Bir süredir beklediğim bir şeydi Yerçekimi. Maruz kalmak, tecrübe etmek istediğim, beni şaşırtacak bir karşılaşma. İsminin aksine uzayda olmayı, boşluktaki hissi geçirmeyi vaat ediyordu. Aslında üzerimde filme değil, deneye gidiyorum gibi bir havayla daldım şehrin IMAX’ine. Öyleydi, orada izleyecektik, daha iyi görecek, duyacaktık. Yapmam gereken tüm hazırlıkları, koşulları gerçekleştirdim. Ve perde. Düzeltiyorum, DEV perde.
Temaşa başladı. Hemen bizim gezegenin üstünde bir aksiyon. Kessler Sendromu, bir uydu patlar ve yörüngedeki her şeyi parçalar, enkaz mermi hızıyla gezegeni döner. Bizim Ryan (Sandra Bullock) ile Matt (George Clooney) de o uydu Rus’un, bu uydu Çin’in paçayı kurtarmaya çalışırlar. Uzayın simülasyonunu mümkün kılması açısından senaryoda rahatsızlık yok (Ryan’ın fetüs pozisyonu dışında), hayatta kalma aksiyonu standart ve akıcı. Ha Ryan bir iki kez ölebilirdi, daha mı iyi olurdu, evet olurdu ama kader işte, ya da evrim. Senaryoya dair bir beklentim yoktu (olumsuz değil, olmamak manasında), belki bilimkurgunun tetikleyeceği bir düşünce; asıl yöneldiğim ise uzaya dair bir hissiyat ve 3D’nin film deneyimine etkisiydi. Filmi çekici kılan diğer etken ise, bilimkurgu türüne Children of Men’i (Son Umut) hediye eden yönetmen Alfonso Cuarón ile, onun ve Terrence Malick’in son dönem filmlerini gözümü alamadan izlememi sağlayan görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’nin gene aynı gemide yer almasıydı.
Hissiyat ve deneyime gelmeden önce, salondan çıktığımda ilk olarak ‘’nasıl çekmiş?’’ sorusuyla edindiğim bilgileri sıralayayım. 5 yıllık yapım süreci sonunda perdeye yansıyanlar, oyuncuların yüzleri ve mekik içindeyken tüm bedenleri hariç tamamen bilgisayar ürünü imajlar.1 Baştaki 13 dakikalık kurucu, kesintisiz sekans gibi uzun planlar için bu gerekli, aslında Cuarón’un yaratmak istediği estetik ile beraber gerçeğe yaklaşmak için her şey olması gerektiği gibi. Yüzleri ile filmde var olan oyuncuların, sıfır yerçekimindeymiş gibi sıfat takınmaları, otomobil fabrikalarındaki gibi bir robotun ucuna takılmış kamera2 ve ledlerden oluşan 3x3x3 metrelik Light Box dedikleri ışık kaynağı ile mümkün. Oyuncular yerine bu kamera uzayda dönmekte. Tabii hepsi, önceden dijital ortamda yaratılmış görüntülere göre programlı. Oyuncular ise, Light Box’ın içinde, bir sepetvari platformda, hem senaryoya, hem de programa göre yer ve zaman dakikliğini gözeterek rol yapmak durumunda, aksi takdirde onların yerine uzayda dönüp duran 2 tonluk dev robota av olabilirler. İmajlarla sınırlanmış oyuncunun hareket alanı belli, yok gibi bir şey. Her şey uzayı, yerçekimsiz ortamı yaratabilmek için. Görsel ve özel efektlerin aldığı devasa mesainin dışında, yapım süresini kabartan, asıl hedefteki yerçekimsiz ortamı Cuarón’un istediği şekilde oluşturmanın, mevcut yöntemlerle mümkün olmaması ve Lightbox örneği gibi yeni keşifler yapılması. Tüm bunların sonunda, Cuarón’un izleyiciyi o anın ve mekanın içine çekmekte ve gerçek algısını yoğunlaştırmakta kullandığı uzun planlar, tüm boyuttaki planlar arasında dolaşan, aslında bu kısıtlamaları da anlamsız kılan özgürlükte bir kamera (ya da görsel efekt), ses kullanımı, oyunculuk ve tabii ki de 3D, hepsi bize uzayda oluşu geçirmek için en ideal şekilde işliyor ve birleşiyor. Aslında perdede gördüğümüz o kadar az ve çok şey var ki; astronotlar, mekikler, Dünya, yetmediyse uzay. Dünya fon olmuş, saniyeler içinde bir bakıyorsun Ryan’ın başının tepesinde, bir bakıyorsun poposunun altında; hemen ardından Dünya yok, hiçbir şey yok ve uzay boşluğuna doğru? süzülen bir Ryan, müthiş ve tekinsiz yalnızlık. Gerçeğe yaklaştıkça büyü artıyor.
