Skip to content

Şenol Elini Yumruk Yap ve Servisi Kullan — II

2012 Mart’ının son günleri… Final Four oynayacak ve bu sefer büyük ihtimalle kazanacak olan Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı’nı takip etmek için Bakü’ye gittik.

2012 Mart’ının son günleri… Final Four oynayacak ve bu sefer büyük ihtimalle kazanacak olan Fenerbahçe Kadın Voleybol Takımı’nı takip etmek için Bakü’ye gittik. Dünyanın herhangi bir yerine gidip hiç istifini bozmadan, o posh aksanından dahi gram taviz vermeden kendi dilini konuşmaya devam eden ve herkesin nasıl olsa onu anlayacağını bilen, anlamayanların ise zaten neandertal hüviyetinde oldukları için onlara yapacak bir şey olmadığını düşünen bir İngiliz gibi,  bu tanıdık ama bir o kadar yabancı ülkenin sokaklarında hep konuştuğum Türkçe’yi konuşuyordum ve bundan anlamsız bir zevk alıyordum.

Final Four’da bir Azeri takımı yoktu. Bir de tam Nevruz zamanı; Azerbaycan’da Nevruz’u hafta sonu tatilleriyle beraber 9 günlük bayram olarak kutladıkları için şehir boşalmış, öğrenciler evlerine, çalışanlar memleketlerine gitmiş. Salonda bizi neyin beklediğini az çok anlar gibi olduk.

Bakü’de ismi “Haydar Aliyev” olmayan çok az yapı var. Salon onlardan biri değildi. İlk dikkatimi çeken VIP Tribünü oldu. Oyun alanına en yakın bölümde, yüksekçe bir platformun üzerine oturtulmuş fiyonklu ve tüllü plastik sandalyeler… O hafta sonu orada yanlışlıkla kaç nikah kıyıldı hâlâ merak ederim. Şahsen ben iki kez şahitlik bir kez sağdıçlık bir kez de nikah memurluğu yaparken buldum kendimi karambolde.

Basın odası, basın mensuplarının anında haber geçebilmek için çalışabilecekleri bir masaya, internet erişimine, ellerinin altında bir yazıcıya sahip olmaları gereken, böylesi uluslararası organizasyonlardaki en kilit detaydır. Ama orada bu iş için tahsis edilen yer yaklaşık 12 metrekarelik bir odaydı ve sizde duvarları aynayla kaplayan Marmaris büfeci olmaya dair dizginlenemez istekler uyandırıyordu.

Müzik yayını Azerice idi ve katılan dört takımın ya da 2012 Final Four’unun resmi hatıra ürünleri satışı diye bir şey olmadı. Orada bulunduğunuzu yıllar sonra size hatırlatacak bir anahtarlık, bir şapka, bir tişört…  Kısacası, bunun dünyadaki en önemli voleybol olaylarından birisi olduğuna delalet eden sahadaki takımlar haricinde bir referans yoktu.

Bütün bunlar Azerbaycan ile ilgili değil. Giden herkes Türkiye’nin yirmi yıl önceki hali der ya hani Azerbaycan’a. Bizim herhangi bir ciddi uluslararası otoritenin güdümü olmadan kendi başımıza yaptığımız organizasyonlardaki seviye bellidir; akan çatının altına vileda kovası da konur, maç oynanırken tenis kortunun yanından damperli kamyon da geçer bugün bile. Hal böyleyken daha bu işlerde emekleme aşamasında olan bir Azerbaycan’a değil, en değerli malı için asgari standartlar belirleyip beraber çalışacağı her ev sahibi şehre bu standartların eksiksiz uygulanması için yaptırımda bulunma sorumluluğunu alamayan Avrupa Voleybol Konfederasyonu CEV’e faturayı kesmek gerekir.

