Skip to content

Dünyanın Sonuna Kadar

Tam olarak bugünün, şimdinin filmi American Honey, o yüzden bu kadar karışık, o yüzden bu kadar belirsiz ve o yüzden bu kadar güzel.

2016’nın en iyi film listelerinde önceki yıllardan epey farklı bir durum var. Sinema ağırlıklı dergi ve sitelerin birçoğunda ilk 10 film listesi birbirinden farklı ve neredeyse tamamında ilk sırada bir başka film var. Avrupalı eleştirmenler ekseriyetle Toni Erdmann konusunda hemfikir olsa da, Amerika’da da bir Moonlight hadisesi var. Aradan kafasını çıkaran Elle, Manchester by the Sea ya da Hell or High Water gibi şahane yapımlar da var ama sonuç olarak hem kafalar biraz karışık hem de çok verimli olmayan 2016 sezonunda en iyi filmi seçmek biraz meşakkatli gibi görünüyor.

American Honey işte bu nadas içinde sessiz sedasız gelerek önce Cannes Film Festivali’nde daha sonra ise gösterildiği her yerde epey tartışma yarattı. Filmi çok sevenler ile mesafeli kalanlar her zaman olduğu gibi birbirlerini “nasıl ya?” diyerek sorgularken, yıl sonu listelerinde de film kendine ya en başlarda yer buldu ya da hiç bulamadı.

Bahsi geçen tüm “en iyi” filmleri, özellikle de Toni Erdmann ve Moonlight’ı izlemediğim için büyük konuşmak istemem ama sanırım izlesem de şahsi kanaatim değişmeyecekti: Bence senenin en iyi filmi American Honey. Ve bunu filmin “kusurlarının” da farkında olarak söylüyorum. Çünkü American Honey başıboşluğu, spontane kurgusu ve dağınıklığıyla bir başyapıta dönüşmeyi başaran belki de sinema tarihindeki tek film.

Andrea Arnold’un dördüncü uzun metraj filmi insanı bir süre duvara çarpmış gibi hissettirecek bir güce sahip. Tam 2 saat 42 dakikalık süresi boyunca belirli bir tempoda ilerlerken size alışılmış anlamda bir giriş gelişme ya da sonuç vadetmiyor. Bir New York Times makalesinden esinlenen Arnold, ABD’nin güneyinde kapı kapı dolaşıp dergi satan gençler üzerinden zamanın ruhunu yakalayıp, hadi bunu da diyelim, bir “kayıp gençlik” panoraması sunuyor.

Ama bu panorama asla hüzünlü ya da kasvetli değil. Bulabildikleri her fırsatta dans eden, “partileyen” yolları arşınladıkları aracın içinde Kevin Gates, Juicy J gibi rapper’lardan Mazzy Star’a kadar açılan geniş bir yelpazede müzikler dinleyen çocuklar hiçbir şeyi planlayarak, sonunu hesaplayarak ya da belirli bir amaç uğruna yapmıyorlar. Bir nevi salınıyorlar, tıpkı Andrea Arnold’un kamerası gibi.

Bu noktada American Honey ile ilgili yapılan eleştirilerde dile getirilen “karakterlerin derinine inmemek” denen şeyin doğru olduğunu ama bunun olumsuz bir şey olmadığını tespit edebiliriz. Evet, gerçekten de karakterlerin “derinine inilmiyor” çünkü derinlikleri yok. Böyle bir dünyada ne yapacağına karar veremeyen, duygusal eğitimleri sekteye uğramış ve içlerinde ne varsa bir tür patlama ile dışa vuran çocuklar aynı zamanda zamanımızın da bir fotoğrafını çekiyor. Gelecekle ilgili planları sorulduğunda “Gelecek mi?” şeklinde cevaplayan, bir bakıma yollarına ne çıkarsa yaşayan ve her defasında iyi ya da mutlu hissetmeseler de bir keşif duygusuyla hareket eden dergici çocuklar bir anlamda “devam et sonra başlarsın” şiarıyla yaşıyorlar.

Andrea Arnold filmin oyuncularının –ki çoğunluğu amatör- birçoğunu bire bir tanışarak bulmuş. Örneğin başroldeki Sasha Lane ile Florida’da bir sahilde tanışmış. Aynı şekilde dergici çocuklara hayat veren karakterlerin çoğunu da parkta, barda, kafede tanıştığı insanlardan oluşturmuş. Hem Sasha Lane hem de diğer amatörler film boyunca aslında ne yaptıklarını çok da bilmediklerini, Arnold’un onlara sadece “kafanıza göre takılın” deyip senaryo vs de vermediğini anlatıyorlar. Kısa direktiflerle bu oyuncu kadrosunda yarı belgesel bir sonuç alabilen Arnold olabildiğince doğal olmak için elinden geleni yapmış gibi görünüyor. Onları kontrol altında tutuyormuş gibi hisettirmemem gerekiyordu. O yüzden elimden geldiğince onları serbest bıraktım, diyor Arnold filmin yarı belgesel tavrı için.

Derinliğin değil karmaşanın, süreksizliğin, ne yaptığının çok da farkında olmamanın ve bunu hiç umursamamanın yarattığı bir dinamizm var American Honey’de. Amerika’yı bir de benim gözümden görün istedim, diyor Arnold. Bruce Springsteen dinleyen bir kamyon şoförü ya da hayatından sıkılmış bir petrol satıcısının hüznü aslında hiç de tanıdık değil ve Star’ın “hah şimdi başına şu gelecek” dediğimiz hiçbir şey olmuyor filmde. Klişeleşmiş kovboy imgeleri yerle bir edilirken, evden kaçıp kötü yola düşen kız modeli de ters yüz ediliyor. Daha önce Fish Tank ya da Red Road’da sakin ve realist bir tavırla hikayesini anlatmayı seçen Arnold bu kez hiçbir politik mesaj ya da amaç uğruna yola çıkmadan belirli bir ruh halinin ritmini yakalamaya çalışıyor.

Star ve Jake arasındaki belirsiz ilişki de, yolculuğun nerede son bulacağı da, dergici çocukların ileride ne yapacakları da tamamen meçhul. O anı yaşayıp gerisini pek kafaya takmayan, bir yandan korksalar da, diğer yandan hayatı da pek umursamayan, olabildiğince esrimeye çalışan gençler aslında gördüklerimiz dışında bambaşka bir ruh halinin portresini çiziyorlar. Tam olarak bugünün, şimdinin filmi American Honey, o yüzden bu kadar karışık, o yüzden bu kadar belirsiz ve o yüzden bu kadar güzel.

İyi ve kötünün ötesinde, bugünden çok daha sonra değeri anlaşılacak bir film gibi geliyor bana American Honey. Bir dönemin ruhunu yakalayan, o ritmin bir belgesini sunan bir nevi kayda dönüşüyor. Nasıl ki A bout de souffle, ya da Easy Rider gibi filmler yapıldıkları dönemin ruhunu ya da “kafasını” en iyi anlatan yapımlar olarak görülüyorsa, American Honey de bugünün ruhu üzerine, bugünün gençleri üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri olarak anılacak. Evet, belki kayıp bir ruh ya da kayıp bir gençlik ama eğlenceli olduğu da inkar edilemez.