında Almanya’da yaşayan bir arkadaşımın gaz vermesiyle bir haftalığına da olsa Polonya’ya gitme planlarına şaşırmadım. İçinde Türkiye’nin bulunmadığı bir turnuvaya gitmek için “kurumsal destek” bulamamama da. Varşova’ya vardığımda grup maçlarının son günleriydi, bir iki gün sonra Çek Cumhuriyeti Portekiz’le, Almanya Yunanistan’la oynayacaktı. Hayatımın en güzel haftalarından birisiydi yine, saha içindeki 90’ar dakikanın ötesinde, önü, arkası güzeldi. Futbolunu sevmediğim için tutmayı düşünmediğim Yunanların taraftarlarını gördükten sonra taraf değiştirişim, metrodaki Almanların “Türksen bizi tutman lazım” deyişi, hep birlikte eğlencemiz altı gollü bir maçın kendisinden daha keyifliydi. Ama eklemek gerekti, bir turnuvanın ilk turu, eleme turlarından daha keyifliydi, sokaklarda daha fazla renk, tribünlerde daha fazla heyecan görüyordunuz çünkü.

Artık kullanıla kullanıla eskimeye yüz tutmuş tabire başvurursak, futbol dilencisi için ziyafetti turnuvalar. UEFA dün aldığı kararla bir geleneği yıkmaya karar verdiğini açıkladı. Euro 2020, çok sayıda ülkede düzenlenecekti. Euro 2012’nin son günlerinde söylediği “Paris’ten Londra’ya gitmek, Cardiff’ten Gdansk’a gitmekten daha kolay” önerisini hayata geçirmekti sadece. Platini’ye göre Euro 2012’ye “50 Fransız, 70 İspanyol taraftar” gidince sorun su üstüne çıkmış. Ama fikrin kendisinde sakatlıklar var. Platini bir yandan “taraftarlara yardımcı olmaktan” bahsediyor ve “İngiliz taraftarları önce Lizbon’a, sonra Kazakistan’a, sonra da İsveç’e gönderemeyiz” diyor. Sonra da Euro 2020’yi “büyük turnuvaları düzenleme fırsatı olmayan ülkelere de bu şansı verecek” bir organizasyon olarak övüyor. Peki taraftarların “uzun yol” yapmasını nasıl engelleyecek? Grupları takımların coğrafi konumlarına göre mi düzenleyecek? Büyük ülkelerin maçları “kendi evlerinde” oynamasını sağlayarak Şampiyonlar Ligi havasını mı yaratmaya çalışacak? Peki zaten oyun kalitesi ve gelir getirici yanıyla fersah fersah geride kaldığı Şampiyonlar Ligi’ne karşı üstün gelebileceği tek unsuru çöpe atmaya çalışarak neyin peşinde Mösyö? Bunların hepsi muğlak.

Platini’nin geldiği noktaya nasıl geldiğinin altını çizmek gerek elbette. Bunların en büyüğü, içinde bulunduğumuz ülkenin Olimpiyat ve Avrupa Futbol Şampiyonası konusunda gösterdiği tutarsız ve açgözlü tavır. Hem Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nden, hem de UEFA’dan “Aynı yaz iki tane organizasyon olmaz” uyarısı almasına karşın geri adım atmayan bir ülke söz konusu. Tarihinde ilk defa bu kadar yaklaştığı Olimpiyat düzenleme şansının altını eliyle dinamitleyen bir ülke. Bu yılın başlarında UEFA Euro 2020 adayları için deadline’ı önce esnettiğinde, sonra da tamamen kuralları değiştirdiğinde ilk başta “tek aday” olarak zaten kazanacak gibi görünen Türkiye’ye kırmızı ışık yaktığı açıktı. Bu mesaj alınmadı ve Avrupa Futbol Şampiyonası’na göre çok daha büyük bir miras bırakacak olan Olimpiyat girişiminin altı oyuldu. 6 Aralık tarihi geldiğinde UEFA’nın planına karşı kalkan tek elin Türkiye’den Şenes Erzik’inki olması bu yüzden doğal (iki yanlışın bir doğru etmesi).

İşin öteki boyutuna baktığımızda Platini haklı. Avrupa Futbol Şampiyonaları gittikçe daha da büyük birer kambur haline geliyor ülkelerin sırtında. Polonya da, Ukrayna da en başta düşündükleri bütçeleri kat kat aştılar (Polonya 25, Ukrayna 10 milyar euro harcama yaptı). İngiltere Olimpiyatlarda bunu yaşadı, Güney Afrika da Dünya Kupası’nda. Bu turnuvalara alet edilen “soylulaştırma” projelerinin, yapım esnasında işlenen işçi hakları kıyımının da farkındayız. Şu anda Katar ve Brezilya benzer eleştirilere maruz kalıyor, eğer 2020’yi alabilseydi Türkiye de bunu yapacaktı. Zaten Türkiye’nin spor organizasyonlarındaki agresif talebinin ülke ekonomisini ayakta tuttuğu farz edilen inşaat sektörüne kan pompalanmasıyla bire bir ilişkili olduğunu söylemek büyük bir tespit de sayılmaz. Platini bu organizasyonların git gide daha pahalı (ve geri dönüşümü son derece tartışmalı) oyuncaklar haline geldiği konusunda haklıydı. 2020 için Türkiye’nin karşısına itile kakıla çıkarılan adayları bir kenara bırakırsak ortada gönüllünün kalmadığı da ortadaydı. “Türkiye or bust!” durumu söz konusuydu, Türkiye olmadı.

Bir organizasyonun elindeki kabahatlere bakıp serzenişte bulunabilirsiniz, sizi anlarım. Ancak bir kere gittiğinizde farkına varacağınız gibi, büyük turnuvalar, nesnesi futbol, öznesi ise futbol seven insanların olduğu büyülü festivallerdir. Bir kere gittikten sonra hepsine katılmak, kaleydoskobun farklı renklerine dahil olmak istersiniz. Michel Platini bu turnuvaların büyüsünü, koca bir geleneği yok etmeyi seçti.

Bundan beş, on yıl önce “Futbolu salon adamları yönetmemeli” der, kurtuluşu futbolu, futboldan gelen insanların yönetmesinde görürdük. Platini’den sonra aynı fikirde değilim. Futbolu, futbolu seven insanların yönetmesi gerek.

  1. 2010 maceramın tamamını Çekme Kaset’teki FIFA World Cup tag’inin altında bulmanız mümkün: http://www.cekmekaset.com/search/label/2010%20fifa%20world%20cup []