Bir defaya mahsus bir şey olsa hadi neyse dersin. Geçen sezon yine aynı şekilde dörtlü final Bakü’de organize edildi ve ortaya şöyle bir şey çıktı;

baku

Tribünlerin dolması o kadar büyük bir sorun ki CEV, grup maçları tamamlanıp play-off’a kalan 12 takım belli olduktan sonra içlerinden birine dörtlü finali organize etme ve ev sahibi olarak otomatikman katılma hakkı veriyor. Bütün formatı tarumar eden, yarışma ruhuna zerre uymayan ve birçok açıdan büyük sakıncaları olan bir uygulama bu. Zira ev sahipliği yapacak kent belli olduğunda dörtlü finale sadece üç aylık bir süre kalmış oluyor. Bu süre zarfında o kent kendi insanına bile bu organizasyonu yeterince anlatamaz, nerede kaldı bu işin turizmine kalkışmak. Hevesli insana bile manevra şansı vermeyecek kadar küçük bir pencere bu, vakıa uçakla seyahat edecekken bileti en az beş altı ay önceden almanın fiyatları ne denli yumuşattığını herkes bilir.

Öte yandan 12’li play-off öncesinde ev sahipliğini alan takımın Şampiyonlar Ligi’nin en kritik bölümünü oynamadan, üç ay uluslararası maç yapmadan dörtlü finale gitmesinin  faciaya sebebiyet verdiğine defaatle şahit olmaktayız.

Şampiyonlar Ligi Final Four’unu pazarlamak bu kadar zor olmamalı. Bir sene öncesinden önemli kentlerle temasa geçilir, teklifler alınır ve hangisi daha fazla yatırım yapabilecekse bu iş ona verilir. İlla voleybol geleneğinin güçlü olması şart değil. Aksine, bu sayede yeni pazarlar yaratmak ve daha fazla potansiyel oyuncu ve izleyici bulmak mümkün olabilir. Avrupa’da voleybol topunu bomba diye karakola götürecek bir sürü yer var. Portekiz, Avusturya, Finlandiya hariç İskandinav ülkeleri, Birleşik Krallık, Baltık Ülkeleri… Misal, CEV 2015 yazında 2016 Final Four’unun Stockholm’de yapılacağını ilan etse ortaya çıkacak tablo şu son üç-dört yıldan beter mi olur? Hiç sanmıyorum. Bir yılda, tabii CEV de gereken desteği verirse o belediye tanıtımını yapar, maçlar öncesinde ve arasında konser, dans gösterisi gibi etkinliklerle de süslenerek organizasyonun hakkı verilir.

Bunlar lüks değil, ihtiyaç. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki tüketmek sadece tüketmek değil.  İnsanlar yemek yemek için bir mekana gideceklerinde lezzet, kalite, hijyen kadar gönül rahatlığıyla check-in yapabilecekleri kadar havalı olmasını da talep ediyorlar artık. Lady Gaga’nın daha kimse tarafından tanınmazken bir koruma ordusuyla gezmesi biraz uç bir örnek ama yine de günümüzün doğru pazarlama stratejisini anlatıyor bana göre; insanlara “ Yahu orada önemli bir şeyler oluyor galiba” hissiyatını verebilmek. Gerisi kolay, zaten sonra bunun parçası olmak isteyeceklerdir. Sokakta bir kavga olduğunda, aslında ortadaki manzara bir hayli sevimsiz de olsa herkes durur ve izler.

Bu konudaki en güzel vesika bana kalırsa Superbowl. Amerikan futbolunun dünya genelindeki popüleritesi, oynandığı ülke sayısı bildiğim kadarıyla hayli sınırlı. Oyunun dünya çapında daha fazla söz sahibi olan muadili rugby; Avrupa, Okyanusya, Afrika, Güney Amerika ve Asya’ya hakim. Ama her sene izlenme rekorları kıran, twitter’ın serverlarını zorlayan Superbowl. 2013’te Superbowl gecesi saniyede 231 bin Superbowl tweet’i atıldı, bu sene ise bu sayı 385 bin’e yükseldi. İki yıldır tek gecelik toplam Superbowl tweet sayısı 25 milyonu buluyor. Rugby, Amerikan futbolu gibi çarpışma sporlarından hiç hazzetmeyen ben bile, her sene “bu sefer bu çılgınlığa asla ortak olmayacağım, katiyen ilgilenmeyeceğim” diye karar alıp gecenin bir körü kendimi maç linki ararken buluyorum. Devre arası şovunda Madonna ne yapacak, Beyonce ne giyecek? O kasklı adamlar ve Motorola ya da Kenwood kulaklıklarıyla onları yöneten hocaları… Öyle bir enerji var ki sizi kendine çekiyor. Orada önemli bir şey oluyor ve buna kayıtsız kalamazsınız. Ne olduğuyla ilgili zerre fikriniz olmasa da fark etmez, siz sadece önemli olduğunu bilin yeter.

Bizde voleybol, üç büyükler sayesinde kökleri çok eskiye dayanan bir spor. Emlak Bankası, Eczacıbaşı ve Vakıfbank gibi müesseselerin son otuz yılda yaptıkları yatırımlarla gelinen nokta belli. Yıllar yılı Rus ve İtalyan takımlarının kupaları kaldırmasına tanıklık ettikten sonra şimdi bizim sıramız ve kadınlarda son beş yıldır Şampiyonlar Ligi finalinde bir Türk takımı yer aldı, üç kez de şampiyonluk kazanıldı. Ancak şunu unutmamak gerekli, bu başarılı tabloda voleybola akan paranın ciddi anlamda azalmasının da payı büyük. FIVB ve CEV’in vizyonsuzluğu ve kötü yönetimiyle parti bitti ve henüz evine gitmeyen bizimle birlikte sadece Rusya ve Azerbaycan kaldı. Asıl tehlike burada.

FIVB ve CEV’e mum yakıp eller bağlı oturamayız. Biz şu an erkeklerde çok iyi bir lige sahibiz, kadınlarda ise dünyanın en pahalı ligine. Eğer bu noktadaysak, bunu pazarlamamız gerekiyor. Mesela kadınlarda en azından play-off maçlarının görüntüleri federasyon eliyle Çin, Japonya, Brezilya, ABD, İtalya gibi önemli marketlere bir ya da iki sene bedava dağıtılsın. Canlı maç yayınlarıyla beraber özenli bir haftanın özeti programı paket olarak düşünülebilir. Bu şekilde hem takımlar, oyuncular çok daha fazla motive olur, hem de bu kadar büyük bir global erişimden pay almak isteyecek sponsor şirketler yavaş yavaş işin içine girer. 1.Lig’de oynamak büyük bir prestij haline gelir ve sponsorların desteği ve heyecan veren kadrolarla, seyircisi olan KSK gibi, ya da Bursa’daki seyirci potansiyelini kullanabilecek Nilüfer Belediye gibi kulüpler abad olur. Birkaç sene içinde bir nevi erkek basketbol ligi kalitesine yaklaşılır. Türkiye’de eğer içi boşalmış İtalya Voleybol Ligi TV’den hâlâ yayınlanıyorsa benim ligim o diyarlara ulaşmak zorunda.

Bu ligi NHL gibi düşünmekte fayda var. NHL basitçe düşündüğümüzde ABD’nin yerel buz hokeyi ligi. Ama gezegenin en iyi buz hokeyi ligi ve en iyi oyuncular orada oynuyor. Dünyanın her yerinde de izleniyor. Ya da İngiltere Premier Ligi. Ligimiz doğru bir şekilde büyürse, kim bilir belki bir süre sonra Azerbaycan’ın çok yatırım yapan Rabita ve Azeryol gibi takımlarını da bu yapının içine entegre edebiliriz. NHL’deki Kanada takımları misali.

İnsan yaşamının ve tüketim alışkanlıklarının tümden değiştiği bu çağda, gereken yapısal ve stratejik dönüşümleri yapamayan sporlar yirmi yıl içinde marjinalize olacak. Komik paralar kazanan yarı profesyonel az sayıda sporcu, az sayıda takım ve dünya genelinde küçücük bir camiadan bahsediyorum.

 Kafada daha iyi canlandırmak için bugün polo ya da çim hokeyine bakmak yeterli.