Skip to content

Televizyon Hayatımızı Nasıl Mahvetti?

Devrim televizyonlardan yayınlanmayacak, sadece arada canlı telefon bağlantısı yapılacak.

Britanyalı yazar/çizer/komedyen/senarist Charlie Brooker’ın “How Television Ruined Your Life” serisi çok özeldir. Sırayla korku, sevgi, bilgi gibi kavramlar televizyonun hayatımıza soktuğu imgeler ile açıklanır. Çocuk programları, kamu spotları, popüler diziler, yabancı yapımlar arka arkaya gösterilir ve Britanya toplumun son yarım yüzyılı televizyon ile anlatılır. Merak etmeyin, izleyin. Yabancılık çekmenize imkân yok. Anlatılan bizim hikayemiz, senin hikayen.

Televizyon hayatımızı nasıl mahvetti? Bu soru bu hafta iyice kafama çakıldı. Polis müdahalesinin Gezi Parkı’ndan başlayarak yurt çapında yayıldığı zamanlarda yemek programları, belgeseller yayınlayan, kendi ülkesine ve dünya medyasına rezil olduktan sonra geri adım atan, arkasından tek değiştirdiği şey daha fazla tartışma programı koymak olan adamları düşündüm. Televizyon hayatımızı mahvediyor. Ve bunu Charlie Brooker bile böylesine düşünmemişti.

Burada siyasi bir analiz yapmak istemiyorum. Daha iyi yapanlar zaten var. Bu işi buraya sürükleyenlere kızmak da istemiyorum. Zaten her gün, her an yapıyorum. Olağanüstü zamanlarda anlatılan kişisel hikayelerin her zamankinden kıymetli olduğuna inanırım. Bir hikaye anlatacağım.

Liseden beri çok sevdiğim, sıklıkla görüştüğüm bir arkadaşım var.  Bir kız. Politik bir insan değil. Y Kuşağı diyorsunuz ya, onlardan. Apolitik diyorsunuz ya, onlardan. Hayatında şiddetle uzaktan yakından ilişkisi olmamış, benim gibi. Fakat o da Taksim’e gelenlerden, arkadaşlarının yanında olmak isteyenlerden biri. İlk geldiği gün bunu ailesinden izinsiz yapmıştı zira duyduğu an annesi teröristlerin yanında, provokatörlerin yanında ne işi olduğunu sordu. Annesi de çok iyi bir insan ve ona Taksim’de bulunanların provokatör olduğunu düşündüren tek şey medya. O gün, arkadaşım sinirleniyor ve ailesine “Biraz televizyon izleyin. Gerçeği görün” diyor. Sorun da işte burada büyüyor zira maalesef televizyon gerçekleri göstermiyor. Ertesi gün eve gittiğinde ailesinden gelen tek tepki “Orada iyi insanlar varmış ama şimdi taş atanlar, teröristler öndeymiş. Gitme kızım” oluyor. Televizyon işte hayatımızı böyle mahvediyor.  Orada oturan, kitap okuyan insanların çadırları yakıldığında, biber gazı ile saldırıldığında yayın yapmıyor sonrasında yükselen karşı edebiyatının bayrak taşıyanı oluyor. Zulmü bir “ama”ya emanet ediyor. Her şey bir “ama”ya dönüşüyor. Protestolar var ama, Polis müdahalesi var ama, Toma var ama, Tazyikli su sıkılıyor ama…

Medyaya yeni adım atmış gençlerden biriyim. Küçükken Hasan Cemal’in “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” kitabını okumuş, kavgalarıyla, tartışmalarıyla, güzellikleriyle bu mesleğe aşık olmuştum. Arkasından “Başkanın Tüm Adamları” geldi. Washington Post yazarları Bob Woodward ve Carl Bernstein’in Watergate skandalını ortaya çıkarış şekillerine, dik duruşlarına hayran oldum. Ben Bradlee gibi bir gazeteci dünya tarihinde olduğu için mutlu oldum. Hiroşima’dan sonra John Hersey’nin New Yorker’a yazdığı yazıyı ya da kitabı okurken kendimden geçtim. Tom Wolfe’un kitaplarında üslupta devrim yapmanın gerçekten ne olduğunu gördüm. Fakat son bir haftada bu meslek, bu mesleği yapanlar, bu mesleği yapanları yöneten patronlar benden her şeyi alıp götürdü. Her gün uyanınca ilk baktığım şey haber kanallarının Gezi’den başlayan direnişi nasıl gösterdiğiyle ilgilenmek oluyor ve her gün bir kez daha hayal kırıklıklarım derinleşiyor.

Haber kanalları, gazeteler. Sizi suçluyorum çünkü bilgiyi kontrol etmek istiyorlar ve siz ilk günden beri kapılarınızı sonuna kadar açtınız. Noam Chomsky’nin “Ben de Çapulcuyum” videosunu haber bültenlerinizde, tartışma programlarınızda anıyorsunuz. O zaman ben de size Chomsky’den bir örnek vereyim. Amerikalı entelektüel, “What Makes Mainstream Media Mainstream” makalesinde sizin bu yaptığınıza dair güzel bir örnek verir:

Woodrow Wilson, 1916’da ABD Başkanlığı’na tekrar seçildiğinde Amerikan halkı çoğunlukla savaş istemeyen, kendi coğrafyası dışında olan bir savaşa girmenin mantıksızlığını sorgulayan bir halktır. Başka bir ülkede savaşmak istemiyorlardır, basitçe. Wilson da benzer görüşle işe başlamıştır. Seçim sloganı “Zafersiz Barış” adını taşımaktadır. Fakat sonra 1. Dünya Savaşı’na katılmaları gerektiğini savunur. Hatta bu yönde karar alırlar. Peki insanları nasıl ikna edecektir? Çok kolay. Propaganda yaparak. ABD tarihindeki ilk büyük propaganda birimini (The Committee on Public Information) kurarlar ve birkaç ay içinde savaş çığlıkları atan bir halk yaratırlar.

Henry Kissinger da “Diplomasi” kitabında ABD dış politikasını anlatırken benzer bir örnek verir. ABD’nin kurucu ataları denizaşırı ülkelere gidip savaşma taraftarı değildir. 1821’de John Quincy Adams bu ilkenin çerçevelerini çizmiş, ülkenin yalnızca kendisinin şampiyonu ve koruyucusu olduğunu savunmuştur. Medya ve propaganda işte böyle bir ilkeden, böyle bir ortamda savaş yaratmayı başarır. İnsanları kandırır ve savaş borularını çalmaya başlar.

Bunları neden anlatıyorum? Farklı örnekler de verilebilir. Sadece Chomsky bunu ilk büyük örnek olarak verdiği için kullandım. Yoksa hepimizin bildiği Hitler propaganda gücüne atıfta da bulunabilirdim. Sadece şunu anlatmaya çalışıyorum. Medya şu anda hepimizi kandırıyor. Hepimizi mahvediyor. Asla birilerine zarar vermek istemeyen insanları günlerce provokatörlerle birlikte anıyor. Ülkede polis müdahalesi sürerken ilk günlerde göstermediği görüntüler üzerinden tartışma programı yapıyor. Aslında susarken, konuşuyormuş gibi yapıyor. Ve bunu her zaman yaptığı gibi çok rafine bir şekilde süslemeyi başarıyor. Bu kuşağı anlayalım. Peki anlayalım. Aynı sırada biber gazı yiyen insanları ne yapalım? Onları da 10 gün sonra yaptığımız programlarla anarız. Onların kim olduğunu bize anlatan uzmanları çağırırız. Nasıl olsa rakamlar bizim yanımızda. Propaganda gücü bizim yanımızda. Bir şekilde kandırmayı başarırız.

Maalesef ben artık yoruldum. Tepki vermekten yoruldum. Başka da bir şey yapmamıza imkan yok. Zaten gerek de yok. Ne olursa olsun bölgede olan gazetecilere tepki vermek, arabalarına vurmak da anlamsız. Onlar da basın emekçisi ve onlar arasında da bu düzenden yorulanlar, patronlarından bıkanlar çoğunlukta. İnanıyorum. Fakat artık kanallara kızmaktan yoruldum. Kızgınlığım, üzüntüye dönüşüyor ve en umutlu zamanlarda, en umutlu akşamlarda bile kendimi yıkılmış hâlde buluyorum. Bunu hiçbirimiz hak etmiyoruz.

Tek derdim var. Bunları unutmayalım. Bu yaptıkları yayınları unutmayalım. Haber dillerini, sunuş şekillerini, tartışma programlarını unutmayalım. “Devrim televizyonlardan yayınlanmayacak” sözü güzel, bir de ekleme yapalım. Devrim televizyonlardan yayınlanmayacak, sadece arada canlı telefon bağlantısı yapılacak.