Skip to content

Hugh Hefner’ın Yüzyılı

"Evinde hiç çıplak insan görmemişti Hefner. Annesi hep giyimli dolaşır, üstünü değiştireceği zaman kapısını kapatırdı."

“Playboy ofisi, Chicago’dan Los Angeles’a taşınıyor…”

Gazetelerde bu haberi gördünüz mü? Sanmıyorum. İnternet sitelerinde belki okumuşsunuzdur. Hugh Hefner’ı sıfırdan zirveye taşıyan, magazin ve cinsellik tarihi açısından mihenk taşı olan derginin klasikleşmiş ofisinin taşınması, 1972’de büyük bir olay olurdu, 1982’de şehirde konuşulurdu, 1992’de yayıncılık aleminde ses getirirdi, 2002’de şöyle bir adı geçerdi, 2012’de ise pek önem arz etmiyor, üç gün sonra duyuluyor.

Aslında pek öyle değil. Aslında gerçekten bunu bir çıkış noktası olarak kullanırsanız gideceğiniz bambaşka bir yer var. Aslında kendi ifadesiyle dünyanın en şanslı adamının, 9 Nisan’da 86 yaşına basan Hugh Hefner’ın “yaşamdan da büyük” yaşamına bakma fırsatı olabilir bu. Hatta, sanırım, oldu bile…

Çok uzaklara gitmeye lüzum yok, Hefner’ın taşınmayla alakalı veda mektubunun girişinde kaleme aldığı satırlar, her şeyin başladığı yere işaret ediyor:

“Aralık 1952’de Michigan Avenue’daki köprünün kenarında otururken, hayatımın niye böyle kötü gittiğini anlamaya çalışıyordum…”

Ne, kötü mü? Hugh Hefner’ın hayatı hiç kötü gitmiş miydi? O bornozların, sarışın kadınların, arabaların, lüks malikanelerin, kocaman imparatorluğun, şaşırtıcı derecedeki entelektüel altyapının gerisinde kederli bir çocukluk, ergenlik, gençlik mi vardı?

Evet, muhtemelen -hatta- kesin. Hedonizm saksıda yetişmiyor. Önü, arkası, sağı, solu var.

Peki nasıl oldu her şey? Kim bu Hugh Hefner? Ve biz ne kadarını biliyoruz? Rehberimiz Gay Talese, kitabımız Talese başyapıtı Komşunun Karısı olsun. Ara sıra kapısını çalalım.

Enteresan Bir Anı: Soyunmak İstemeyen Ebeveynler

Hugh Hefner’ın nerede doğduğu, hangi hastanede falan dünyaya geldiği hiç umurumda değil. Sizin de olacağını sanmıyorum. Farklı bir rota çizebiliriz, noktalar bir noktada birleşecektir…

İki dakika Freud’un kapısını çalalım mı? Pardon, aslında Talese’nin kapısını çalacağız ama çıkan sonuç, üniversiteye yeni başlayan, entelektüel seviyesini arttırmak ve kızları etkilemek, ya da sadece kızları etkilemek için psikanalize saran gençlerin tabiriyle “So Freudyen, i nan a mı yor um” olacak.

“Evinde hiç çıplak insan görmemişti Hefner. Annesi hep giyimli dolaşır, üstünü değiştireceği zaman kapısını kapatırdı. Babası onu ve küçük kardeşini havuza götürdüğü zaman mayosunu giyerken oğullarına arkasını dönerdi. Hefner o yaşlardaki çekingenliğini, utangaçlığını annesiyle babasının havuz kıyısındaki tedirginliğe bağlıyor. Anne ve baba Hefner, yüzme havuzunun başındaki yarı çıplak insan kalabalığından rahatsızlık duymalarına yol açan bir ahlak anlayışıyla büyümüşlerdi.”

Hugh’un annesi,  Grace Hefner tipik dindar bir Amerikan kadınıydı. Nebraska’da bir çiftlikte büyümüş, katı ahlak anlayışını burada edinmişti. Çocuklarını sever, korur ama bu sevgisini göstermeyi beceremezdi, pratiğe dökemezdi. Babası ise ekonomik buhrandan çıkan Amerika’da iş sahibi olmanın mutluluğuyla sıkı çalışan bir muhasebeciydi. Hugh ve öteki oğlu Keith ile fazla ilgilenmez, bakımlarını Grace’e bırakırdı.

Baba Hefner’ın o yıllardaki en büyük hareketi, havuza hem utandığı hem de bu utangaçlığın getirisi olarak yüzme öğrenemediği için giremeyen Hugh’u pataklamak olur. Sıradan, sakin, belli kurallara bağlı hayatında yaptığı en çizgi dışı hareket buydu belki de…

Dikkate Değer Bir Anı: Psikolog’la Randevu

Baştan sona düzenin hegemonyasına giren Hefner ailesi için pazar günleri kutsaldı. Zaten içki, sigara, kağıt oyunları, kumar gibi alışkanlıklardan uzak büyütülen çocuklar o gün radyoya da el süremezdi. Tek yapabildikleri, arka bahçede oyun oynamaktı. Hugh da buna uyardı. Sanata yatkındı, resim çiziyor, arka bahçede yaptığı toprak şekillerle oyalanıyordu.

Hugh, her zaman çok özel bir çocuk olduğunun bilincindeydi. Başkalarından farklı olduğunu biliyordu. Küçük yaşlarda çizdiği şeylere, oynadığı oyunlara, yaptığı resimlere dikkatini verir, dışarıdaki dünyada ne olup bittiğini umursamazdı.

Oğlunda ne sorun olduğunu öğrenmek isteyen Grace Hefner, çareyi çocuk psikiyatristinde bulmuştu. Çıkan sonuç onu mutlu etmişti. Hugh’un aşırı zeki olduğunu, buna bağlı bazı özel problemleri olduğunu öğrenmişti. Oğlu bir dahiydi. Şimdi yapması gereken, doktorun önerisiyle, daha fazla sevgi göstermekti.

“Çocuklarını öperken dudaklarının uçlarını değdirmeyecek kadar ölçülü bir kadın olan Grace Hefner için sıcak sevgi gösterisinde bulunmak hiç kolay değildi ama Hugh’un üstün zekalı olduğunu öğrenince kıvanç duymuş, görevini gereğince yapan annelerden biri olduğunu öğrenince oğluna daha fazla anlayış göstermeye başlamıştı. O günlerde hiç aklına gelmezdi ama bu anlayış birkaç sene içinde genişleyecek, Hugh Hefner’ın odasının duvarlarını çıplak kadın resimleriyle donatmasına bile ses çıkarmayacaktı.”

Tesadüfi Bir Anı: Not Defteri

Hugh Hefner, özel birisi olduğunu kavradığında çok küçüktü.

“Çirkin ve utangaç olduğu halde, küçüklüğünden beri kendisine önem verir, insanlar içinde ayrı bir yeri olduğuna inanır, günün birinde adını duyuracağına, o güne kadar yaptığı her şeyi belgelemesi gerektiğine inanırdı. Çocukluğunda yaptığı resimleri, ilkokulda ve askerlikte çektirdiği fotoğrafları hep saklamıştı. Hala mektup ve resim biriktirir, her şeyi, elindekilerinin tarihi değerini bilen bir müze müdürünün dikkatiyle saklar…”

Kaderin bir oyunu, tesadüf ya da bilinçli seçim. Hefner’ın hayatını yazan, Amerika’nın 20. yüzyılda yetiştirdiği en büyük yazarlardan Gay Talese de daha küçük yaşlarda “akranlarının tarihçisi” rolüne bürünmüştü. Terzi olan babasının yardımıyla giyimine önem verir, ergenlikten itibaren her yerde takım elbiseyle dolaşırdı. Elindeki not defteriyle her şeyi yazar, spor karşılaşmalarını okul gazetesi için kaleme alır, yaşıtı kızlara bile sadece röportaj yapmak, onları daha yakından tanımak için yaklaşırdı.

Romantik Bir Anı: Mildred’le Tanışma

Kabuğunu kırması geç olsa da zor olmadı Hugh Hefner’ın. Okulda popüler olmaya başlamış, henüz lise çağındayken yazın işleri çevresinde fark edilir olmuştu. Ciddi bir ilişki yaşamasa da kızlarla gezip tozmaya başlamış, bu süreçte derslerini de düzeltmeyi başlamıştı. Ailesinin gururu olmaya başlamış, psikiyatristin ağzından dökülen sözlerin gerçek hayattaki karşılığını yakalamıştı.

1944, Hugh için büyük bir yıldı. II. Dünya Savaşı için ordu yolunu tutmadan iki hafta önce Mildred Williams’la tanışmıştı. Aynı lisede okumuşlar fakat hiç tanışmamışlardı. Hugh’un anlam veremediği şey, böyle bir saf güzelliği nasıl olup da o güne fark edemediğiydi. Hemen harekete geçmiş, orduya katılmadan önceki haftalarda Mildred’le gezip tozmuştu.

Orduya katıldıktan sonra içine düştüğü psikolojik bunalım, Hugh’u Mildred’e daha fazla bağlamıştı. Kıza uzun mektuplar yazıyor, hayatının aşkını bulduğuna inanıyordu. Mildred’in hayatının aşkı mı yoksa aşk sözcüğünün kafasında yarattığı bir ütopyanın karşılığı mı olduğunu anlayacak kadar derinlikli düşünmemişti. Bağlanmıştı bir kere. Gelecek planlarını Mildred’siz düşünemiyordu.

Erotik Bir Anı: Seks Otobüsü

Mildred, Grace Hefner gibi katı bir ahlak anlayışı ile büyümüş, evlilik öncesi ilişkiye sıcak bakmayan biriydi. Katolik kilisesinin ilkelerinden çıkmayı aklından bile geçirmiyordu. Hugh’un cinselliğe, erotizmin tarihine, kitaplarına, kadın fotoğraflarına olan düşkünlüğünü biliyor, bunlara sıcak bile bakıyordu. Fakat şu an sadece derslerine odaklanmak istiyordu. Eski jenerasyonun değerleriyle büyümüş -arada kalan- yeni jenerasyonun tipik üyelerindendi…

“Hefner başta onun fikrine katılmış, tutumundan hoşlanmıştı. Annesine benziyordu Mildred: idealist, ağırbaşlı, güçlü, güvenilir bir eş olacaktı. Kocasından başkasına bakmayan bir kadın. Gelgelelim, aylar geçtikçe cinsel içgüdülerini baskı altında tutmakta güçlük çekiyordu. Haftasonlarında babasının Ford arabasıyla gezerken elleri kızın bedeninde dolaşıyor,  Mildred de elleriyle ona karşılık veriyordu. Sonunda bir gece otobüsle yolculuktan dönerken, karanlık araba içinde öpüşüp koklaşmaları öyle bir sınıra geldi ki, Hugh kızın kafasını tutarak onu dizlerine örttükleri battaniyenin altına girmeye zorladı. Mildred bu isteğe ne kadar şaşırmışsa, istenileni yerine getirmek konusunda çekingenlik duymayışına da aynı ölçüde şaşıracaktı. Delikanlının gönlünü hoş etmekten hoşlanırdı zaten; ayrıca, önlerinde oturan bir sürü yolcunun yanında böyle bir şey yapmak onu heyecanlandırmıştı. Başını battaniyenin altına sokarken hem Hugh Hefner’ı çok sevdiğini, hem de birtakım zincirlerden kurtulduğunu hissediyordu.”

Daha sonra Hugh, onu Chicago’da evindeki odasına götürüp çıplak fotoğraflarını çektiğinde de aynı duyguları hissetmişti. Birkaç ay önce ona imkansız gelebilecek birçok davranış artık olağandı. Değişen Hugh, Mildred’i de değiştirmişti. Aşkları yeni bir boyut kazanıyor, Hefner’ın hobileri ilişkiyi bambaşka bir hale getiriyordu.


Bayağı Acayip Bir An: Zengin Evlerin Pencereleri

Ailelerle anlaşılmış, ikili nişanlanmaya karar vermişti. Hugh, liseden sonra tanıştığı Mildred’in saflığına hayran olmaktan başka çare bulamıyordu. Mildred ise Hugh’un heyecanını, ideallerini paylaşıyor, her gün onu daha fazla seviyordu.

