Akademi dünyası, eli bilimdeyken gözünü istatistiklerde tutmayı seviyor. Bilimin sadece bilim için olmadığı anlarda, her bir araştırmacıyı ufak birer Nick Young gibi çizebilirsiniz. Fakat orada istatistiklere Dean Oliver kadar kafayı takmış bir insan çıkmadığından1 hala naif tanımlamalarla çeşitli değerleri ölçmeye çalışıyorlar. H-index diye adlandırılan oldukça basit bir puanlama yöntemi, bu teşebbüslerden en rağbette olanı. Araştırmacının üretkenliğinin yanında etkisini de hesaba katıyor. Örneğin, 20 h-index puanına sahip olabilmek için en az 20 atıf almış 20 ya da daha fazla yayına sahip olmanız gerekiyor. Yani çok yayın yapıyor olmanızın, çok etkili şeyler söylemediğiniz sürece bir anlamı yok. Haliyle bir noktadan sonra bu skoru yükseltmek çok zorlaşıyor ve yöntemin mantıklı sonuçlar verdiği belirli aralıklar oluşuyor.
Yakın zamanda NBA Miner ekibine dahil oldum. Alim Karasu ve Gürhan Günday’ın aylarını alan2 işe açılan kapı aralandığında, herhangi bir basketbolseveri büyülemeye yetecek kadar veri önümde duruyordu. Hala dişe dokunur bir iş ortaya çıkarmasam da akşamları yeni eğlencem, lig tarihini kapsayan devasa veriler üzerinde yaptığım absürt sorgular olmuştu. Pau Gasol’ün yılbaşından hemen sonra, Milwaukee Bucks potasına attığı 46 sayıyla kariyerinin en yüksek sayısına 34 yaşında ulaşmasının ardından bu alandaki rekoru araştırmak bunlardan biriydi mesela. NBA tarihinde en ileri yaşta kariyerinin en yüksek sayısını atan oyuncu, 36 yaşında rakip potaya 39 sayı gönderen Cincinnati Royals’dan Johnny Green’miş. Adını bir daha asla duymayacak olsam da bu bilgiye ulaşabiliyor olmak yeterince heyecan vericiydi.
Güneş bir gün daha makaleler arasında battıktan sonra, dahiyane bir fikir olmadığı apaçık ortada olsa da aklıma h-index puanlamasını NBA skorerlerine uyarlamak düştü. Benzer şekilde, en az 20 sayı attığı 20 ya da daha fazla maç bulunan bir oyuncunun h-index değeri 20 olacaktı.
1946’daki ilk hava atışından bugüne kadar parkeye ayak basmış oyunculardan çıkan sonuçların ilk sıralarında fazla ilginç bir şey yoktu. Listenin en üstünde 56 h-index ile basketbol dünyasının Sigmund Freud’u, Wilt Chamberlain oturuyordu.3 Evet, 56 sayıdan fazla attığı en az 56 maç demek bu. İsimler Michael Jordan, Kobe Bryant, Elgin Baylor, Allen Iverson, Rick Barry şeklinde monoton bir sıkıcılıkta ilerlerken biraz aşağılara ulaştığımda üst üste yazan iki isim dikkatimi çekti: Ray Allen, 36. Reggie Miller, 36.
İstatistik biliminin ayırmakta en çok zorlandığı iki kariyeri ayırmayı bu ölçüt de başaramamıştı.
Orkun Çolakoğlu:
Reggie Miller ve Ray Allen’ın kariyer istatistikleri, aralarında ayırt edici olmaktan çok uzak. Miller 18 sezonluk NBA kariyerini 18.2 sayı, %47 şut, %40 üçlük, %89 serbest atış, 3 ribaund, 3 asist, 1.1 top çalma ortalamalarıyla bitirirken, Allen yine 18 sezonda 18.9 sayı, %45 şut, %40 üçlük, %89 serbest atış, 4.1 ribaund, 3.4 asist, 1.1 top çalmayla oynamış. İkisinden birini dayanıklılık yönüyle öne çıkarmaya kalksanız, elinize yine pek bir şey geçmiyor. Miller aynı sezon toplamında 1389’a 1300 önde, ama 2011 lokavtı nedeniyle Allen’ın oynayabileceği maç sayısından 16 eksildiğini ve 1300’lü sayıları konuştuğumuzu düşünürsek büyük bir fark söz konusu değil.
Konuyu play-off düzlemine taşıdığınızda, ilk anda nihayet ayrılıyorlar gibi geliyor. Miller, NBA ömrünün 15 yılında play-off oynamış ve %45 isabetle maç başına 20.6 sayı atmış. Jesus Shuttlesworth ise 10 sezon play-off görebilmiş ve %44’le 16.1 sayıda kalmış. Fakat o kadar basit değil. Miller 15 sezonda 144 play-off maçına çıkarken, Allen 10 sezonda 171 maçta yer almış. Ve Miller bu 144 maçın tamamına ilk beşte başlarken, Allen 171’in 50 tanesinde kenardan gelmiş. Laf ve sayı kalabalığını dağıtmak gerekirse: Reggie’nin play-off kağıdı daha iyi gözüküyor ama Allen, Celtics ve Heat döneminde, daha az rolle ve muhtemelen daha zor maçlarda, daha çok oynadı. Milwaukee ve Seattle’daki dört play-off yılındaysa sayı ortalamasının 22’nin altına inmediğini görüyoruz.
Aynı pozisyonu oynayan, oyunları aşağı yukarı benzer kelimelerle tanımlanabilecek ve istatistikleri çok benzer iki oyuncu arasında seçim yapmanız gerektiğinde, iş büyük ölçüde kişisel sempatinizin hangi tarafta ağır bastığına kalıyor. Reggie’nin yaklaşık 10 yıl daha eski ve üç sayının daha az benimsendiği bir devirde oynamaya başlaması, onun daha zor bir işi başardığı yönünde argüman olarak sunulabilir, ama ligin üç sayı savunması konusunda daha az dikkatli olduğu gibi bir karşı argüman da geliştirilebilir. Miller’ın maçların son bölümlerini oynama şöhreti daha büyük olabilir ama bununla ilgili laflar, Allen’ın NBA tarihindeki belki de en önemli şut isabetinin sahibi olması gerçeğiyle püskürtülebilir. Miller’ın 18 yıllık bir kariyeri tek bir takımda geçirmesine saygı duyabilirsiniz. Ama Allen’ın gittiği her takıma ve içine girdiği her role adapte oluşunu da göz ardı edemezsiniz. Allen’ın iki şampiyonluk yüzüğünü hatırlarken, Miller’ın Pacers’ının ’98 konferans finallerinde Jordan’ın Bulls’unu elemesine “şu kadarcık” kaldığını ve 2005 şampiyonu olmalarını muhtemelen Detroit’teki o kavganın engellediğini unutamazsınız.
Ne diyorduk? Kişisel sempatiler… Allen hiçbir zaman antipati duyduğum bir adam olmadı, fakat 2012’de Celtics’in işinin bittiğini sezip konferanstaki en büyük rakiplerine geçişini kendisine hiç yakıştıramadım. Miller ise ilk favori NBA oyuncularımdan biriydi. Onu tanımadan önce He Got Game‘i izlemiş olsam belki de yerini Allen alacak ve 2007’de Celtics’e takası bunalıma girmeme yol açacaktı. Öyle olmadığı için mutluyum. Keşke Miller’ın yorumculuğuna da tanıklık etmeseydim.
“Hedefler kaybedenler içindir,” diyor Dilbert’in yaratıcısı Scott Adams, “onun yerine, tekrarlanabilir alışkanlıklar ve sistemler yaratın.” On kilo vermeyi hedeflemek size çoğu zaman hiçbir şey kazandırmayacak. Sadece birkaç dakikalığına kendinizi iyi ve motive olmuş hissedeceksiniz. Sabahları tahıl yiyip koşuya çıkma alışkanlığı edindiğinizde ise ihtimalleriniz yükselmeye başlayacak.
NBA şampiyonluğunu ya da birinci sıradan seçilmeyi hedeflemek de kimsenin işine yaramadı. Çünkü bu hedeflerde kontrol dahilinde olan şeyler, tüm değişkenlerin yanında ihmal edilebilir derecede küçük kalıyor. Fakat alışkanlıklar ve sistemler sizi kazananların patikasına oturtuyor. İnanmıyorsanız Ray ve Reggie’nin ayak izlerine göz atın. Kendilerine çok müstesna yetenekler bahşedilmese bile, alışkanlıklar ve sistemlerin onları çıkarabileceği en üst noktada duruyorlar.
Ray’in kusursuz görünen mekaniği, onun en büyük alışkanlığı. Reggie’nin sisteminde ise estetiğe fazla prim yok; top çemberden geçtiği sürece ne kadar çirkin göründüğünün ne önemi var?
Alp Akbulut:
Hem Ray Allen hem de Reggie Miller, basketbol geçmişimde çok önemli yer tutan, çok sevdiğim, kendimle özdeşleştirdiğim, oyun stiline hayran olduğum oyunculardır. Üçlük deyince şu an aklımıza belki Stephen Curry geliyor, ancak oynadıkları dönemde asayiş bu adamlardan sorulurdu. Atılacak bir son saniye üçlüğü varsa, en iyisini onlar atardı.
Birçokları için Allen’ın Boston’da oynarken Pierce ve Garnett’le birlikte kurduğu müthiş pakt, onun kariyerindeki zirve noktasıdır. Miami’deyken Spurs’e attığı üçlüğü de zirve olarak düşünebiliriz. Performansının zirvesi değil belki ama winner/clutch karakterinin zirvesi. Oysa benim için Allen özel bir oyuncuysa, bunun yegane sebebi Seattle Supersonics’te 2004-05 sezonunda yaptıklarıdır. İstatistiklere bakarak en iyi sezonunun bu olduğunu düşünmezsiniz belki, ancak Sonics’in o kadrosunun konferans yarı finaline kadar gelerek Spurs’e kök söktürmesi azımsanacak bir başarı değildi. Sadece Allen’ın değil, Koç Nate McMillan ve Rashard Lewis’in de kariyerlerindeki en iyi sezondu. Hatta Luke Ridnour’ın, hatta Antonio Daniels’ın. Allen liderliğinde oynamak çoğu oyuncu için büyük keyif olsa gerek. Sessiz sedasız görünen, ama Kobe’yle dahi medya üzerinden ağız dalaşına girmekten çekinmeyen cool bir liderdi o. Seattle’a hakikaten yakışıyordu. Keşke sırf bir yüzük daha alabilmek için Miami’ye gitmeseydi de o son saniye üçlüğünü sokmasaydı. Belki o zaman Miller’ın kritik üçlüklerinin yanında özgeçmişi zayıf görünecekti ama onu Reggie’den asıl üstün kılan özelliği olan sağlam karakterinden ödün vermemiş olacaktı. Yoksa iş şutlara, üçlüklere kalacaksa, her ne kadar Ray’in daha fazla kariyer üçlüğü olsa da, benim aklıma ilk gelen adam hep Reggie olmuştur. Ray’in şut haricinde sahip olduğu yetenek setinin yanında, Reggie’ninkinin ne kadar komik kaldığını anlamak için ikisini beşer dakika izlemek yeterli olacaktır. Şut atmak dışında başka dişe dokunur hiçbir özelliği olmadan süperyıldız seviyesinde anılmak, Jordan’larla, Kobe’lerle aşık atacak duruma gelebilmek, Miller dışında hiçbir oyuncunun ulaşamayacağı bir mertebedir. Keşke basketbolu bıraktıktan sonra yorumculuğa başlamasaydı da, basketbol görgüsü, zekası, oyun görüşü, karakteri hakkında bu kadar fikir sahibi olmasaydık.
