Skip to content

Cleo, Sofia ve Bizim Çocuklar

Şurası kesin ki, uzun zamandır seyircisini bu kadar ödüllendiren bir film izlememiştik.

Alfonso Cuarón, bu filmi hepimizden önce sevmiş. Roma ile ilgili yapılabilecek ilk tespit bu olabilir. Her karesine özendiği, ne eksik ne fazla tek bir ânı bile bulunmayan hikâyesine bir romancı titizliğiyle yaklaşan Cuarón, her planı, her sahneyi hafızamıza kazımaya ant içmiş gibi görünüyor.

1970’li yılların başında geçen filmde, Mexico City’de yaşayan varlıklı bir ailenin yanında hizmetçilik yapan Cleo ile tanışıyoruz. Onunla birlikte, hem yanında çalıştığı ailenin hem de içinde yaşadığı kentin günlük rutinlerine tanık oluyoruz. Cleo, etrafındaki olaylara hep derin bir sessizlikle eşlik ediyor. Yoldan bando geçerken de, akşam evde ailecek film izlenirken de bu sessizliğini muhafaza ediyor. Cuarón’un gürültü ile sessizlik, bireysel ile toplumsal, sakinlik ile kaos arasında kurduğu müthiş dengenin tüm inceliği de Cleo’nun perspektifinde anlam buluyor.

Filmin geçtiği bir yıllık sürede önce ailede, sonra Meksika’da ve nihayet Cleo’nun hayatında önemli değişimler oluyor. Mexico City büyük toplumsal eylemlere ve sonunda Corpus Christi Katliamı ile sonuçlanacak karışıklıklara sahne olurken, Cleo ise yakın arkadaşının sevgilisinin kuzeni olan Fermin ile girdiği kısa süreli ilişkinin ardından hamile olduğunu öğreniyor. Ailenin babası Antonio, sevgilisi ile başka bir hayata başlayıp evi terk ederken, Cleo da Fermin tarafından -olağanüstü bir sinema salonu sahnesinde- ortada bırakılıyor.

Hayata doğru uzaklaşanlar ile hayatın tüm zorluklarının ortasında yapayalnız kalanların hikâyesine dönüşen Roma, o andan itibaren destansı bir anlatının kıyılarında dolaşmaya başlıyor. Hem Cleo hem de evin dört çocuklu annesi Sofia yaşadıklarının ardından yeni ve zorlu bir hayata başlamak durumunda kalıyorlar. Baştan beri -kendisine sertçe öyle olmadığı hatırlatılan zamanlar dışında- ailenin bir parçası gibi olan Cleo, özellikle filmin sonlarına doğru çıkılan bir tatilde yaşananların ardından kaygan zeminde ayakta durmaya çalışan ailenin gerçek bir üyesi oluyor.

Buraya kadar yazdığım her şey, filmde olup bitenlerin kısa bir özeti. Asıl zarafet ise tüm bu yazıya dökülenlerin perdede cereyan etmesiyle başlıyor. İşte o noktada Cuarón yeteneklerini geniş bir yelpazede, cömertçe sergiliyor. Detaycılığı obsesifliğe varan görsel hazinenin içinde kaybolurken, yavaş yavaş izleyici olarak ağzımızı açık bırakan bir tecrübenin parçası oluyoruz. O kadar ki, örneğin 1971 yılında Mexico City’de neler olduğunu, sokakların nasıl göründüğünü, insanların neler yaptığını, ne izlediğini, ne konuştuğunu; kısacası o dönemin her şeyiyle ilgili fikir sahibi olabiliyoruz. Roma’yı 1971’de geçiyormuş gibi değil de, 1971’de çekilmiş bir film gibi takip ediyoruz. Elbette bunda yönetmenin kişisel bir hikâyeden yola çıkmasının da payı var. Cuarón çok iyi bildiği bir dönemi, “beni yaratan kadınlarla ilgili bir film yapmak istedim” diyecek kadar içinde olduğu bir hatırayı perdeye taşıyor.

Şurası kesin ki, uzun zamandır seyircisini bu kadar ödüllendiren bir film izlememiştik. Bir hatıranın izinde her adımı dikkatle atılmış, her karesi nakış gibi işlenmiş, geniş açının arka fonundaki her ayrıntısı incelikle düşünülmüş bir film ile karşı karşıyayız. Cuarón’un kimi zaman duygusal olarak seyirciyi avcunun içine almak için yaptığı hesaplı hamleleri (doğumhanedeki anlar gibi) bile “hay hay” diyerek kabul ediyoruz. Zira bu dört başı mamur bir yönetmenlik gösterisi, Cuarón daha baştan bunu belli ediyor ve ona katılmamızı istiyor. Anlatı yapısının sadeliği ile görkemli estetiği duygusal bir dengede titizlikle tutan Cuarón, bu dengenin sonunda sessiz ve mütevazı kahramanını bile görsel dili ile ihtişamlı hale getiriyor. Domestik ve sakin bir minvalde başlayan film, yangınlar, katliamlar, deprem ve aile içi trajediler sonunda başladığı noktaya kusursuz bir döngü içinde geri dönüyor. Döngü demişken, Cuarón anlatı ve görsel yapıyı bütünüyle döngüsel bir istikamete yerleştirmiş gibi görünüyor. Yere dökülen sular, gökteki uçaklar ve bitmeyen panlar ile kurulan bu döngü evde başlayıp, yine evde son buluyor.

Hayatla baş edebilmenin, dalgalara karşı korkusuzca yürüyebilmenin, birileri sizi yalnız bıraktığında tüm acıları kabullenip hayata devam etmenin filmi Roma. Evin annesi Sofia’nın sürekli sağa sola çarptığı arabada cisimleşen kederi de, Cleo’nun hastanede yaşadığı trajediden sonraki kabullenişi de acıyla korkusuzca yüzleşmenin kudretine sahip. Cuarón hem Cleo’yu hem Sofia’yı hem de çocukları kare kare kutsarken, bir anlamda kendi tecrübesine ve o tecrübede onu yalnız bırakmayan insanlara teşekkürünü de Roma gibi olağanüstü bir film yaparak ediyor.