Saflık, bugüne kadar ilişkilerinin temeli olmuştu, evliliklerini de bu kelimenin üzerine kurmaları çok yanlış olmayacaktı. Ta ki o olay yaşanana kadar…

Olan olmuş, şehir dışında öğretmenlik yaptığı dönemde Mildred başka bir erkekle birlikte olmuştu. Hugh küplere binmiş, dünyadaki her şeyin üzerine koyduğu sevgilisinin onu arkasından bıçaklamasına içerlemişti. Yine de evlendiler, yine de ilk günkü kadar mutlu pozlar vermeye çalıştılar. Olmadı, bir türlü o ilk duyguları geri kazanamıyorlardı. Bir türlü istediği işe kavuşamayan Hefner, karısını da annesinin evine getirmiş, çok şeyler beklediği yeni hayatını tek bir odada sürdürür olmuştu.

Millie ile birlikte hiçbir zaman eskisi kadar mutlu olmadığı özel hayatında da, büyük hayallerle yola koyulduğu mesleki kariyerinde de bunun sancılarını çekiyordu Hefner, yaşamından keyif alamıyordu.

Geceleri Chicago sokaklarında dolaşıyor, gökdelenler, malikaneler, köşklerle çevrili zengin mahallelerine uğruyordu. Beş parasız, aşksız, işsiz haldeydi. Varlıklı evleri pencerelerinden gözetliyor, orada geçen hayatları kıskançlıkla seyrediyordu. Güzel giyimli, zengin, şen kahkahalı o kadınlara, kapıda duran o arabalara, o evlere, bahçeleri süsleyen o fıskiyelere sahip olmak istiyordu. Savaş sonrası Amerikasında en sevdiği roman olan The Great Gatsby’deki gibi bir hayatı düşlüyordu.

Tarihi Bir Anı: Playboy’un Kuruluşu

Hugh Hefner, Aralık 1952’de Michigan Avenue köprüsünün kenarında otururken, hayatının niye böyle kötü gittiğini anlamaya çalışıyordu.

Üniversiteyi bitirmiş, liseden beri aklına yazdığı hayalleri gerçekleştirmek için hayata atılmıştı. II. Dünya Savaşı’nı atlatmış, başından itibaren ölü bir evliliğe tutulmuş, ömür çürüten bir işte geçim sıkıntısını gidermek için çalışmaya başlamıştı. Hayat, hiç beklediği gibi gitmemişti. O gece, köprüde oturup gökyüzüne bakarken gözünden yaşlar gelmişti. Bir değişiklik yapması gerektiğini, hayatını kökünden değiştirecek bir hamle yapması gerektiğini anlamıştı. Yapacaktı. Evet, Playboy’u kuracaktı.

Annesinden, kardeşinden, karşılığında hisse senedi isteyen eş dosttan aldığı paralarla bir dergi kurmaya karar vermişti. Çocukluğunda hayranlıkla okuduğu, hayatını değiştiren Esquire gibi bir şey yaratmak istiyordu. Tek istediği, daha sonra Esquire’ın reklam ofisinde çalışırken gördüğü ölü ofis ortamından uzak olmaktı. Yaşayan, canlı, içeriği yazıları gibi seksi bir erkek dergisi istiyordu. Kusursuz. Hatasız. Yakışıklı. Herhangi bir defosu olmayan. Dergi, bir insan, bir karakter, bir insan tipi olacaktı.