Yerçekimi (Gravity), gerçeğin sıfatlarını ne kadar içeriyorsa, bir simülasyon olarak gerçeği, uzayı o kadar temsil ediyor. Cuarón ve ekibinin filmi, IMAX’de ve 3D izleyin demesi boşuna değil. 3D, film anlatımını ve uzayda bulunma temsilini kuvvetlendiriyor. Yerçekimi’nden önce, 3D’nin filmin anlatımına tesir ettiği en etkili örnek Avatar denebilir. Avatar’da, bir teknoloji olarak 3D, başka bir gezegen algısını kurmaya yardım etti. Pandora uydusu, dünyevi unsurlara dayandırılsa da, hayalgücünün bir ürünüydü. Cuarón’un amacı ise, bildiğimiz, hakkında filmler, resimler, videolar gördüğümüz uzayın temsilini yaratmak. Gerçek algısına mümkün olduğu kadar yaklaşmak.3 Tüm araştırmaları, NASA ile görüşmeler, senaryodaki terminoloji, filmi ortaya çıkarış şekli ve teknoloji olarak 3D’yi tercih etmesi hepsi bunun için. Peki sonuçta ne oldu? Ne hissettik? Ya da ben ne hissettim? 3D ne işe yaradı?
Açılış sekansıyla beraber atmosfer dışına çıktık. Sadece 3D değil, kameranın da boşluktaki salınımıyla derinlik sağlandı. Bununla beraber uzayın tecrübesini yaşadığımız en güçlü an, yerçekiminin etkisi olmadığı bu alanda, Dünya’nın dışında tek referans noktası olan mekiği kaybetmemiz ve yaşayan astronotların uzaya dağılmasıydı. Ryan’ın boşlukta dönmesi uzayın derinliklerine? doğru gitmesi en etkileyici imajlardan biriydi. Uzayın sonsuzluğu, tekinsizliği ve korkutuculuğu o anda belirdi. Sonrası zaten aksiyon, o mekanın içinde? sürekli devinim?. Film sırasında, kendimi yakaladığım haller de, filmin başarısını ortaya koyuyor. Ryan boşlukta süzülürken? ya da bir yere tutunmaya çalışırken, kendimi yukarı uzan?, sağa dön? gibi telkinler içinde bulmam ve daha sonra bunların uzaydaki anlamsızlıklarını kavramam, filmin simülasyon özelliğinin ne kadar başarılı işlediğini gösteriyor. Zihinde ve kağıt üzerindeki soru işaretleri boşuna değil. Neresi yukarısı, aşağısı, sol, sağ; gitmek, gelmek, uçmak ne demek?
Film ya da bir imaj tabii ki düşünceyi etkilenir, harekete geçirebilir. Ancak Yerçekimi’nin etkisi, bunu hisler düzeyinde, bir deneyim boyutunda başarmış olması. Filmin ismi boşuna Yerçekimi değil. Filmin dünyasında olmayan bir şey ama hep orada. Filmi bu referansa göre izlemek, dolayısıyla uzay ile beraber yerçekimini sorgulamaya başlamak düşünceyi de harekete geçirdi. Doğduğumuzdan beri, aslında öğrenmemize bile gerek kalmadan barındırdığımız bir fenomeni tartışmaya açtı. Harekete dair dili yerçekimine bakarak kurduğumuzu, aslında Dünya dışındaki her şeye bakışımızın da Dünya’ya, sonrasında kurduğumuz medeniyete göre şekillendiğini görmek etkileyici. İnsanı merkeze koyup geliştirdiğimiz bu medeniyetin dışının, Dünya’nın dışının olduğunu hatırlamak da. Tabii başka filmler de bunu yaratabildi. Özellikle çekim teknikleri açısından Yerçekimi ile karşılaştırılan 2001: A Space Odyssey (2001: Uzay Macerası) ile Solaris’i başta sayabiliriz. Bu filmler düşünsel manada bunu sorgulamaya açtı ama film içinde, fiziksel temsil düzeyinde Yerçekimi öne çıkıyor. 3D burada, filmin diğer unsurlarından sıyrılıyor. Kişisel olarak 3D’nin sinemanın geleceği olacağını dair bir beklentim yok ancak bu tür projelerde film anlatımına etkisi dikkate değer.
Avatar, Life of Pi (Pi’nin Hayatı) ve Hugo’da da benzer bir işleyiş var. 3D, bu filmlerde, hayalgücü, zihni süreçlerin anlatımı, sinemanın birebir tarihine gönderme, mekanın etkisinin çoğaltılması ve yaratımı şeklinde anlatıma katılıyor. Bu saydıklarımın kapladığı alan geniş görünse de, aslında mekanın anlamlı bir şekilde devreye sokularak filmin diline dahil edilmesi göz önünde bulundurulduğu için daralıyor. Ortak nokta, uzun bir sürede oluşturulmaları ve 3D ile beraber düşünülmüş olmaları. Şöyle de kurabiliriz cümleyi, 2D’de izleyebiliriz ama 3D izlersek, filmlerin anlatımının güçlendiğini görüyoruz. Bununla beraber bu filmlerin bir konsept ve proje olması, uzun sürede çekilebilmeleri, 3D’nin filme katkı sağlayan bir standart gösterim biçimi olmasının önündeki engeller. Sinemayı filmin içeriğinden bağımsız olarak değerlendirirsek, deneyiminin nereye evrileceğini kestirmek kolay değil. İçerik olarak da geniş kitleleri hedefleyen filmlerde 3D kullanılıyor ancak bunu bir eğlence sektörü ürünü olarak düşünebiliriz, zarar etmese de, harcanan emeği ve parayı, dolayısıyla kazanılanı karşılamıyor.
Teknoloji nereye evrilir tabii ki bir çıkarsama yapmak kolay değil. Yukarıdaki gibi konsept projelerin ivmesi dışında, 3D ibresinde pek kıpırdanma yok. Aldous Huxley’nin henüz 1931’de yazdığı Brave New World’deki (Cesur Yeni Dünya) ‘feelies’lere4 ulaşabilmek kolay gözükmüyor. Ulaşılmalı mı ayrı konu ama 4D sistemleri5 ve tematik park görünümündeki dev perdelerle oluşturulan ‘tesis’ler, ev sinema sistemleri hepsinde bir noktada yapılmak istenen diğer duyuları da harekete geçirmek. Bununla beraber dışarıdan bir teknoloji ile duyuları algı düzeyinde harekete geçirmek zor gözüküyor, çünkü yapılacak her şey bir noktada rahatsız eden ve alışılması gerekilen bir süreç gerektiriyor. Buna katlanmayı gerektiren bir mükemmellikte yeni bir medya da söz konusu değil. Yapılanlar sinemayı sadece bir eğlencelik olarak gören zihniyetin yansıması. Tabii bir noktada gösterim biçimi olarak normal sinema ile 3D arasında bir ayrım kendiliğinden oluşuyor. Bu yeni ve biricik iddiasındaki sinema deneyimlerine bakınca, hedef biraz muğlak. Sinema kültürü bu açıdan bir deneme alanı gibi. David Cameron, Martin Scorsese, Ang Lee, son olarak Alfonso Cuarón gibi usta ve mükemmeliyetçi yönetmenler dışında, bir standarda ulaşamamış bu teknolojileri kullanabilen pek yok. Onlar da zaten, film bilgileri ile bu alanı dolaşılabilir kılıyorlar. Duyulara dair bu arayışların gelebileceği tutarlı nokta, sinirsel bir gösterim biçimi, ‘feelies’ler benzeri sinirsel iletime dayalı bir sistem bulmak olabilir. Bu deneyimin birebir taşınmasına da gidebilir. Ancak o noktada kullanılan medyaya ne kadar sinema diyebiliriz, o da tartışılır. Kim bilir adı belki de Matrix olur, hem de tanıdık.
İşte Yerçekimi ile böyle karşılaştım. Bir film izledim ve hayatım değişmedi. Velakin bunun gibi pek çok filmde farklı dünyalara bakmanın heyecanını duydum, duyuyorum. O filmlerin yüzde 99.9’u 3D değildi. Yerçekimi gibi akışını ve görselliğini, birebir 3D’yi de katarak ustaca kurmuş başka bir projeye kadar IMAX’e elveda. Zaten şehre bir Başka Sinema gelmiş. Seyre devam…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane