Dokuz yaşındayım. Babamla birlikte hiç almayacağımız bir Fiat Albea’yı birkaç hafta önce test ettiğimiz için Çırağan Sarayı’na davetliyiz. Annemde standart bir analog Kodak var, fotoğraf çekip duruyor. Dokuz yaşında normal bir çocuğa kıyasla daha garip ilgi alanlarına sahibim. Bugün sıcağın altında tepinerek ağlamak yerine sabırla, merakla, ve kemerim midemi sıkıyormuşçasına bir heyecanla bekliyor olmamın sebebi de aşağı yukarı bu.
Ailenizde üç adet motorsporları hayranı varsa ve Formula 1’in en özel dönemlerinden birine denk geldiyseniz, en sevdiğiniz renk genellikle kırmızı oluyor. Dayımın Ferrari modelleri, İtalya’dan getirdiği ve henüz imitasyon olayına aşina olmadığım için orijinal addettiğim kırmızı tulum, ve hepsinden önemlisi bütün dünyayı bir anda kırmızıya boyayan, televizyon ekranındaki Schumi… Biraz daha alternatif arayan çağlarında Ferrari dominasyonuna denk gelenler Hakkinen severlerken, ben Hollywood abartısına yaklaşacak derecede yenilmez Schumi’yi izlemeyi seviyordum. Yarışın sonucu belli de olsa, kırmızıların kazanacağını bilsem de oturup tekrar tekrar podyumda zıplamasını bekliyordum.
2002’nin Nisan’ında, Çırağan Sarayı’nda çocuk yaşımın en büyük hayalini gerçekleştirip, Schumacher ile tanışacaktım. Saray bahçesinde bizim gibi araç testi yapanlar, fabrikadan davetliler, basın ve pek çok insan vardı. Etrafı tamamen otobüs ve kamyonlarla çevrili minik bir otomobilin sıkışık trafikte kalması misali, bu kalabalığı aşağıdan takip etmek zaten kolay somurtabilen bana pek eğlenceli gelmiyordu. Kahramanım Schumi, neyse ki büyük ekranda konuşmaya başladı, babam beni omzuna aldı. Çeşitli halkla ilişkiler ritüelleri aradan çıkartıldı, araçlar tanıtıldı, Schumi tabii ki tanıtılan otomobilleri çok sevmişti ve bizlerin de onlardan birine sahip olabileceğimizi salık veriyordu. Ben ise büyülenmişçesine büyük ekrandan izledim onu. Hatırladığım en büyük ekrandı, aslında muhtemelen o kadar büyük bile değildi ama ben küçücüktüm, Schumi ise kocamandı.
Pür dikkat izlediğim ama tek kelimesini dinlemediğim Schumacher’in konuşması bitince helikopter pistine doğru yollandı. Bizim bulunduğumuz kısım, deniz kenarındaki piste giden yola tam karşıdan bakıyordu. Demir polis barikatları, arasından geçebileceğim genişlikte dizilmişti. O zamanlar polisler küçük çocuklara karşı önlem almıyorlardı.
Gördüklerimi kaydedebiliyor olsaydım festival ödüllü bir filmin planı olabilirdi, en azından Instagram’da üç haneli beğenilere ulaşacak bir fotoğraf çıkardı. Yeterli sayıda etiket doldurursanız zaten çok zor değil. Tam önümden yürüdü Schumi. Annem polis ağabeyleri atlatıp Schumi’ye gitmem konusunda beni cesaretlendiriyordu. Minik halimle bile en fazla on onbeş adım uzaklıktaydı kahramanım. Tek yapmam gereken engellerimden kurtulup o adımları atmaktı.
Gidemedim.
Belki kurallara aykırı bir şeyler yapmaktan korktuğumdan, belki kimse bana kızsın istemediğimden, belki de basiretim bağlandığından. Gidemedim.
Hayatımın geri kalanında pek çok kez gidemedim. Orada olmak istemediğim zamanlarda kalkıp gidemediğim oldu. Kaçırdığım envai çeşit toplu taşıma aracının, duruma göre çeşitli insanların ve daha pek çok şeyin arkasından gidemedim. Bazılarında korktum, çekindim, kimilerinde gururluydum, değmezdi; gidemedim işte.
En çok Schumi’ye gidemedim ama. Öncesini kaydetmediğim için tekrar oynayamadığım bölümdü Çırağan Sarayı. Kayıt dosyasını açtım, defalarca yükledim. Sonuç hep aynı. Tekrar tekrar izledim, hiçbirinde gidemedim.
Hep ikinci bir şansım olacağına inanarak hatırladım o günü. Schumi kaza geçirip sağlığını kaybedene kadar bir gün bu hikâyemi de ona anlatacağıma emindim. Artık değilim. Tuhaf bir tür koşu bandı gibi, ben gidemedikçe uzaklaşıyor Schumi. Ben atmadığım adımlarımın küçüldüğünü hissederken, Schumi atamadığı adımlarıyla uzaklaşıyor benden. O uzaklaştıkça, ben gidemiyorum.
İyi ki doğdun Schumi.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane