Skip to content

Aşiyan’da Acı Çeken Adam

Aşiyan'ın bile ömrünü uzatamadığı adam.

Eski zamanlarda orta okul yıllarının, çağdaş müfredat sonrasındaysa lisedeki edebiyat derslerinin en fazla üzerinde durulan, en çok okunan ve en çok merak edilen adamlarından biridir Tevfik Fikret. Edebiyatla çok fazla ilgilenmeyenler onu sadece Servet-i Fünun’un kurucusu olarak tanır, biraz ilgilenenler, yine Servet-i Fünun’un kurucusu olarak tanır ve edebiyatı çok seven “ay ben çok kitap okurum”cular da onu yine Servet-i Fünun’un kurucusu olarak tanır. Fazlası da var…

Aşiyan’daki evini ziyarete giden herkesin “ulan adam hayat yaşamış be, şu manzara ömür uzatır” geyikleriyle yücelttiği Tevfik Fikret, o Aşiyan’daki evde hayatının tüm acılarını çekerken muhtemelen o manzarayı görmüyordu bile. Şimdiki Boğaziçi Üniversitesi’nin yerinde bulunan Robert Koleji’nde öğretmenlik yaptığı için kolayca gidebilsin diye güney kampüsünün hemen dibine, edebi kimliğini de unutmamak için şairler mezarlığı olarak bilinen Aşiyan Mezarlığı’nın hemen üzerine yaptırır Fikret planlarını çizdiği köşkünü. Manzara’ya karşı iç çekmek için değil, içindeki sıkıntılardan dolayı nefes alamadığında gözlerden uzak olsun diye.

Çocukluğunu, ergenliğini, edebi yahut sosyal davasını anlatacak değilim, vikipedya’da bile yazıyor artık. Servet-i Fünun’un aldığı tepkilerle başlayan süreç ve hayatının her anında çektiği acıların hayatına tezahürünü anlatmak, Aşiyan’da aslında acı çektiğini göstermek içindir bu yazı. Bir de son yazıyı yazalı bayağı oldu, artık bir şeyler karalayayım düşüncesi geldiği için… Sonra Kaan Abi kızıyor.

Servet-i Fünun’un klasikçiler yahut ilk tanzimat edebiyatçılarından aldığı tepkiyi şurada yazmıştım. Dekadanlık, özentilik ve “çakmacılık” ile itham edilmek, Fikret gibi özgünlüğü benimsemiş ve sanatı hem kendisi, hem de insanlık kültürü adına yapmaya çalışan bir adam için fazlasıyla ağırdı. Servet-i Fünun’un dağılış sürecinin başlaması dekadanlık tartışmasının son demlerine denk gelir ki, bu dönemde artık  tüm o tartışma boyu sakin kalmış Fikret de delirmiş, özellikle de gavurlukla itham edildikten sonra “kendi yurdumda gavur damgası yiyeceğim, yedi ceddime gavur denecek, asarıma şapka geçirilecek öyle mi?” tepkisiyle daha fazla dayanamayacağını gösterir. Zaten artık en ateşli Servet-i Fünun’cular Cenap ve Mehmet Rıfat da daha fazla devam etmeyeceklerini bir anlamda beyan etmişlerdir. Tek başına rüyasını kurduğu ve topladığı Servet-i Fünun dağılmaktadır ve bunun için hiçbir şey yapamaz Fikret. Arkadaşları sürgüne gönderilmekte, eserleri toplatılmakta, üzerinde baskı kurulmakta olan bir adamdır ve edebiyatı güzelleştirme çabası, yerini akıl sağlığını koruma çabasına bırakır.

Takıntılı bir adam olmadığı söylense de, idealleri uğruna bayağı zorlayıcı bir adam olduğu bilinir Fikret’in. Servet-i Fünun aşkıyla, ailesine istediği kadar zaman ayıramayan bir adama dönüşür tabii. Geceler boyu matbuat, sürekli yazılan yazılar, evdeyken bile çalışma odasında geçirilen saatler… Eşi Nazime Hanım ve oğlu Haluk’a yeterli ilgiyi gösterememesi, onun aile hayatının daha da kötüye gitmesine sebebiyet verir. Eşinin deyimiyle “batıyla doğu arasına sıkışmış bir adam” olmasının yanında, işi ve ailesi arasında da sıkışıp kalmıştır.

Servet-i Fünun yolundaki en büyük destekçilerinden, aynı zamanda yakın dostu ve halasının kızıyla evlendirdiği akrabası Mehmet Rauf’la ilgili söylentiler, hiçbir zaman tepki göstermese, ilgilenmese de her zaman içten içe onu yemiştir der yakınları, hayatını inceleyenler. Söylenti ağırdır. Gerek normal aile ziyaretleri, gerekse iş icabı Fikret’in konağına gelip giden Mehmet Rauf ile Tevfik’in eşi Nazime Hanım arasında bir yasak aşk vardır. Söylentilerin bir bölümü bunun tek taraflı (Nazime Hanım karşılık vermemiş), diğer bir bölümü de karşılıklı bir aşk olduğu yönündedir. Sürekli evine gidip gelen Mehmet Rauf’la olan ilişkisini bir anda bu söylentiler sebebiyle asgariye indirir Fikret. Sadece bu bile onun söylentilerden etkilendiğini gösterir bana göre. Hatta bir eseri daha farklı okumanıza sebep olacak bir başka söylenti de şudur ki; Mehmet Rauf’un edebiyat tarihimize ilk psikolojik roman olarak geçen eseri Eylül’de anlattığı üçlü aşk hikayesi Rauf-Fikret-Nazime Hanım arasındaki durumdur. Rauf’a göre Fikret, mutluluğunun önündeki tek engeldir.

Aile hayatı çok parlak olmamıştır Fikret’in. Rumi kökenleri olan Fikret, çok ciddi bir dini eğitim almıştır, dindar yetiştirilmiştir. 12 yaşında annesi Refia’yı kaybeden Fikret ilk aile darbesini burada almış, sonrasında da sürgüne yollanan babasından uzak yaşayarak bomboş bir çocukluk geçirir. Eşiyle olan sıkıntıları bir yana, her zaman gurur duyacağını birçok eserinde anlattığı, yüksek beklentilerle her seferinde övdüğü oğlu Haluk’u beklentilerini karşılasın diye mühendislik eğitimine Glasgow’a gönderir. Parasını eksik etmez. Yanında kalacağı aileyi de beraber seçmiş, uzun süre mektuplaştıktan sonra güvenerek onlara teslim etmiştir evladını. Ancak mektuplara cevap vermemeye başlar Haluk bir süre sonra. Ya uzun zaman sonra geliyordur kısa cevapları artık, ya da hiç gelmiyordur… Haluk, Fikret’in biricik tutunacak dalı, dünyaya geldiğinde bütün streslerinden arındıracağını düşündüğü oğlu, yanında kaldığı ailenin etkisiyle din değiştirmeye karar vermiştir. Bu ilk şok olur. Daha da kötüsü, ABD’de Michigan Üniversitesi’nde eğitimine devam etme kararı aldığını ve önce Kanada’ya, sonraysa ABD’ye gidip oraya yerleşeceğini yazmaktadır. Evladını bir kez daha göremeyeceği düşüncesi, eşi Nazime Hanım’ın bütün olanlar yüzünden Fikret’i suçlaması, dindar yetişip dinden aslında oldukça uzak bir hayat süren Fikret’in oğlunun Hristiyanlığa geçmesi, eşine dostuna vereceği hesap, Servet-i Fünun’un dağılması sonrasında düştüğü boşluk ve diğer etkenler (daha ne olacak) onu iyice içine kapanık bir adam haline getirir. Sonradan Presbiteryen Kilisesi rahibi olacak ve hayatını rahip olarak sona erdirecek oğlundan arada sırada aldığı mektup ve haberler de onun fırtınalarını daha şiddetli hale getirir. Üzülse mi, sevinse mi…

Aşiyan’ın tamamlandığı 1905 yılında, oraya yeni bir başlangıç yapmaya gitmiştir aslında. Oğlunu yolladığı Glasgow’dan mutlu haberleri alacak, müstakbel işine yakın olacak, tablolarını ve yazılarını o sakinlikte yapacaktır. Bir nevi Servet-i Fünun’un emekliliğini yaşayacaktır. Ama Aşiyan kabus olur Fikret’e.

Eserlerinde her zaman bir tablo vardır, okuyanlar bilir. Ya tüm eser bir manzara anlatır, ya eserin nefis bir betimleme anı vardır, o manzarayı detaylıca resmeder Fikret. Tüm bu resim tutkusu, içinde bir yerlerde bir ressam olma arzusuyla yanmasından ileri gelir. Aşiyan’daki tabloların çoğunu odasına kapandığı zamanlarda yapmıştır. Oğlunun meramını anlattığı ve din değiştirdiğini söylediği mektup sonrasındaysa yaptığı tabloların hepsi derin bir kasvet içermektedir artık…

Edebiyatımızın en büyük aktivistlerinden, en büyük beyinlerinden Fikret, ömrünü kısaltan badireler sebebiyle Aşiyan’daki inzivasında, 19 Ağustos 1915’te vefat eder. Aşiyan yetmemiştir ömrünü uzatmaya.