Skip to content

An Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni

Filmleri İstanbul'a doğru yol alırken, Chris Marker'e bir bakış...

Fotoğraf çeksek mi çekmesek mi? Modern insanın şeyler karşısındaki bunalımı böyle başlıyor. Fransa Bisiklet Turu’nu yerinde görmeye gittiniz. Az sonra bisikletçiler önünüzden geçecek. Bu anı yıllar boyu beklediniz. Ne yapacaksınız? Fotoğraf çeksek mi çekmesek mi? Kızınız kep atıyor. Üniversite mezuniyetindesiniz. Bu anın geleceğini hiç düşünmezdiniz. Ne yapacaksınız? Fotoğraf çeksek mi çekmesek mi? Tiyatro oyununda sahne sırası sizin. İlkokuldasınız ve ilkokulda böyle şeyler çok önemlidir. Hırsız rolündesiniz ve birazdan sahneye çıkacaksınız. Tek yapacağınız çanta çalmak. Sadece 3 saniye sahnede olacaksınız. Göz ucuyla seyirciye bakıyorsunuz. Anneniz ve kız kardeşleriniz orada. Ellerinde bir fotoğraf makinesi. Fotoğraf çeksek mi çekmesek mi? Bu an birazdan tarihe karışacak. Karıştı bile. Her şeyi yenebilirsiniz, sadece bu anın tarihe karıştığı anı yenemezsiniz.

Chris Marker’in derdi hep bu anla oldu. Sadece günümüzde yaşayan anla değil, tarih olan, tarih olacak olan anla. Bununla da yetinmedi, tarihin daha ulaşmadığı anla da ilgiliydi. 100 sene sonra bugün olacak olan ve 100 sene 1 saniye sonra tarihin derinliklerine karışacak olan anla. Gelecekten seslenen hatıraların peşindeydi. Anın adamıydı, fotoğrafladığı her şeyle birlikte o da, onun gözü de kayıt altına alınıyordu. Sanatla uğraştı, yazdı, çizdi, çekti. İnsanların onu 50 sene sonra hatırlamasını bırakın, yaşarken bile hatırlamasıyla ilgilenmiyordu. Onun geleceğe bıraktığı şey bu andı. Bu an. Ne idüğü belirsiz bir sinema yazısı okuduğunuz bu an.

30 Temmuz 2012’de Chris Marker aramızdan ayrıldı. O gün, haberi gördüğüm o an, aklıma tek bir şey geldi. Fotoğraf kitabı Staring Back’in önsözü vesilesiyle kaleme aldığı satırlar. Ne yazmıştı? Hatırlamıyordum. Şaka gibi geliyordu. Seneler önce ilk okuduğum günden beri zihnime kazınan satırlardı bunlar. Çok kısaydı fakat ilk karşılaştığımda ne kadar büyülendiğimi hatırlıyordum. Onları okuduğum andaki büyülenmemi anımsıyordum, bulursam ve tekrar okursam ne kadar etkileneceğimi de biliyordum. Sadece o satırları bilmiyordum. Unutmuştum. Bir ağaç vardı. Fotoğraf çekmek için dünyayı dolaşması vardı. Ağacın büyümesi vardı. Hatırlamaya başlamıştım. Sonra buldum. Bunları yazmıştı:

“Place de la Republique’in arkasında bütün eylemlerin başladığı ve bittiği bir balkon vardır. Eski fotoğraf makinemle oradan görüntü almayı başarmıştım. Ardından Japonya, Kore, Bolivya, Şili’ye gittim. Gine’deki öğrencileri filme çektim, Kosova’daki doktorları, Bosna’daki mültecileri, Brezilya’daki aktivistleri ve hemen her yerdeki hayvanları. Duvarın yıkılışından sonra Doğu Almanya’daki ilk seçimleri gördüm, perestroykanın arkasından artık birbiriyle konuşmaktan çekinmeyen insanların olduğu Moskova’yı kokladım. Filmi videoyla, videoyu bilgisayarla takas ettim. Her şeyin ortasında, o balkondaki ağaç büyümesini sürdürdü, çok az, birkaç santim.

O birkaç santim, hayatımdan gelip geçen 40 yılı anlatıyordu.”

Büyük bir yalancıydı Chris Marker. Esas adı Christian François Bouche-Villeneuve’dü ve o zamanın modası Magic Marker kalemlerinden etkilenerek kimliğini yeniden tanımlamıştı. Paris’in kenarında, pahalı otellere para vermekten çekindiğiniz zaman kalabileceğiniz kamplara sahip olan Neuilly-sur-Seine yakınlarında dünyaya gelmişti. Bir yerde Moğolistan’da doğduğu yazılıydı. Chris Marker bunu yalanlamıyordu. Hiçbir şey söylemiyordu. Kendisine, hayatına dair tek kelime etmiyordu. Bir gizemdi. Bir hayalet. Bir kahraman. Kurgu.

Gençliğinde Fransız sol çevrelerine girmiş, Cahiers du Cinema gibi prestijli yayın organlarına eleştiriler kaleme almıştı. Belgeselle ilgilenmesi de aynı dönemlere rastlıyordu. Ünlü yönetmen Alain Resnais ile yakınlaşmış, ilk eserlerini aynı dönemde vermişti. Anında dikkatleri üzerine çekerken başyapıtını 1962’de vermişti. La Jetée ya da bizdeki adıyla Dalgakıran, 30 dakikalık bir foto-romandı. Sadece bir kez, sadece bir kez kare hareket ediyordu. Üçüncü Dünya Savaşı zamanı Paris’te geçen hikayede kadın karakter seyirciye bakarken bir an gözünü kırpıyor, sinemanın icadından sonra gelen en büyük anlardan biri tarihe karışıyordu. Film, daha sonra Terry Gilliam tarafından “12 Maymun” olarak yeniden çevrilmiş, Brad Pitt ile Bruce Willis’in başrolünde Hollywood’a bomba gibi düşmüştü. Gilliam muhteşem bir iş çıkarmıştı ve bu muhteşem iş, Chris Marker’in foto-romanına ancak dipnot olabilirdi.

Yolculuğunu sürdürdü Marker. Olimpiyat Oyunları’nı takip ediyor, Vietnam’a gidiyordu. Fidel Castro’yu kamera karşısına oturtuyor, Tokyo sokaklarında dolaşıyordu. Kamerasıyla bazen şiir, bazen deneme yazıyor, ismini filmlerinin jeneriğine yazmaktan bile imtina ediyordu. Poz kesmek değildi bu, Chris Marker olmaktı. Çağdaşı Fransız yönetmenler, süperstar statüleriyle mutlu olurken o bütün bunlardan ayrı yolculuğunu sürdürüyordu. Balkondaki ağaç gibi, birkaç santim, birkaç santim daha.

Kariyerinde birçok efsane ile buluşmuş olan Amerikalı fotoğrafçı Mikkel Aaland, “Digital Creativity” dergisi  için bir Chris Marker yazısı kaleme almakla görevlendirilmişti. Daha sonra hayatında tanıdığı en ilham verici adam olarak nitelendireceği Marker ile 90’ların ortasında Paris’teki evinde buluşan Aaland, karşısına oturduğu insanın hem 18. yüzyıl, hem de 22. yüzyıldan kalma biri olduğunu söyleyecekti.

Gerçekten de öyleydi. Kim 1984 yılında 2084 yılında geçen bir haber programı kurgulayıp sendikaları tartışır? Kim ölü kediler için duaların edildiği eski bir Japon tapınağı kurar? Kim işçileri, eylemleri, kedileri, oyuncakları, sol liderleri aynı solukta peliküle yazar? Postmodern bir çağda bu soruların tek adresinin hâlâ ve hâlâ Chris Marker olması tesadüf değil.

Anıtsal söyleşinin başında Mikkel Aaland, kayıt cihazını çıkarmaya kalkışır. Chris Marker hemen itiraz eder. “Hayır hayır, bu yok. Eğer bir şeyler kaleme almak istiyorsan, hayâl gücünü kullan. Bir kayıkta olduğumuzu düşle. Sarhoşuz. Bu, senin hikayen.”

Bu benim hikayem. Madrid’de sanat müzesindeyim. Küçük bir kitapçı var. Duvarları sanat üzerine kitaplarla dolu. La Jetée’nin kitabını buluyorum. Foto-roman olarak. Büyüleniyorum. Arkasında yazan fiyat daha da büyüleyici, o yüzden almadan çıkıyorum. Birkaç adım yürüyorum. Bir sergi var. Yüzüne kezzap atılmış kadınlar sergisi. O sırada yanda bir kadın da eserleri inceliyor. Dehşet verici. O fotoğraflar dehşet verici. Bakamıyorum. Daha sonra bakacak daha güzel bir şey buluyorum. Yanımdaki kadının bacakları. Bunun bir fotoğrafı yok, hafızama devrediyorum her şeyi. Eve dönünce çevreme gördüğüm serginin dehşet verici yanlarını anlatacağım. Ne kadar etkilendiğimi söyleyeceğim. Ben de bir yalancıyım ve bu benim hikayem.

Hem Chris Marker’in dediği gibi, Moğolistan’da doğmanın neresi garipti ki?

NOT: Chris Marker filmlerinin gösterimi yarın İstanbul Modern’de başlıyor. Gitmek isterseniz, program burada.