“Akranları büyük şirketlere girip saçlarının erkenden ağarmasına yol açan görevlere başlarken, Hugh Hefner en sevdiği yazar olan F. Scott Fitzgerald’ın hikayelerini okuyor, hayatın ve parlak şeylerin insanı zenginleştiren güzelliğini, aşkın tatlı şarabını defalarca paylaşmak istediği çeşitli kadınları düşünüyordu. Zengin olmak, güç sağlamak, ün kazanmak istiyor, ancak bunları elde eden kişilerin genelde katlanmak zorunda olduğu sınırlamalara katlanmak işine gelmiyordu. İş ve aşk hayatında yaşayacağı serüvenlerin sınırsız olmasını düşlüyordu. Geceleri uzun yürüyüşler yapıyordu yine. Ve gölün kıyısındaki lüks apartmanların aydınlık pencerelerindeki kadınları gördükçe, ilkgençlik yıllarının iyimserliğiyle kanatlandığını hissediyordu…”

İlk sayıyı bitirmek için gecesini gündüzüne katmıştı. Uyumuyor, sadece çalışıyordu. Hayatının en büyük riskini alıyordu. Başarılı olursa, yürüyecekti. Başarısız olursa, hayatını borç ödeyen, mağlup, gözü yaşlı biri olarak sürdürecekti. Siyah ya da beyaz. Sonunda Hugh Hefner, o köprünün kenarına gidip ağlayan adam olmaktan vazgeçmek istiyordu.

Açılış sayısını Marilyn Monroe üzerine kurdu. Büyük yıldızın gençken çektirdiği bazı (üç tane) özel fotoğrafların satışa çıkarıldığını bir gazete ilanında görmüş, hemen peşine düşmüştü. Chicago’ya yakın bir kasabadaki satıcıdan, çok pahalı sayılmayacak bir rakam karşısında bunları satın almıştı. Rakam ne kadar? 500 dolar. Kapak, ana içerik tümüyle bunun üzerineydi. Geri kalan parayla yapacağı pek bir seçim kalmamıştı zira geriye para kalmamıştı. Vefatlarının üzerinden bayağı geçtiği için telif ödemeyeceği yazarların hikayeleri ile doldurdu dergiyi.

1953 yılının Ekim ayında Playboy’un ilk sayısı çıktı. Hugh Hefner, iyimser bir hesapla derginin 30 bin satacağını düşünmüştü. Batmaması, hayatının geri kalanını bir kaybeden olarak geçirmemesi için gereken satış rakamıydı bu. Bütün bu endişelere, gergin ortama rağmen ilk sayı çıktığı an ikincisi için de çalışmaya başlamıştı. İşkolik, onun için uygun tanım olabilirdi.

Derginin piyasaya sürüldüğü ilk hafta tek yaptığı şey gazetecilere, dergicilere gidip Playboy’un durumuna bakmaktı. Dergiyi daha saygın yayınların yanına çekiyor, alışveriş yapan insan profillerini inceliyordu. Şansı varsa, bazen Playboy alan birine de rastlıyordu. Yavaş yavaş bu rakam arttı. Bir zaman sonra dergi fenomene dönüşmüş, ülkenin hemen her yerinde baskısı biter hale gelmişti.

Hefner, yırtmıştı. Paçayı kurtarmış, kendisine ait olan bu işte, kendi fikirleriyle ördüğü bir duvarın en tepesine çıkmıştı. Şimdi önünde uzun bir gelecek vardı.

Burada duralım. Niye mi? Sonrasını zaten biliyorsunuz.

Otobiyografi ya da biyografi okurken en sevdiğim yer, üzerine kitap yazılan kişinin başarıyı elde etmeden önceki hayatıdır. Kieslowski’nin 90’larda Fransız yapımcılarla, rahat bir şekilde Üç Renk Üçlemesi’nin çekerken ne hissettiğini değil, 70’lerde Polonya’da zar zor belgesel çekerken neler yaptığını merak ederim. Paul Auster’ın bugün New York’taki evinde nasıl çay demleyerek, keyif içinde saatlerce yazdığıyla değil, gençlik yıllarında Paris’te tek göz odada bir yandan para kazanıp, bir yandan da gece gündüz dinlemeden sürdürdüğü edebi çalışmalarla ilgilenirim. Sonrasını zaten biliyorum.

Hugh Hefner, 60 sene önce Chicago sokaklarını beş parasız, evliliğinden mutsuz, hayatından doyumsuz bir şekilde arşınlarken, büyük evlerin pencerelerini gözetleyip, o ışıklı dünyaların içindeki zengin hayatlara öykünüyordu.

Sonrasını zaten biliyorsunuz.