Skip to content

Yakup

Bir gün hepimiz için kullanacaklar o sözcüğü. Sıra ona gelmiş belli ki...

“Öldü” dediler. Hayır, sadece bir duvardan diğerine geçti.

Meyhaneciydi Yakup… Ama sıradan bir meyhaneci değildi. Herkesin “sıradan” görmeye, öyle kalıplamaya alıştığı bir işte yıllar boyu fark yarattığı için, adıyla sanıyla bilinir olmuştu. Adına şiirler yazılmış, inanmayacaksınız ama konçertolar bestelenmiş, küçük bir salondan önce sokağa taşmış, sonra dünyanın dört bir yanına taşınmıştı.

Hani “yerelden evrensele…” diyorlar ya, böyle bir şey olsa gerek.

Onunla 1982’de tanıştım. Yeni açmıştı daha, şimdilerde herkesin bildiği Asmalımescit’teki dükkânını… 20 yaşında bir üniversite öğrencisiydim o zamanlar. Sonraları bitiremediğim/bitirdiğim/ders verdiğim okullar oldu. Geçtiğim/kaldığım/sorularını hazırlayıp not verdiğim sayısız sınav gördüm. İnanın bana, hiçbir okul Yakup’un meyhanesi kadar öğretici, hiçbir sıra onun beyaz örtülü masaları kadar olgunlaştırıcı olamadı.

Takıntıları, bağımlılıkları olan bir adam değilim. Pek sadık da sayılmam. Arada düşünüyor, “1982’de hayatıma girip, öylece değirmen taşı gibi kalan ne var?” diye soruyorum, “Yakup”tan başka bir şey gelmiyor aklıma.

Orada, daha kapıdan içeri adımınızı attığınız anda sizi avucuna alıveren o tuhaf, hatta biraz kasvetli mekânda, sevdiğim kadınla evlenmeye karar verdim. Sonra yine aynı yerde boşanmaya… Bunları konuştuğumuz masaları bile gösterebilirim size…

Her şeyini yitirmiş, işsiz güçsüz, yenik ama her şeye yeniden başlayabilecek kadar umutlu bir genç adam olarak bir yeni yıla orada girdim. (1991 miydi?)

30. yaşgünümü 30 arkadaşımla birlikte orada kutladım – o yaşlarda ne kalabalık oluyormuş insanın çevresi…

Beni çok etkileyen bazı insanlarla orada tanıştım. Bazı tanıştıklarımı orada tanıdım. Bazılarıyla orada buluşup, unutulmaz gecelerde kadehler tokuşturdum. Saatler, saatler boyu konuştum, konuştuk, tartıştık. Memleketi, dünyayı  bir masaya sığdırmaya çalıştık.

Kişisel tarihimde hep vazgeçilmez bir yeri oldu Yakup’un. Mekân olarak yenilenmese de, sürekli büyüdü, müdavimleri arttı. İnsan olarak hızla yaşlandı (çok yıpratıcı bir iş yaptığı için olsa gerek) ve bir ağabey, bir uzak akraba gibi arada sırada görülmezse özlenen sağlam biri oldu benim için… Samimi, her koşulda anlayışlı, cömert, bazen çocuksu sevinçleri, bazen bilgece tavırlarıyla gerçek bir meyhaneci.

Kimi gün tüm masaların boşaldığı, etrafta kimseciklerin kalmadığı geç saatlerde, Yakup’la göz göze gelip, 80’lerden, Sıkıyönetim’in gece 12’den sonra sokağa çıkma yasağı uyguladığı dönemden kalan “Beyler, hafiften yay vaziyetleri…” sloganıyla gülüştüğümüzü hatırlıyorum.

90’ların başında Cavit’in (şimdi kapı karşı mekân olan Asmalı’yı işletiyor) gelip ortak olması, arka tarafın alınıp salonun büyütülmesi…  Duvarların, müdavimlerin yazı ve fotoğraflarıyla her geçen gün biraz daha dolması… Yakın dönemde terasın açılması… Hepsi dün gibi aklımda.

On yıl önce Vatan’ın İstanbul sayfaları için yaptığım mini portrelerden birinde anlatmaya çalışmıştım onu. Karadeniz yaylalarında geçen çocukluk günlerini, askerlikten sonra İstanbul’a gelip Refik amcasının yanında komiliğe başlayışını, işini ciddiye alan ve iyi yapan her insan gibi hızla yükselişini… Yazı yayınlanınca kesmiş, çerçeveletmiş ve asmış duvara. Bana gösterirken, “Ölüp gidenlerin resimlerini önceleri şurada, bir köşede topluyordum,” demişti. “Sonra yavaş yavaş arttılar. Bir duvarı tamamen kaplayacak kadar… Şimdi bu duvarda göçüp gitmişlerin yazı ve fotoğrafları var, diğerinde yaşayanların… Sırası gelince bir duvardan öbürüne geçiyor herkes. Ortası da burası işte; yani hayat!”

Dün telefonda bir arkadaşım, “Yakup öldü” dedi. Uzun süredir hastaydı, biliyordum. Belli belirsiz bir “Yaa…” düştü dudaklarımdan. İçimden mırıldandım: “Hayır, öbür duvara geçti sadece.”