Skip to content

Orada Bir Adam Var: Bruce Robertson

Bugün gösterime giren Filth (Pislik) vesilesiyle biraz Irvine Welsh, biraz da James McAvoy.

Film izlemek için hâlâ sinema salonlarını tercih edenler bugünlerde zor anlar yaşıyorlar. Zira gönül rahatlığıyla gidip izleyeceğimiz film sayısı yazın gelişiyle birlikte epeyi azalmaya başladı. Tamam, vizyonda Kış Uykusu ya da The Double gibi kalburüstü filmler var ama sonraki günler için aynı şeyi söylemek biraz zor. Önümüzdeki bir ay boyunca salonları ziyaret edecek filmler içinde Kelly Reichardt’ın heyecanla beklediğimiz son filmi Night Moves ve hakkında “enteresan bir Hollanda filmi” diyebileceğimiz Borgman dışında dikkate değer bir şey görünmüyor maalesef.

Haziran ise önceki yıllara nazaran daha bereketli geçiyor. Gişe olarak demiyorum. Zaten o konular hakkında en ufak bir fikrim yok. Filmler genel itibariyle iyi düzeyde. İşte bu filmlerden biri de bugün gösterime girecek olan: Filth (Pislik). Nadasa bırakacağımız Temmuz ayından evvel son çıkış belki de.

3 bu

Pislik, bütünüyle bir karakter üzerine yoğunlaşan hatta mekânın bile karakter olduğu bir film. Bahsi geçen karakter ise Bruce Robertson adlı bir polis. Yakın zamanda terfi alıp komiser olmak isteyen ve bu yolda her şeyi mübah gören, bunun dışında en yakın arkadaşının karısıyla yatan, uyuşturucularla arası gayet iyi, sübyancı, ırkçı yani sizin anlayacağınız alabildiğine aşağılık bir herif. Böyle bir karakterin nasıl bir kafadan çıkacağı konusunda dev bir anket yapsaydık cevap %73 ihtimalle Irvine Welsh olurdu ve bu da gerçekleri sonuna yansıtan bir sonuç olurdu şüphesiz.

Bruce Robertson’ın neden böyle bir adam olduğuna dair herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız için filmin başlarında haliyle kendisinden tiksiniyoruz. Ama film ilerledikçe filmin atmosferi de drama doğru kayıyor ve karanlık tarafa geçmeye başlıyoruz. Bruce Robertson hakkındaki fikirlerimiz Pislik Adam’dan, Hasta Adam’a doğru ağır bir geçiş yapıyor ve filmin finaliyle (Ki arkada bütün acımasızlığıyla Creep çalmaktadır.) birlikte bütün meseleyi çözüp bu defa Bruce Robertson için üzülmeye başlıyoruz.

Irvine Welsh deyince ülkemizdeki kötü Stüdyo İmge çevirileri haricinde akla hemen Trainspotting geliyor tabiatıyla. Ama Trainspotting konusunda Irvine Welsh’in biraz “e yani fena film değil” pozisyonunda kalması ve Danny Boyle hakkında pek de iyi şeyler düşünmemesi bir dedikodu olarak ortalıkta bir süre dolaşmıştı. Danny Boyle ise bu gıybetlere pek kulak asmamış ve Trainspotting’in kendisine açtığı yolda, gösterdiği hedefte hiç durmadan yürüyüp Oscar heykelciğine doğru uzanan bir yolculuğa başlamıştı. Fakat Trainspotting konusunda kesin olan bir şey varsa film Bir Danny Boyle filmiydi ve en sonunda Irvine Welsh de bunu kabul etmek zorundaydı. Pislik ise tam olarak öyle değil. Bu defa karşımızda koca harflerle bir IRVINE WELSH uyarlaması var ve yazar bu defa masaya yumruğu indirip “beni konuşacaksınız beni” demiş gibi görünüyor. Zaten film üzerine konuşurken tıpkı bu yazıda olduğu gibi Irvine Welsh demeden söze giren kimse yok. Ama, görünen o ki bu defa Danny Boyle’dan bile daha zorlu bir rakibi var Irvine Welsh’in: James McAvoy.

Filmin neredeyse her karesinde arz-ı endam eden ve 97 dakika boyunca bütün yükü taşıyan James McAvoy, Bruce Robertson’ı canlandırırken kanından ve canından feragat etmiş gibi görünüyor.  Zaten filmi izleyince görülecektir ki başka bir oyuncunun Bruce Robertson karakterini canlandırması konusunda yaptığınız bütün düşünce hamleleri film bitince ölü bir balık gibi elinizde kalıyor. “Bak oğlum hastayım diyorum, psikopatım diyorum” halet-i ruhiyesini nasıl içine sindirdiyse, aynı şekilde “Ama eskiden iyi biriydim. Kalbim kırık” hüznünü de aynı şekilde içine sindirebiliyor James McAvoy. Mavi gözlerin Kıvanç Tatlıtuğlulaştığı böyle bir dünyada mavi gözlerden nezih ve hasta bir pislik çıkabileceğini de cümle âleme göstermeyi bir şekilde başarıyor.

85A

Bu arada Irvine Welsh de hiç hizipçilik yapmadan, hem filmin hem yönetmenin hem de McAvoy’un hakkını veriyor bu defa. Hatta McAvoy’a ayrı bir parantez açıp ondan başkası Bruce Robertson olamazdı minvalinde şeyler söylüyor.

Uyarlanması oldukça güç bir esere sonuna kadar sadık kalarak Welsh’in gönlünü çelen yönetmen Jon S. Baird ise Pislik ile ikinci filmine imza atmış görünüyor. İlk filmi Cass de hiç öyle bir cümlede yabana atılacak filmlerden değil bu arada. West Ham United’ın efsane holiganı Cassy Pennant’ın gerçek hikâyesinden yola çıkan Cass basit bir sistem eleştirisi olmanın ötesine geçip Afro-Amerikan bir holigan üzerinden dönemin Demir Leydi’si Margaret Thatcher’a laflar hazırlamayı ihmal etmiyordu.

Jon S. Baird, Stanley Kubrick için duyduğu sevgiyi ilk filminde yeterince dile getirememiş olacak ki, Pislik ile bu fırsatı ele geçirdiğini düşünüp birkaç güzel hamle yapmış. Afişten tutun jenerikte yazılar akarken arkada değişen renklere kadar bir sürü Kubrickvari dokunuş var filmde. Zaten filmin bir sahnesinde 2001’in afişini de görünce ufak çapta “tamam abi seviyosun Kubrick’i anladık.”  şeklinde tepkiler vermeniz olası.

Filmin akışında belirli bir ritmin olmaması seyir açısından bir problem ya da biçimsel açıdan bir kusur gibi görünse de yazının başında bahsettiğimiz bizatihi karakterin bir mekân olması hadisesi nedeniyle normal karşılanabilir. Zira akıştaki kopma ya da yavaşlamalar kaygan zeminde ayakta durmaya çalışan karakterimizin med cezir ruh halinin biçime yansıması olarak kabul edilebilir. Zaten lafın gelişi hasta demiyoruz Bruce Robertson’a, zira bipolar bozukluktan muzdarip olduğunu filmin sonlarına doğru biraz da acı bir biçimde anlıyoruz.

Bruce Robertson, filmin bütününe baktığımızda bütün pisliğine rağmen “anlaşılabilir” bir karakter. Filmin sonunda hastalıklı davranışlarının temelinde duran korkularıyla yüzleşmesi terk-i diyar etmesine yol açıyor belki ama bu sonuç onun açısından ya da biz seyirciler açısından çok da beklenmedik durmuyor aslında. Bütün Kafka karakterlerinden daha fazla korkuya sahip Bruce Robertson’ı, hayvanlardan, yürümekten, hatta herhangi bir şeyin “öyle” olmasından bile korkacak noktaya getiren o sarışın eski sevgilisini ise bir türlü filmin bir parçası olarak göremiyoruz. Sadece Bruce’un, yine filmin sonlarına doğru bir markette ona rastladığına şahit oluyoruz. Bruce’un dağılmış suratının da etkisiyle bu karşılaşma müspet bir sonuca ulaşmıyor ve eski sevgilisi Stacey, Bruce’a bir müddet acıyarak baktıktan sonra kadrajdan ayrılıyor.

Bruce Robertson’ın yüzleşmekten çekindiği bir başka konu ise kardeşinin ölümü. Fakat bu konu hakkında da film içinde net bir bilgiye sahip olamıyoruz. Ha illa bilgi sahibi olmamız ve bu bilgiler ışığında ana karakteri tekrar gözden geçirmemiz gerekli mi bilemem. Ama en azından bu kadar karmaşık bir karakterin geçmişi hakkında biraz daha ayrıntıya girilse fena olmazdı diye düşünüyor insan. Ama yine de öylesine işleyen bir karakter var ki karşımızda bu pürüzler can sıkıcı hale gelmiyor. James McAvoy, hızlıca girilen her virajda filmi toparlayıp yoldan çıkmasına engel oluyor.

4 bu

Pislik, için yapılabilecek en güzel yakıştırma ise dağınık bir film olması. Bunu söyleyenler ya da düşünenler olumlu bir şeyden mi bahsediyor bilemem ama Pislik dağınıklığın güzelliğini en iyi gösteren filmlerden birisi gerçekten. Bu dağınıklığın mimarı Irvine Welsh Trainspotting’den sonra ikinci kez bir “sinemasal başarı” ile gündeme geldiğine göre hem bu dağınıklıktan kalburüstü bir film çıkaran Jon S. Baird’e hem de şahane performansıyla filmi sırtlayan James McAvoy’a çok şey borçlu. Hatta, hazır Danny Boyle da Babylon için memleketine geri dönmüşken, Welsh Pislik’le istediği kadar övünüp, Danny Boyle’a da orta parmağıyla bir selam çakabilir.