“Dünyanın hiçbir yerinde” diye iddia ediyordu bindiğim taksiyi kullanan abi. “Bak hiçBİR yerinde diyorum ya, böyle bi şey yok. Olamaz!”
20 milyonluk bir şehirde yolların hiçbir sebeple kapatılamayacağını söylüyordu. Kendisine hiçbir yazı ulaşmadığnı belirtiyordu. İstanbul Belediyesi’nin bizzat abiye “Bak bu yollar kapalı” içerikli yazıyı ulaştırmamış olmasına ben de anlam veremiyordum. Yine de “Paris, Berlin, Madrid veya Londra’da da var” argümanım onu biraz yumuşatmışa benziyordu. “Ben maratona bir şey demiyorum, ama BU şekilde olmaz yani” diye ağız değiştirdi. Haklı olduğunu söyledikçe gümbür gümbür gidiyordu. 27 yıldır taksicilik yaptığını, bu maraton denen şeyin iki üç yıldır var olduğunu, bunların nasıl şeyler olduğunu anlatıyordu. Ben yaklaşık 2 saat sonra maraton koşacak olmanın verdiği gerginlikle dediklerinin yarısını duyuyor, sabah alelacele yediğim iki dilim ekmeği öğütmeye, yarış öncesi büyüğümü icra edebilecek tuvalet bulabilir miyim diye düşünmeye odaklanıyordum. “Sen de mi koşacaksın” diye sordu taksici abi. Utana sıkıla onayladım. Bu beşinci senedeki dördüncü utanç dolu onayımdı. İstanbul Maratonu benim için sabah hava yeni aydınlanırken utanç dolu şekilde taksici onaylayarak başlıyordu ve hemen hemen bu totemime dönüşmüştü. “Neyse, bacaklarına kuvvet” diye indirdi. Özünde iyi bir insan olduğuna inanmaya başlamıştım.
Taksim AKM’nin önünde olmasını beklediğim servis sırası Tarlabaşı’na inmişti. 7’de oradaydım, yarım saat içinde serviste olmam gerekiyordu çünkü bildiğim kadarıyla son servis 7:30’da hareket edecekti. Arada kaynaklar vardı. Arkadan birileri “Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar sıraya girmeyi bilmeyen bir millet yok” diye bağırıyordu. O da haklıydı ama sıfır organizasyonda insanlar görmediği bir sıraya nasıl girsindi. Ayrıca kimimiz beşte kalkmış, kimimiz aslında hala kalkmamıştı. Bense tamamen sessiz şekilde, kalabalıklar içindeki yalnızlık olarak bekleyerek ilerliyordum. Sıra 25 geçe servise binmemle sona ererken, benden sonraki kalabalığa Hollywood filmlerinde son saniyede inanılmaz tehlikeli bir lokasyondan tahliye edilmiş başrol gibi bakıyordum. N’aptılar bilemiyorum. Yarışmışlardır herhalde bi şekilde.
Otobüs her zaman olduğu gibi metrobüs durağına yakın bir yerde indirmedi. Kalabalık içine girdik, Acıbadem’e doğru yol almaya çalıştık. Bi ara aklıma Carmageddon geldi hakikaten. 40. yıla özel kötülükte bir start organizasyonu yapmışlar meğer, sonradan anladım. Her şey iç içe, maksat üşümeyelim. Bi şekilde verdiğim çantamı umarım alabilirim diyerek tuvaletlere doğru yol alırken, yol kenarına işeyen bir maratoncuya kayılan azar dikkatimi çekti. “Bakın orada o kadar tuvalet var, biraz medeni olun” diye bağırıyordu kadın. O da taksici abi gibi dünyanın hiçbir yerinde argümanını kullanıyordu. Aslında dünyanın her yerindeki maratonlarda hem işeniyor, hem de sıçılıyordu kenarlara. Bizzat gidip gördüm.
Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir maratondu. Defaatle söylüyordu sunucu bunu. Az sonra başlayacak maratonda kıta değiştirecektik. Hazır mıydık İstanbul?
Gergindik açıkçası. Garip bir şekilde hazır hissediyordum kendimi. Yarışa katılmış olanlar bilir, kendinizi start öncesi hazır hissedemezsiniz. Bir yerinizde ağrı, mesanede bir baskı veya bir unutmuşluk hissi lazım ki motive olabilesiniz. Bende yoktu. Diyordum ki 3:45 tempocusuyla beraber gideceğim, sonra biraz geriye düşeceğim, 3:47’de falan bitireceğim ve PB olacak.
Başladık. Bu sene daha az selfie’ci vardı. Dümdüz koşabildik. Barbaros Bulvarı’ndan Eminönü Köprüsü’nün bitimine kadar olan alan içinse ne söylesem az. Gözlerim doldu destekten. Bandolar, STK’ların gönüllüleri, sponsorların çalışanları, müzik, alkış, konfeti… Meğer o Mordor’a girişmiş.
Ya Eminönü’nden sola döndükten sonra, ki bu alan onuncu kilometreyle kırkıncı kilometre arasıdır, bir rüzgar tünelinde, tek başınıza, hiçbir destek olmadan, zerre gölge olmaksızın, tırmana ine koşuyorsunuz. Ben eski parkurda maraton koşmadım, bir şey diyemeyeceğim ama, amatör bir koşucu için olabilecek en kötü parkur herhalde bu ya. Hakikaten dünyanın hiçbir yerinde yani. Bu sene hem havanın 19 derece olması, hem de sapasağlam rüzgar esmesi bilmiyorum herkesi benim kadar etkiledi mi ama dağıldım. 35 km geride kalırken sırtıma bir şey battı, “ulan kim ne atıy” diye arkamı döndüm, baktım en yakın kişi 50 metre ötemde. Sonra anladım ki spazm olmuş. Artık niyeyse. Aha dedim gitti 3:50. Bırakır gibi oldum. Tam kenara çıkıyordum ki, 4 saat tempocusu yakaladı beni. Yiğidim. Takıldım gruba, pata pata gittim. Tek başına kalmış ve sırtına spazm girmiş adam, 10 kişilik bir grupla 5:40 tempo koşmaya başladı son 5 kilometre kala. Ağrım artınca onları da saldım ama zaten 40 kilometreyi bulmuştum. Sonrası Murakami’nin de dediği gibi, değişik bir bilinç, bir bilinçsizlik hali.
Finiş sonrası çipimi isteyen gönüllüye çipi vermek için oturup bağcıklarımı çözerken yabancı bi eleman geldi oturdu yanıma. İkimiz de bitmiş şekilde birbirimize güldük. Sonra garip, Fransız olduğunu düşündüğüm bir aksanla “Biz bunu niye yapıyoruz kendimize ya” diye sordu. “Bilmiyorum” dedim. Çıkıp bir şeyler içmeye gittik falan diye enteresan bir hikaye anlatmak isterdim ama ikimiz de bayılmanın eşiğindeydik.
Finişten sonra yine bir toplu taşıma bulabilmek için 2 kilometre yürümek zorunda kaldım. Enine boyuna düşünülmüştü her şey bunun için. Önce metro, sonraysa taksiye atladım. Taksici abi biner binmez “Ağzımıza sıçtılar bugün” dedi. Ses çıkarmadım. “Yani İstanbul’da nasıl her yer kapalı olur, bunu nasıl haber vermez kimse” dedi. “Haklısın abi” dedim. “Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok.”
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane