Gezi Parkı’nda başlayıp tüm ülkeye yayılan direnişle ilgili uzun uzun çözümlemeler yapacak değilim. Sadece, birkaç detaya değinmek istiyorum.
2 Haziran 1967’de İran Şahı Pehlevi’nin Batı Almanya ziyaretini protesto etmek isteyen bir grup Berlin Opera Binası’nın önünde toplandı. Silahsız gruba müdahale gecikmedi. Atlı polislere, eli sopalılar eşlik etti ve Benno Ohnesorg isimli bir genç, başının arkasına isabet eden bir polis kurşunuyla hayatını kaybetti.1
Tam 46 yıl sonra; 2 Haziran 2013’te, Akaretler’de de benzer bir senaryo sahnelendi. Binlerce silahsız insan, artık kendilerine ne yapacaklarını dikte etmesinden ve gittikçe büyüyen egosundan rahatsız oldukları bir insanı protesto etmek için sokaktaydı. Hiçbirinde silah yoktu. Hiçbirinde şiddet arzusu yoktu. Kiminde gaz maskesi, kiminde deniz gözlüğü, limon, sirke, Talcid’li su… Tek yaptıkları, üstlerine durmadan, aralıksız gaz bombası yağdıran, tazyikli suyu pervasızca boca eden polisin önünde dik durmaya çalışmaktı. Oradaydım ve o gün aralarından bir Benno Ohnesorg çıkmamasını sadece şansla açıklayabilirim. Karşılarında, gaz bombasını insanların kafalarına doğru ateşleyen, plastik mermi kullanmaktan çekinmeyen bir grup varken, o gün orada ölmemiş olmalarını, sadece tesadüfle ifade edebilirim. Ama onlar kadar şanslı olmayanlar da var…
Abdullah Cömert; bir gün sonra, Hatay’da başına aldığı darbeler sonucunda hayatını kaybetti. Duran Akbaş ve Murat Çetinkaya; birkaç gün sonra Gazi Mahallesi’ndeki olaylarda başlarına isabet eden gaz bombası kapsülleriyle yaralandılar. Hayati tehlikeleri ise devam ediyor. Hesap, suçları sadece sokağa çıkıp yürümek olan binlerce yaralıyı da ekleyince hayli kabarık.
1967’ye dönüyorum; Ohnesorg’un ölümüyle alevlenen olaylar sırasında Alman basını üç maymunu oynuyordu. Yaklaşık bir yıl sonra, öğrenci hareketi lideri Rudi Dutschke’ye suikast düzenlendi. Başından vurulan Dutschke kurtarıldı ama aldığı darbe, bünyesinde kalıcı hasarlar bıraktı. Dutschke’nin vurulmasıyla birlikte, hareketin şiddet dozu yükselmeye başladı. Olayların başında kafasını kuma sokan medya, artık eylemcileri hedef gösteriyordu. Başta Bild olmak üzere birçok yayın organı, “terörist” olarak yaftaladığı gençler üzerinden iktidara yanaşıyordu. Eylemcilerin buna tepkisi sert oldu; 1970’de Bild binası bombalandı.
Gezi Parkı’nda başlayan direniş de başta Türk medyasının ilgisini çekmedi. Hiçbir şey olmuyormuş gibi, sokaklarda binlerce insan polis şiddetine maruz kalmıyormuş gibi yayın hayatlarına devam ettiler. İnsanlar yaşam mücadelesi verirken, onlar da yayın akışlarında penguen belgesellerine yer verdiler. Gazeteler de boş durmadı. Başta yandaş medya olmak üzere çoğu, Türkiye’nin dört bir köşesine sıçramış direnişi görmezden geldiler. Ve bu tavır, halkın tepkisini beraberinde getirdi; büyük medya kuruluşlarının önünde protesto eylemleri düzenlendi.
Bunlar, Almanya ve Türkiye’deki hareketlerin ortak noktaları. Fark ise eylemlerdeki şiddet düzleminde. Almanya’da masum şekilde başlayan bir direniş, polis şiddeti ve medya sansürü ile alevlenmiş, ardından devlet baskısıyla sindirilmek istenmiş ve bunun sonucunda -gerçekten- ‘marjinal’ grupları beraberinde getirmişti. Türkiye’de ise insanlar, polis şiddeti ve medya sansürüne rağmen hala ve inatla masumiyetlerini koruyorlar. Devlet baskısı burada da var; yetkililer, her gün televizyonlara çıkıp insanlara hakaret etmeye, bir yandan da üstlerine adam salmakla tehdit edip aba altından sopa göstermeye devam ediyorlar. Dillerinden ‘marjinal’ sözcüğü düşmüyor. Halkı terörize etmek, insanları şiddete yöneltmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ancak bu kadar provokasyona rağmen, toplumun sağ duyusu tüm şiddet ihtimallerinin önüne geçiyor. Aradan geçen 40 küsür yıl ve değişen dünya algısı, buna izin vermiyor.
Öyle ki; ülkenin en şiddet yanlısı kesimleri olarak gösterilen taraftar grupları bile mücadelenin içinde birbirlerine omuz veriyor. Galatasaraylı, Fenerbahçeli, Beşiktaşlı, Karşıyakalı, Göztepeli, Adanasporlu, Adana Demirsporlu, ne kadar birbirleriyle düşman oldukları kabul edilen grup varsa, hepsi aynı amaç uğruna, birlikte, yan yana yürümeye devam ediyor. Mehmet Demirkol’un sözüdür; “Bu ülkede statlarda her şey serbest, sokakta yapamayacağınız her şeyi statlarda yapabilirsiniz, bunun önü açıktır” der. Haklıdır; statlar, ülke insanının deşarj arenalarıdır. Öfkesini, mağduriyetini, haksızlığa tepkisini kusma yerleridir. Son on yılda giderek artan tribün şiddeti de bunun bir yansımasıdır. Devlet eliyle her gün biraz daha sağır-dilsiz edilen vatandaşlar, biriktirdikleri tüm şiddeti statlarda açığa vurur. Bu, tam da kendilerinden istenendir, zira bir noktada toplumun gazını almak gerekir.
Gezi Parkı’nda başlayan direnişin sokaklara yayılması, tribünlerdeki düşmanlığı bu yüzden bitiriyor işte. Toplum, artık kendini deşarj edecek başka bir alan buluyor. Biriken isyan, sloganlarla, omuz omuza yürüyerek, polis şiddetine karşı dik durarak boşaltılıyor. Taraftarlar, kafasını kaldırıp olan biteni görme fırsatı buluyorlar; birbirlerinden farklı olmadıklarını, aynı amaç uğruna mücadele ettiklerini ve bugüne kadar devlet, medya ve bundan nemalanan diğer grupların yönlendirmeleriyle düşman belledikleri insanlarla, kardeşçe, dostça yan yana durabildiklerini görüyorlar.
Şüphesiz ki otoritenin rahatsızlığı da bundan; ezberlerinin bozulmasından. O yüzden, başbakan her konuşmasında toplumu kamplaştırmaya yönelik ifadelere başvuruyor. Polisle halkı birbirine düşürüyor. “Dolmabahçe Camii’nde bira içtiler” iftirasıyla, müslüman kitleye alttan alta “Din elden gidiyor” mesajı veriyor. Yanaşmalar ve yandaş medya eliyle nefret pompalıyor, “İstesem bir milyon insanı sokağa dökerim” diyor. “Benim polisim” diyerek şiddeti meşrulaştırıyor. Mizahıyla, aklıyla, fikriyle mücadele edemediği milyonlarca insana “Bunlar” diye hitap edip, onları “Çapulcular” diyerek küçümsüyor, aklınca aşağılıyor ve ötekileştiriyor. Ülkenin büyük holdinglerini tehdit ediyor. “Dış güçlerin oyunu, faiz lobisinin işleri” diyerek milliyetçi damarı tutmaya çalışıyor. “Madem özgürlükten yanalar, başörtülü kızlarımızın okuma hakları ellerinden alınırken neredeydi bunlar?” diyor ama 10 yılı aşan iktidarı süresince -yasamanın, yürütmenin, yargının tüm köşelerini tutmuşken- bu konuda neden en ufak bir adım dahi atmadığını söylemiyor. Olaylara “Ben yaptım oldu, olacak” zihniyetiyle yaklaşmaya devam ediyor. Dinlemiyor, anlamıyor, görmüyor, duymuyor, sormuyor… Gelinen noktada, Taksim’i insanların eline oyuncak gibi tutuşturup, Gazi Mahallesi’nde, Hatay’da, Ankara’da, İzmir’de, Dersim’de, Rize’de insanların, polis ve kim oldukları belirsiz eli sopalı gruplar tarafından tarumar edilmesine göz yumuyor. Çünkü sindirmek istiyor, bitirmek istiyor. Ancak, karşısında alışık olduğu gibi belli bir tabandan yayılan tek fikirli bir tepki bulamadığı için önüne geçemiyor. Bu yüzden Erdoğan giderek daha da sinirleniyor, yandaş medya daha da çirkinleşiyor, yardakçılarının söylemleri daha da pisleşiyor.
Bu işin hangi noktaya varacağı konusunda, -Erdoğan dahil- şu an için kimsenin net bir fikri olduğuna inanmıyorum. Başlangıcı kimse tarafından tahmin edilmeyen, belli bir tabandan çıkmayan, giderek büyümesi iktidarı çileden çıkartan, sersemleten bir hareketten bahsediyoruz. Ve başladığı günden bugüne hiçbir noktası kestirilemeyen bu hareket, devamı için de bariz ipuçları vermiyor.
Başta Ulrike Meinhof’un “Eğlence bittiğinde yanımızda kimse kalmamıştı” sözüne bu yüzden yer verdim. Sokaktakilerin amacı, daha iyi bir hayat ve daha özgür bir ülke. Bu uğurda, barışçı, şiddetten arınmış, haklı mücadelelerine devam edecekler. İktidarı elinde tutanlar ise bu hareketi gün geçtikçe zayıflatmak, sindirmek için her yolu deneyecekler. Kışkırtmak için ellerinden geleni yapacaklar. Dillerinden düşürmedikleri ‘provokasyon’ sözcüğünün içini dolduracaklar. İnsanları terörize edip şiddete yönlendirmek ve bu sayede olası müdahaleleri temize çıkarmak isteyecekler. Tam da bu yüzden, yapılabilecek en büyük hata, bu direnişi barışçı, kucaklayıcı ekseninden kaydırıp şiddete yöneltmek olacak ki kimsenin bu oyuna geleceğine, gelme gafletinde bulunanlara da fırsat verileceğine inanmıyorum.
İstanbul’da -Gazi Mahallesi hariç- şimdilik sular durgun. Eğlence devam ediyor, insanlar kazandıklarına inandıkları bir zaferi kutluyorlar. Haklarıdır. Ama eğlence bittiğinde, bugün sokakları dolduran binlerce insan evine dönecekse, hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edecekse, taleplerinin arkasında durmayıp takibinden vazgeçecekse, bu başta, ülkenin dört bir köşesinde sokakları dolduran insanların emeğine ve mücadelesine saygısızlık olacak. Abdullah Cömert’e, Duran Akbaş’a, Murat Çetinkaya’ya ve bu uğurda canı yanan binlerce insana ayıp olacak.
Bu kadar masum, bu kadar barışçı, bu kadar güzel bir direnişi, bu kadar büyük bir ayıpla sonlandırmamak dileğiyle.
Not #1: http://turkeystreetart.tumblr.com + http://duvardakisesler.tumblr.com
Not #2: Der Baader Meinhof Komplex + Kızıl Ordu Fraksiyonu
Not #3: Bu da içimden geldi.2
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane