Skip to content

Yalnız Kadınlar Arasında

"Artık mizah kullanmamaya karar verdim. Bunun acı dolu bir hikâyeyi anlatmanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum."

Pedro Almodovar uzun zamandır kötü filmler çektiği için, onu ve filmlerini hakikaten seven sinemaseverlerde bir “lütfen, bari bu filmi iyi olsun” beklentisi oluşuyor. Ben de son filmi Julieta’nın fragmanını gördüğümden beri, “valla bu kez olacak, baya seveceğim ben bu filmi” falan dedim ve kendimi de tam olarak bu şekilde şartladım.

Her zaman Almodovar’ın ilk dönemini şefkatle anan biri olarak, onun melodrama kaydığı ilk yılları hep ulaşılmaz bir tepe olarak gördüm. Özellikle 1987 yapımı Arzunun Kanunu (La ley del deseo) Almodovar’ın üç atını, yani mizah, saplantı ve melodramı kusursuz şekilde bir araya getirmişti. Almodovar, Arzunun Kanunu sonrasında yaptığı filmlerde de bir şekilde hep mizah ve melodram arasında dolaştı. Bazen mizahın dozunu sıfıra indirip Konuş Onunla (Hable con ella) ve Annem Hakkında Her Şey (Todo sabre mi madre) gibi başyapıtlara imza attı, bazen de melodramdan vazgeçip bütünüyle mizaha yaslandığı Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar (Mujeres al borde de un ataque de nervios) gibi şamata dozu yüksek filmler yaptı.

Julieta, bu kabaca ayırdığımız iki istikametten melodrama daha yakın duruyor. Almodovar’ın geçtiğimiz günlerde … artık mizah kullanmamaya karar verdim. Bunun acı dolu bir hikâyeyi anlatmanın en iyi yolu olduğunu düşünüyorum, demesinin hakkını verircesine ölümler, kayıplar ve terk edişler arasında herhangi bir gülümseme anını bile yakalayamadığımız filmle ilgili yönetmene getirilen ilk eleştiri de “neden güçsüz kadınlar?” şeklinde oldu.

Bir yönetmene “neden kadınları güçsüz gösteriyorsun?” diye sormanın nasıl bir mantığı var çözemedim de, her şeyi görmek istediğimiz gibi görme işini filmlere de şarj etmek büyük bir haksızlık gibi geliyor bana. Bir kaybın hatta kayıpların ardından yaşanan çöküş, toparlanamayış hayatta yok mudur? Elbette vardır. E o zaman koskoca adama, “böyle güçsüz kadınlar sana yakışmadı Almodovar” demek biraz komik olmuyor mu?

Yıllara yayılan ve içinde birçok yan öykü de barındıran Julieta, Almodovar dışında birinin elinde büyük ihtimalle darmadağınık bir film olurdu. Önce eşinin ölümü, daha sonra ise kızının onu terk etmesiyle hayatta yapayalnız kalan Julieta’nın bastırdığı güçsüzlük yıllar sonra kayıp kızının en yakın çocukluk arkadaşını görmesiyle depreşiyor. Portekiz’e yerleşme hazırlıklarından vazgeçip kızına defterler boyu mektuplar yazarak geçmişe dönüyor.

Aslında filmi izlerken kimi tercihler yapmak durumunda kalıyoruz. Dallanıp budaklanan öyküyü tüm ayrıntılarıyla takip ederken, bir taraftan da Almodovar’ın geçişlerindeki yumuşaklığı ve neredeyse her sahnede bir başka saplantısı olan kırmızıyı nasıl kullandığına odaklanabiliyoruz. Ne yalan söyleyeyim, ben de ilk izleyişte sürekli kırmızıları takip ettim ve bir yerden sonra olup biteni bırakıp Almodovar’ın biçimine kendimi kaptırdım. Giysilerde, duvarlarda, şemsiyelerde, her yerde karşımıza çıkan kırmızı Annem Hakkında Her Şey’den beri Almodovar’ın bu saplantısının en fazla su yüzüne çıktığı film olabilir.

Filmin edebi referanslarına bakınca ise zengin bir külliyat ile karşılaşabiliriz. Hâlihazırda Alice Munro’nun üç kısa öyküsünden derlenen film kimi yönleriyle Patricia Highsmith’e de açık göndermelerde bulunuyor. Julieta’nın sevgilisi Lorenzo’nun (Dario Grandinetti ya da Konuş Onunla’daki Marco diye de hatırlayabiliriz kendisini) hastanede geçen sahnede kendini saplantılı bir Highsmith karakterine benzetmesi (Sweet Sickness?) ya da filmin başlarında trende yaşanan kısa gerilimin Trendeki Yabancılar’ı epey andırması bunlara örnek olabilir.

Julieta, Almodovar’ın yirminci filminde kendi kariyerine bulunduğu bir saygı duruşu olarak da okunabilir. Kadınlar arasında geçen filmografisinin yirminci adımında da bütünüyle kadınların domine ettiği bir film yapan Almodovar’ın özellikle Rossy de Palma ile tekrar çalışması ya da bilhassa melodramlarında yanından eksik etmediği kostüm tasarımcısı Sonia Grande ile yola çıkması bunun göstergeleri.

Julieta, eski ve yeni dostlarını toplayan ve en iyi bildiği sularda yüzen Almodovar’ın en iyi filmlerinden biri değil elbette. Ama son dönemlerde yaptığı filmler içinde ilgiyi en fazla hak eden, daha da önemlisi onu o yapan tüm Almodovarian ögeleri içinde barındıran ve yönetmeni bir şekilde seven herkesin sevebileceği bir film. Hatta, sadece kırmızıyı takip etmek bile filmi sevmeye yetebilir.