İkisini de tanımayan bir koçun gözü önünde birer şut atsalar ve koçtan ikisinden birini seçmesi istense, hiç düşünmeden Allen derdi herhalde. Bir tarafta “picture perfect” bir şut stili, diğer tarafta ise elleri neredeyse birbirine çarptırarak atılan, kötü olmayan ama idealden uzak bir stil. Bir röportajında bu sayede hakemlerin bazen çıkan sese aldanarak faul çaldığını itiraf etmişti. Feyke zıplayan adama çarparak faul alma işinin de öncülerindendir Reggie. Jordan’ı iterek attığı üçlükteki gibi, perdelerden çıkarken sıklıkla ince fauller yapar. Basketbolun kural açıklarını kullanmayı sever, Amerikalıların sevdiği kazanma odaklı basketbolcu tipine çok iyi bir örnektir. Ray ise aksine bu mantaliteye çok yakın durmaz. Hiçbir zaman çıkıp da ‘benim için kazanmaktan daha önemli şeyler var’ demez elbette, ama sahadaki duruşuyla, estetiğiyle, basına verdiği demeçlerle bunun işaretlerini verir. Miami’ye gidişi bu yüzden büyük bir hayal kırıklığıdır belki, ama o kararı verdiği zaman eski oyunundan uzakta olduğu da unutulmasın. Boston’daki bile tam olarak gerçek Allen değildi aslında. Hatta hücumda sadece catch-and-shoot setlerinde yer aldığı için şikayet ediyordu ilk zamanlarında. Bu yüzden ki, ben Ray Allen’ı, Milwaukee ve Seattle’daki haliyle hatırlayacağım hep. Reggie Miller gibi maç boyu topsuz alanda koşturarak boş şut bulmaya çalışırken değil. Evet, şampiyonluk yüzükleri de umurumda değil.
Allen, kariyerinin ilk yıllarında Milwaukee’de yaşadığı aydınlanmadan bahsediyor:
Bir gün golf oynuyordum. Bazı vuruşları denerken topun nereye gideceğine dair hiçbir fikrimin olmadığını fark ettim. Çünkü hiç pratik yapmamıştım. Daha sonra aslında bunların parkede olanlardan bir farkı olmadığı fikri yerleşti aklıma. O zamanlar bazı şeylere hiç çalışmasam da atletizmime güveniyordum; fakat harekete başladığımda sonucun ne olacağını kestiremiyordum. Halbuki maçlarda saha hiç değişmiyordu. Değişen tek şey savunmacımdı. O halde, maç içinde sahanın herhangi bir noktasından atabileceğim her şutu idmanda çalışmaya başlayacaktım.
400 bin şutluk hikayenin giriş cümleleri böyleydi. Çemberden seken sayısız şut, bir ömür dinlenecek parke gıcırtıları ve formaları eskiten ter damlaları, kusursuzluğun yapı taşları.
Cem Pekdoğru:
Hatırlayabildiğim anlatmaya değer en eski Ray Allen anısını düşünmeye çalışıyorum. Filmi biraz daha geriye sarabiliyorum ama çoğunlukla işe yaramaz şeyler; 2001 Doğu Konferansı finallerinde karar kılıyorum. Tuttuğum takım play-off dönemine acayip bir ivmeyle girmiş, kendi konferansının final serisini Spurs’e son iki maçta ortalama 34 fark atarak kapatmış ve kırmızı köşede rakibini bekliyor. Karşı konferansta Allen Iverson’ı diğer köşeden edebilecek birkaç karakter var. Onlardan biri Vince Carter, yarı finallerin kader maçından önce mezuniyet törenine katılmak gibi yolun devamında canını epey sıkacak bir tercih yapıyor. Diğeri ise Milwaukee’de toplanmış alternatif bir Big Three. Final serisinde Bradley Center’a 3-2 geride dönüyorlar.
Game 6, bir cuma gecesi. NBA’in küreselleşme yolundaki bebek adımlarından Türkiye’nin payına cumadan-cumaya-ender-bilgin düştüğü yıllardayız. Her nasılsa dördüncü yılını yaşadığım dersane kariyerimin en tuhaf yılı ve birkaç hafta önce fişi çekmişim. Saat kurup salondaki yerimi alıyorum. Bucks’tan ümitliyim, en çok da Ray’den. Kenardaki George Karl ise savaşa onun gibilerle girmektense, bir bölük Anthony Mason’la girmeyi yeğleyen ‘eski okul’ koçlardan. Bunu her halinden anlayabiliyorsunuz ve savaş analojilerinden hoşlanacağını tahmin ediyorsunuz. Parkeye çirkin yeşil bir ceketle giriyor, taraftarlar onu ayakta alkışlıyor. Beklentilerin dip yaptığı bir yeniden yapılanma döneminde takıma play-off yaptırması sonrası yörede gereğinden fazla değer görmüş. Scott Williams’ın hiçbir zaman devamı gelmemiş ilk çeyrek sayılarından sonra devreye Ray giriyor. Karl’ın askerleri arasında maçı kazanmaya niyeti olan tek oyuncu o gibi. Sağdan soldan çalışıyor. Fark bir ara 30 sayı oluyor, AI iplerde. Uyuyakalıyorum.
Öğlene doğru açık bir televizyona uyanıp, durumun idrakiyle hayal kırıklığı yaşadığım NBA geceleri o yıllardan hayatıma girmiş. Fark umurumda değil, Ray’in gösterisini bir 24 dakika daha izlerdim diye düşünüyorum. Şuta yekpare bir mimari güzellik abidesi gibi kalkıyor. Şimdilerde kusurlu olanı daha güzel, ya da daha dürüst-güzel buluyor olabilirim ama 12 yaşındayken bu geçerli değil. En azından bu özel durumda. O şutu bir şekilde çıkarıp sonunda fileden geçireceğini biliyorken bile Reggie Miller’ı izlemekte anlatmaya değer bir şey bulamıyorum. Solak veya miyopların en yakın arkadaşlarının çoğunlukla solak veya miyop olması gibi, kendisine OCD teşhisi koymuş şutörler de birbirlerini kolluyordur belki.
Odamda NBA TV lüksüne kavuştuğum 2004-05 sezonu, Sonics tarihinin son play-off sezonu olacaktı. Bazı açılardan 2001 Bucks’ı andıran tuhaf bir kadroya sahiplerdi ve lige harika bir başlangıç yapmışlardı. Her sezon başında güncellediğim Favori Oyuncularım listesinin zirvesinde Baron Davis, Paul Pierce ve Kobe Bryant ile birlikteydi Ray ve odanın en güzel duvarında bu dördünün posterleri yan yana duruyordu. Güzel gidiyor, değil mi? İyi anlatılan her kötü çocukluk anısında olduğu gibi bunda da durum biraz farklıydı oysa. Postere dönüştürülen anda Ray turnike atıyordu ve o dönemde yatılı okulda olduğum için yayınlanan Sonics maçlarının çoğunu kaçırıyordum. Ama Ray hakkındaki hislerim o zaman da değişmedi. Üç yıl sonra final serisinin dördüncü maçında Sasha Vujacic’in yanından bıraktığı turnike, odama posterini asmamı imkansız kılıyordu belki ama posterleri ardımda bırakalı çok oluyordu zaten.
İsa doğum gününü kutlamak için 379 yıl beklemişti, çünkü bir doğum günü yoktu. Jesus Shuttlesworth de hala bekliyor. Unutmak istediğim o turnikenin sonucunda kazandığı şampiyonluk yüzüğü kendini gerçeklemesine yetmedi, en fazla Pierce ve Garnett’e bu yolda katkı sağladı. Sixers maçının özetini ise yıllar sonra izleyebildim. AI son çeyrekte 26 sayı atıyor, farkı tek hanelere indiriyor ve galibiyete belki de bir düdük kadar yaklaşıyordu. Daha önemlisi Bradley Center’dan (gerçek anlamda) yumrukları havada ayrılan Ray değil, o oluyordu ve birçoklarına göre Bucks, yedinci maçı o son çeyrekte kaybediyordu. Bunların hepsinin farkındayım. Hiçbiri Ray Allen’ın çağdaşı olmanın kıymetini bilmeme engel değil. 2001 yılında League Pass icat edilmiş olsaydı, o sahadayken başka bir maç izlemek suç sayılırdı.
Ray ve Reggie’nin kariyerleri tutkunun öyküsü değil; çünkü tutku başarıyı değil, başarı tutkuyu getiriyor. Kimse başarısız olduğu bir konuda sonsuza kadar tutkulu kalmayacak. Tutku abartılıyor ama karşımızda tarihin en başarılıları var; birbirinin ayırt edilemez iki yansıması.4
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane