Skip to content

Roddick’i Beklerken

Andy Roddick'in kariyer vedasına bir mağlubiyet uzağız ve aslında bununla pek ilgilenmiyoruz. Peki neyle ilgileniyoruz?

Andy Roddick’in oynadığı bir tenis maçını izlemek için geçmişten bugüne bazı sebeplerimiz oldu. Rakibinin kafasına kaç kilometre hızlı servisi yollayacağı, raketini karşılaşmanın hangi noktasında korta fırlatacağı, hakemle ne zaman tartışacağı ya da en basitinden tişörtüyle verdiği savaş, bunlardan bazılarıydı. Bazen Brooklyn Decker’i görmek için bile televizyonu açanlar oldu. Ve 10 yıldan fazla bir süredir Andy Roddick’i çeşitli sebeplerden izledik. Bazılarımız kaybetmesini, bazılarımız kazanmasını isteyerek. Ve belki de ilk kez, neredeyse tüm dünya, kaybetmesini bekliyoruz.

Neden? Çünkü Roddick kaybettiği takdirde emekli olacak. Peki emekli olmasını istiyor muyuz? Hayır.

O zaman neyi bekliyoruz?


Chuck Klosterman, ünlü bir pop kültürü yazarı olmadan evvel, ünlü olmayan bir pop kültür yazarı olarak gazete sayfalarını işgal ettiği yıllarda, birilerine soru sorarak geçinmeyi mümkün kılan gazeteciliğin aslında ne kadar da kişiliğine uygun olduğunu düşündüğünü söyler. Sadece merak ettiği ve bu merakını önce söze, sonra yazıya döktüğü için birilerinin ona iş vermesinin ne kadar harikulade olduğundan bahseder. Röportaj yapmak, rüya gibidir onun için…

Geçtiğimiz çağın en büyük gazetecilerinden, o da olmazsa yazarlarından, o da olmazsa röportajcılarından Gay Talese için her şeyi başlatan kelime, merak. Bir gün New York’a geldiğinde, arkadaşının akrabasının çalıştığı New York Times kapılarından girip iş istemesini sağlayan duygu o, mesela. Daha sonra onu dünyanın çeşitli köşelerine sadece bazı sayfaların üzerine yazı yazmak için yollayan da, yine o merak. Ve bazen onu yanıbaşında bulan da, o merak, bazen. Her gün işe gelmek için kullandığı metroda jeton aldığı ve sadece parmaklarını gerçekten görebildiği görevli kadın üzerine yazı yazmasının sebebi de. Ve gazetede her gün obituary köşesini kaleme alan iş arkadaşını merak etmesinin nedeni de…

Obituary yazarlığı, hayatımıza Closer filmiyle birlikte giren bir kavram. Hayır öyle değil, o senin hayatın diyebilirsiniz, evet öyle. Hayatında bir kere bile yabancı bir gazeteye göz atan, yabancı siteleri gezen herkes için tanıdık bir ifade bu, geçmişten bugüne. Sadece ben ilk kez Closer’ı seyrettiğim vakit, bunu bir meslek olarak icra eden insanların dünya üzerindeki varlığından haberdar olmuştum. Bir insanın ölümünün arkasından yazmak, sıkça rastladığımız bir şeydi, her mecrada. Anılar, hatıralar, hayat hikayeleri. Fakat tüm mesleki kariyerini dünyadan geçip giden insanların üzerine yazı yazarak kurmak, yabancı olduğum bir kavramdı.

Belki de hala öyle. Belki de Gay Talese okuyana kadar öyleydi…

Alden Whitman, 1951’de kapısından girdiği New York Times’da uzun yıllar boyunca obituary yazarlığı yapan bir isim. Hayatı boyunca isimleri, tarihleri, olayları unutmayan hafızası, alçakgönüllü kişiliği ve sıradan yaşam biçimi ona bu koltuğu getirmiş ve aslında başka bir koltuk almasını da engellemiş. Gay Talese, “Mr. Bad News” adlı denemesinde, gazeteyi açtığınızda önceki gün vefat eden isimlerin hayatı üzerine yazılar yazan Whitman’ı dert ediyor kendisine. Neden bu mesleği yapıyor? Mutlu mu? Nasıl bu göreve geldi? Hangi rutinde çalışıyor? Tarzı ne? Sevdiği yazarlar kimler? Ve en önemlisi, her şeyin ötesinde, nasıl hissediyor?

Yazı çok uzun ve itiraf edin, bütün bu sorularla o kadar da ilgilenmiyorsunuz. Ben de ilgilenmiyorum. Sadece bir yer, bir yer, her şeyi, tüm bu soruların arkasındaki şeyi ortaya çıkarıyor. Neresi orası?

(Kitaptan bulmaya çalışıyorum…)

(Buldum)

(Alıntı geliyor)

“…Daha da ileri giderek bir şeyi itiraf etti. Yaşayan biri üzerine güzel bir ölüm ilanı yazısı kaleme aldığını hissettikten sonra, yaratıcılık duygusu o kadar baskın geliyordu ki, yazdığı satırları kağıt üzerinde görebilmek için mevzubahis kişinin ölümünü sabırsızlıkla bekliyordu…”

Ne kadar romantik olursanız olun, yaptığınız işin bir noktadan sonra mekanikleşmesi anormal bir durum değil. Whitman da özel olmadıklarının altını çizerken, mesleklerinin onlara bir ölçüde romantizmi yasak kıldığını da belirtiyor. Talese’nin yazısı, bunlardan çok daha fazlasıyla alakalı ve çok daha başka şeylere de dokunuyor, sadece şu an burasıyla ilgileniyorum çünkü Roddick bırakıyor. Ve aslında, bu yazdıklarımın onunla ne alakası var ki?


Andy Roddick’in 2012 Amerika Açık’ın son turnuvası olacağını söylemesinin özel bir anlamı var. Amerikalı sporcunun kariyeri, başarıları, başarısızlıkları, iniş ve çıkışları değil mesele. Elbette onlar da önemli fakat olay burada başka bir şey var.

Bekliyoruz. Andy Roddick’in kaybetmesini bekliyoruz. Kazanması, ufak da bir ihtimal olsa, hatta imkansıza yakın bir ihtimal olsa da kazanması görkemli bir kapanış, büyük bir hikaye olur. Fakat şu an bunu bekleyecek zamanımız yok. Andy Roddick kaybetmeli ve biz arkasından bir şeyler yazmalıyız. 1 cümle, 140 karakter ya da kocaman bir yazı, fark etmez. Bir şeyler yazmalıyız. Güzel, düzgün bir dilbilgisiyle, düşünceli, esprili, duygusal ama aynı zamanda ironik olan bir tweet yazabiliriz. Daha sonra kaç retweet aldığını kontrol ederek elbette. Hitabımızı iyi belirlemeliyiz, Roddick’in 30 yaşında olması ve bizim Roddick’ten sonra dünyaya gelmemiz de pek mühim değil. “Ah be çocuk” güzel bir kalıp, kullanabiliriz. Her şeyi iyi hesap etmeliyiz, mesela kaybettiği an internetten uzak olmamız senaryolar dahilinde bile olmamalı. Tepkimizi, hype yüksekken ve sıcakken göstermek en iyisi…

Bunu sen yapmıyorsun, ben yapmıyorum, o yapmıyor sadece. Hepimiz yapıyoruz. Ve kötü bir şey de değil zaten. Niye kötü olsun ki? Sadece hissettiklerimizin, ya da hissettiğimizi düşündüğümüz şeylerin ne kadarı gerçek? Yazdığımız şeyleri yazmak zorunda hissettiğimiz için mi yazıyoruz yoksa gerçekten o an istediğimiz bu mu? Yarattığımız sanal karakter, kendi karakterimizi esir mi aldı? Bunları hiç düşündünüz mü?

Kafamda deli sorular…

Dünya kocaman bir obituary mezarlığı artık ve hepimiz bunun bir parçasıyız. Hızlı yaşa, genç öl, arkandan yazılanlar yakışıklı görünsün.