Skip to content

Magnolia Durağı

Bir filmin, bir şarkının, bir albümün birleştirdiği hayatlar üzerine...

Bir zaman makinası ve sınırsız imkanınız olsa nereye dönmek, ne yapmak istersiniz? Farkındayım, çok High Fidelity bir soru. Ve biliyorum, havalı görünmek için kral, kraliçe ya da devlet başkanı olmak istemiyorsunuz. Rob gibi, 70’lerde NME yazarı olmayı seçebilirsiniz mesela? Az mı geldi, anlayışla karşılayabilirim. Seçenekler sınırsız ve hayal gücünüz…

Paul Weller’dan duymuştum ilk kez, bir daha da kimseden işitmedim zaten. Herkes doğduğu 10 yıllık zaman diliminin içine dönmek ister. Ne olursa olsun, fark etmez. O 10 yıl sizi belirler ve siz o 10 yılı belirlersiniz. Ve eninde sonunda, her başınız sıkıştığında ve sıkışmadığında, oraya dönersiniz.

O bunu yapmıştı. O, Paul Weller. Doğduğu, büyüdüğü, bir yıldız olarak terk ettiği kasabasında rutin bir şekilde ilerleyen, cuma akşamları bira içerek -5, 10, 15, 20- cumartesi akşamları dans ederek ve para problemiyle uğraşarak geçen yıllarda kafasında bunlar vardı. Gençliğini 70’lerde yaşaması ve punk kültürünün bir parçası olması önemli değil. Onun için dünya tarihi 50’lerin sonundan 60’ların sonuna kadar sürüp giden bir şey. Gerisi, birkaç yıl işte…

Nerede doğduğunuz her şeyi belirler. 90’ların başında doğan biri dünyayı 90’lardan ibaret kabul edebilir. Bunu o yılları yaşarken fark edecek durumda olup olmadığı önemli değil. Zaten 7 yaşında Atilla Taş ya da Burak Kut dinleyerek hayatın sırlarını öğrenmeniz mümkün değil. Fakat uzaklaştıkça ve takvim yaprakları ardı ardına düştükçe, o 10 yılda neler olup bittiğinin farkına varabilir. Bu biri, ben oluyorum. Yalnız değilim, sahaflar ve download siteleri benim gibilerle dolu.

Pazar sabahı kovboy filmleri izleyerek çocukluğunu, gençliğini yad edenler olduğu kadar Pitchfork arşivinde saatlerini harcayanlar da var. Bu da benim. Ve dünya tarihinde yazılmış en güzel metnin Chris Ott’un Pavement’ın Slanted & Enchanted albümü üzerine yazdığı kritik olduğunu düşünüyorum. Tolstoy’dan, Fitzgerald’dan ve Joyce’dan daha iyi. Katılmıyor musunuz? Eh, henüz akıl sağlığınızı koruyorsunuz. Chris Ott bugün ne yapıyor? Bilmiyorum, 90’ların başında Pavement albümünü dinlediği o yerde olabilir.

Peki ben nerdeyim?

Bu hafta bu sorunun cevabını bulmak için idealdi. Fiona Apple’ın son albümünü 100. kez dinlerken, Paul Thomas Anderson’ın son filmi The Master ile ilgili dünya çapındaki bütün eleştiri yazılarını okurken ve Aimee Mann’in NPR’da dinlenebilen yeni albümüne takılırken bunu bir kez daha düşündüm. 90’lar peşinizi bırakmıyor. Doğduğunuz 10 yıl peşinizi bırakmıyor.

Paul Thomas Anderson, Boogie Nights’dan daha iyi bir film yapmak için kollarını sıvadığında aklına gelen ilk şey bir karavan tutmaktı. Fiona Apple ile çıkıyor, Los Angeles’ta yaşıyor, David Lynch ile dergi kapaklarında arz-ı endam eyliyordu. Gözlerden uzak olmak, kaçmak ve yüzyıllardır sanatçıların en büyük klişelerinden olan doğayla baş başa olmak istiyordu. Yaptı da. Kapısına dayanan yılanlardan korkarken müzik çalarda Aimee Mann albümü vardı ve Deathly çalıyordu. Hiçbir zaman “Writer’s Block” yaşamamıştı ama yaşasa bile geride onun için bekleyen Aimee vardı. Deathly, her şeyi değiştirdi. Magnolia’yı, 90’ların en büyük klasiklerinden birini yaratan şu sözler oldu:

“Now that I’ve met you would you object to never seeing me again?”

Film 188 dakika sürdü ve evet, her şey bu sözlerle başlamıştı. PTA, ün, para, başarı merdivenlerini hızlı bir şekilde çıkarken Aimee Mann’i de yanında taşıdı. Fiona Apple zaten 17 yaşından beri oradaydı. Beraber Los Angeles’ta takılıyor ve Jon Brion, Michael Penn gibi isimlerle de dünyayı daha iyi bir yer haline getiriyorlardı.

Küçük anlardan büyük anlamlar çıkarmayı seviyorsanız 90’lar sonu Magnolia seti sizin için ideal olabilir. Ya da bir cuma gecesi Los Angeles’ta içmeye çıkan 5-6 kişi de güzel bir seçim olabilir. Paul, Fiona, Michael, Aimee, Jon. Aralarında dahiler var, küçüklüğünden beri baş belası olarak dahiler var, küçüklüğünden beri yetenek abidesi olarak görülen dahiler var, küçüklüğünden beri kimsenin üzerine derinlemesine düşünmediği dahiler var, küçüklüğünden beri ailesindeki öteki ünlülerin gölgesinde kalan dahiler var, yani, dahiler var.

Küçük anlardan büyük anlamlar çıkarmayı seviyorsanız Steven Hyden da okuyabilirsiniz. Paul ve Fiona’nın asla o limuzinden çıkmaması gerektiğini söylüyor. Hangi limuzin? 8 Kasım 1999’da Westwood’daki Mann Village Theatre’a yaklaşan o limuzin.

Aimee Mann, buna sahipti. Üne, Paul Thomas Anderson’dan çok daha önce ulaşmıştı. Solisti olduğu, 80’lerin büyülü gruplarından ’Til Tuesday’in Voices Carry’si dünya çapında şöhret olduğunda o da öne çıkmıştı. Bir an öyleydi ve ertesi gün her şey bitti. Şöhrete adım adım yaklaşan bir pop yıldızıyken endüstriye savaş açmış bir sanatçıya dönüştü. O çoğu zaman aynı kalmıştı, müziği, çevresindeki her şey gibi kökünden değişmişti. Daha az synth, daha çok gitar, kalp kırıklıkları, başarısızlık ve başarı ve tekrar başarısızlık ve daha fazlası.

Nick Hornby, 31 Songs’un belki de en güzel denemesinde bunu yazar. İngiliz yazar, endüstrinin bağımsız tanrıçaları olarak kabul edilen, hiçbir zaman tam olarak kabul görmeyen ama hiçbir zaman da çok dışarıda bırakılmayan iki sanatçının Ani DiFranco ve Aimee Mann’in hikayelerini birleştirir. İkisi çok farklı yollardan geçmiştir ve çok farklı yollardan müzik yapmayı sürdürmüştür. Lâkin gitar, kalp kırıklıkları, başarısızlık, başarı ve başarısızlık onların da kapısından eksik olmamıştır. Uzun süre okuldan uzak kaldıysanız, geri döndüğünüz ilk gün herkes sizle ilgilenir. Ertesi gün, yine herkes gibi bir hiç olursunuz. Aimee ve Ani de böyleydi. Ve başlarına gelen en iyi şey, kel kafalı bir İngiliz yazarın onlar üzerine deneme yazması oldu. Ve bunu da dert etmediler. Fark etmeden, zamanı, tarihi ve dünyayı değiştiriyorlardı.

90’lara dair hatıraları Nirvana, Radiohead ya da Oasis ile sınırlı olanlar çok şey kaçırıyor. Her şey duvara kırmızı sprey boyayla yazılan Smells Like Teen Spirit ile sınırlı deği. Thom Yorke’un boğulduğu bir klip de o yılları tam olarak yansıtmıyor. Sokakta duvara yaslanıp “Wonderwall” çalan çocuk da. Büyük isyanlardan, hırkalı depresyonlardan daha fazlası var. Büyük zaferlerden ve köşeyi dönmekten de fazlası olduğu gibi. O cuma akşamı Los Angeles’ta içmeye giden kitle bu yüzden önemli. Duvarları yumruklayarak, ailenizden nefret ederek, okuldan ayrılarak, cama yumruk atıp elinizi keserek, okul bahçesinde gizli gizli sigara içerek büyümek hakkınız. Ama böyle de yapmayabilirsiniz. Her zaman başka yollar vardır, bu kadar altı kalın kalemlerle çizilmeyen, bu kadar ilgi çekmeyen ve bu kadar yıkıcı olmayan. Aimee’nin şarkıları gibi, Ani’nin sözleri gibi…

Aimee Mann’in yeni albümü son 5-6 albümü gibi. Farklı bir şey yok. Daha olgun sadece. Fiona gibi. Paul Thomas gibi. Artık farklı yerlerde, farklı hayatlar yaşıyor olabilirler, cuma gecelerini beraber geçirmiyor da olabilirler. Birkaç hayat değiştirdiler, binlerce aslında ve bunu onlara söylerseniz rahat, salaş kıyafetleri ve çok da özenilmemiş saçlarıyla teşekkür edip, omuz silkerler.

Bir zaman makinası ve sınırsız imkanım olsa 90’ların sonunda Amerika’da yaşayan ve Pitchfork’ta yazan biri olmak isterdim. Ya da Village Voice’da. Çok havalı oldu mu? Bilmiyorum. Rob, Laura’yı etkilemiş miydi? Çok iyi hatırlamıyorum. Fakat şunu biliyorum. Nick Hornby, High Fidelity’i 1995’te yazmıştı. Zaman yalan söylemiyor. Magnolia’yı yeniden izliyorum, bu sefer ekstra seçeneklerde de gezinerek. Paul Thomas Anderson ve Fiona Apple kurgu odasında birlikteler. Şakalaşıyorlar, oyunlar oynuyorlar ve öylesine takılıyorlar. Sanki 90’lar 10 yıl sürmemiş gibi. O birkaç dakikada başlamış ve bitmiş gibi. Los Angeles’taki cuma gecesi gibi. Keşke orada olsaydım.