Beni tanıyanlar mezarlık görmekten ne kadar keyif aldığımı bilirler. Gittiğim her şehirde en az bir mezarlık görmeye çalışıyorum. Mezar taşlarının şekilleri, üzerlerine bırakılan eşyalar, yazan yazılar, ülkenin en azından din etkisindeki kültürüne dair düşünceler yaratır kafamda. Yüksek duvarların arkasındaki bu sessiz “kentler”, şehrin belki de en korunaklı, artık bu dünyayla bir hesabı kalmamış ve bu yüzden suç oranı en düşük, en huzurlu yerleri gibi gelir bana. Bu güzellemeyi fazla uzatmaya ihtiyacım yok, her turistin görmekten hoşlandığı yerler tabii ki farklıdır.
Çok önceden ayarlayıp geçtiğimiz ay gerçekleştirdiğim, Monaco’yu da kapsayan minik Fransa gezisinde de bazı mezarlıkları görmek için planlarımı çoktan yapmıştım. Zaten Paris gibi adeta bir mezarlık cennetinde, Père Lachaise gibi mezarlıkların padişahının yer aldığı bir yerde en azından orayı görmek şarttı ama ben daha fazlasını yapma fırsatını buldum.
Sadık Hidayet (Père Lachaise)
Bu muazzam büyüklükteki, belki de dünyanın en meşhur mezarlığında turistlerin en önemli uğrak yerleri elbette ki Oscar Wilde’ın öpücüklere boğulmuş, Edith Piaf’ın her mevsim çiçeklerle bezenmiş ve Jim Morrison’ın hayranlarının 45 yıldır pek azalmışa benzememiş fanatikçe sevgisinden ancak üzeri bileklik ve saç lastiği dolu bariyerler ve güvenlik görevlileri sayesinde huzur bulabilmiş kuytudaki mezarı. Bir Türkiye vatandaşı olarak Ahmet Kaya’nın sevenlerinin “geç gelen” sevgisinden nasibini fazlasıyla almış mezarının başında 1-2 şarkısını dinleyip hem onun hem de kendinizin hayatta kaybettiği her şeyi düşünerek efkarlanmak, Yılmaz Güney’in mezarının başındaki turist kalabalığın hiç fark etmediği, ama sizin fark ettiğiniz bir şişeyi, üzerinde “Yenice toprağı, lütfen atmayın” yazan, kızı Elif Güney Pütün’ün bıraktığı şişeyi görmek de kesinlikle insanın unutamayacağı deneyimler arasında. Ancak benim buraya gelmeden önce görmeyi en çok arzuladığım mezar, naif ve alçakgönüllü bir İranlı yazarın mezarıydı.
İlk kez beş yıl kadar önce yurtdışına çıkıp Paris’i de rotamıza aldığımız zaman, yanımda Père Lachaise’in ayrıntılı bir rahmetli listesini getirmiştim. Sanırım o zamanlar Kör Baykuş’u henüz okumamıştım, bu nedenle o ilk listede Sadık Hidayet’in adı yoktu. Zaten ilk gezinin acemiliğiyle gitme fırsatı da bulamamıştım. Ancak bu seferki gidişimde listenin “genişletilmiş yeni baskısında” Sadık Hidayet’in 85. adadaki mezarı elbette yer alıyordu. Elimde de mezarlığın genel bir planı vardı, ancak sabahın köründe mezarlığa ana girişinden değil, Gambetta tarafındaki girişinden girdiğim için önemli mezarların tam noktasını gösteren haritayı da alamamıştım. Yani elimde sadece rahmetlilerin ada numaraları vardı. Janusz Kaminski’nin muhteşem görüntüleri ve Mathieu Amalric’in umutsuz, aynı zamanda ukala sesiyle benim için unutulmazlar arasına soktuğu 2007 yapımı Kelebek ve Dalgıç filminin kahramanı Jean-Dominique Bauby’nin 94. adadaki mezarını görebilmek için umutsuzca çabalarım sonuç vermemişti, ancak Sadık Hidayet’i kesinlikle bulacaktım. Bunun için adadaki neredeyse bütün taşlara tek tek bakmam gerekse bile adanın ortalarında yer alan, bir ağacın dibinde ve nispeten yalnız başına duran o siyah mermerli dikdörtgen prizma şeklindeki, üzerindeki küçük baykuş figürünün dışında mütevazı diyebileceğim mezarı bulmayı başardım. Mezardaki çiçekler o kadar da yalnız olmadığını, ölümünden 60 küsur yıl sonra bile onu sevenlerin yalnız bırakmadığını kanıtlar nitelikteydi. Halbuki ben onu niyeyse derdini etrafındakilere kendi ağzıyla anlatamayan, ama kalemiyle devleşen bir insan olarak düşünmüştüm. Sanırım bunun nedeni, hayatımda okuduğum en karanlık, en “çıkmazlarla ve geri dönüşlerle bezeli” romanı olarak kabul ettiğim Kör Baykuş’un aşağıdaki satırlarında gizli:
“Odamı sınırlayan dört duvar arasında, varlığımı ve düşüncelerimi kuşatan hisarın içinde ömrüm azar azar eriyor bir mum gibi, hayır, yanlışım var, ömrüm bir oduna benziyor, ocaktan düşen bir oduna: öteki odunların ateşinde kavrulmuş, kömürleşmiş, ama ne yanmış, ne olduğu gibi kalmış bir oduna benziyor. Fakat diğerlerinin dumanından, soluğundan boğulmuş.”
Ben hayatımda kalabalıklar içinde yalnızlığı, köşede bırakılmışlığı bu kadar harika anlatan birine rastlamadım. Bu satırları yazmış ve benim ta en derinlerdeki özümü adeta 12’den vurmuş bir adamın son hatırasının başında iki dakika bile durabilmek, istemsizce iyi hissettirdi bana… Marcel Proust’un aynı adadaki mezarına en fazla 20 metre mesafedeki bu mezarı gidenler görsün derim, bunu yapma şansınız yoksa Kör Baykuş veya Üç Damla Kan adlı öykü kitabındaki öykülerinden birini, mesela “Maskeler”i okumanızı naçizane tavsiye ederim.
Grace Kelly (Monaco)
Marsilya’dan Lyon’a geçmeden önce Monaco’ya bir gün için uğramaya karar verdiğimde görmek istediğim ilk yer, Grace Kelly’nin 1982’de kaza yaptığı Route de la Turbie’deki uçurum kenarındaki o virajdı. Kendisinin oyunculuk kariyerinin büyük bir hayranı olduğumu söyleyemem, az sayıda filminden Arka Pencere ve Cinayet Var‘ı izlemiştim sadece. Elbette kendisinin tam prenseslere layık güzelliği ve zarafetinden fazlasıyla haberdardım ama bu tuhaf ziyaretimde “ölü sever” tarafım daha baskın çıktı diyebilirim.
Yaptığım araştırmalarda kazanın tam yerine dair birbiriyle çelişen kaynaklar bulabilmiştim. Birini doğru kabul etmekten başka şansım yoktu.1 Zamanım dar olmasına, orayı gösteren net işaretler olmamasına rağmen sadece bir haritada işaretlediğim çarpıyı izleyerek ve kendi konumumu trafik işaretleriyle kontrol ederek Monaco sınırlarının hemen dışındaki o tepelere tırmandım. Tırmandım diyorum, çünkü gerçekten oraya gitmek için bir miktar yürüyüş kondisyonunuzun bulunması şart. Daha normal bir yerde olsa birçok turistin akınına uğrayacağından emin olduğum o virajda kimsecikler yoktu. Hem virajda hem de oraya giderken muhteşem bir “riviera” manzarasının tadına varıyorsunuz. La Turbie’nin bitişine yakın çok keskin iki virajdan birinde kaza yaptı Prenses, bunu biliyorum. İki virajda da kazaya dair herhangi bir resmi işaret bulunmuyor. Ama hangi viraj olduğunun önemi yok benim için. Oraya gitmek, kazanın olduğu yer olarak hayal ettiğiniz yerin hemen altında, Rover P6 3500’ün düştüğünü hayal ettiğiniz yerde 35 yıldır aynı şekilde kaldığını hayal ettiğiniz, ama gerçekten ezilmiş, yamulmuş ağaç ve çalıları görmek yetmez mi? Bana yeter.
Zaten oldukça küçük bir yer olan Monaco’da gördüğüm kadarıyla Grace Kelly ve Formula 12 en büyük turistik ihraç malzemelerini oluşturuyor. Hediyelik eşya satan yerlerde veya bir şekilde anısının olduğu her yerde Grace Kelly’i bulmak mümkün. Şahsen kraliyetle, hak edilmeden kazanılmış zenginlik ve ihtişamla hiç ilgilenmem, ama yine de Kelly’nin evlendiği, yıllarca yaşadığı kraliyet sarayını ve kocası Rainier’le yan yana gömüldükleri St. Nicholas Katedrali’ni de gitmişken görmek lazım. Zaten 3 kilometrekarelik bir alandaki Monaco’da başka gidilecek çok fazla yer yok. Aslında Grace Kelly’nin mezarı ne katedral, ne de viraj… Adeta bütün Monaco onun mezarı gibi.
Panthéon (Paris)
Burası onlarca önemli kişinin gömülü bulunduğu bir “devlet mezarlığı” adından da anlaşılacağı üzere. Fransa’ya, daha doğrusu Fransız Devrimi’ne önemli hizmeti olmuş kişilerin mezarlarından sonra devlet adamları, bilim insanları, edebiyatçılar gibi başka kişilerin mezarlarıyla zenginleşmiş, bazıları sonradan taşınmış. Rousseau ve Voltaire gibi iki büyük aydınlanmacı fikir adamının tahta tabutlarıyla başlıyor alt kattaki galeriler. Pierre ve Marie Curie, Louis Braille’in mezarları burada, aslında farklı yollardan giden ama aynı ten rengine sahip iki “siyah derili” Felix Eboue ve Aime Cesaire de burada anılıyor. 4 ya da 6 lahitli odaların en görülesi olanı bence edebiyat tarihine adlarını kazımış üç kişinin, Victor Hugo, Émile Zola ve “Baba” Alexandre Dumas’nın bir arada olduğu odaydı.
Panthéon ilk başta Azize Genevieve’in anısına bir katedral olarak yapılmış, zaten içi azizenin, Jeanne d’Arc’ın ve başka dini figürlerin hayatlarından kesitleri gösteren tablolarla dolu. Ama aynı zamanda tüm monarşik ve dini ögeleri ezip geçen, dibine kadar seküler Ulusal Konvansiyon’un devasa bir heykeli de burada, Léon Foucault’nun ilk kez burada kurduğu ve şimdi bir örneğini görebileceğiniz meşhur sarkacı da… Monarşi ve cumhuriyet yanlıları arasında birkaç kez el değiştirip farklı amaçlara hizmet etmiş. Bazı rahmetliler mezarından çıkarılmış iktidar sahipleri değiştikçe. Adeta iktidarın fiziksel bir sembolü olmuş, ya da iktidarı eline alan bunu ilan etmenin en büyük şanı olarak Pantheon’u dönüştürmüş. İstanbul’un Ayasofya’sını fazlasıyla hatırlatan bir hikaye gibi geliyor bana, herkes gücünü orası üzerinden gösterme peşinde. Günümüzde nasıl Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesi, memleketin onbinlerce camiyi kapsayan cami envanterine bir tane daha eklemekten çok daha fazlasını ifade ediyorsa, Pantheon da bir mezarlık, bir katedral veya bir “seküler” tapınaktan çok daha fazlası olmuş. Bu anlamda benim için iktidara sahip olmuş güçlerin kan dökmeden, ama yine ölüler ve ölümler marifetiyle savaştığı bir yer olarak zihnimdeki yerini aldı.
Samuel Beckett (Montparnasse)
Montparnasse Mezarlığı, Père Lachaise’den sonra Paris’in en çok bilinen mezarlığı. Öğrendiğim kadarıyla Catacombes‘un yapılmasına karar verildikten sonra Paris şehir merkezinin 4 yanına yapılmaya karar verilen modern mezarların güneyde kalanı (Père Lachaise doğuda, Montmartre kuzeyde, Passy batıda). Burada da sanat ve edebiyat dünyasından çok sayıda ünlünün mezarları bulunuyor. Bütün ömrü boyunca doğru düzgün huzur bulamamış, hayatı bir arabada biten ve cesedi 10 gün sonra bulunan güzeller güzeli Jean Seberg, ziyaret edenlerin metro biletleri ve otopark fişleriyle sıvanmış Fransa’nın “çirkin kralı” Serge Gainsbourg, izlediğim bütün filmler içinde belki de en harika sona sahip film olan Nuovo Cinema Paradiso‘nun iyi kalpli Alfredo’su Philippe Noiret, Jean-Paul Sartre ve ömrünün büyük kısmını mezarlığa bitişik Rue Victor-Schoelcher’de geçirmiş Simone de Beauvoir, Fransa ve hatta dünya tarihinde yeri bulunan, haksızlığa uğramışlığın adeta timsali haline gelmiş Alfred Dreyfus mezarları burada. Benim görmeyi en çok istediğim ise, kalıp sözlere hapsedilmiş bütün hayat felsefesi ve tavsiyelerine bağlı kalmamaya çalışan bendenizin uygulamak için çoğu zaman umutsuz ama yine de ısrarlı bir şekilde çabaladığı “Ever tried, ever failed. No matter. Try again, fail again. Fail better”3 sözünü sarfetmiş Samuel Beckett’in mezarıydı.
Normalde gittiğim hiçbir mezarlıkta mezar taşıyla birlikte fotoğraf çekilme alışkanlığım yoktur ama nedense Beckett’in mezarının başında bir fotoğrafımın olmasını istedim. Ama mezarın başında fotoğraf çekmesini rica edeceğim birilerinin geçmesi, en azından 10 dakika sürdüyse de benim hissettiğim çok daha uzun bir süreydi. Sonunda oraya yaklaşan iki teyzeyi adeta rehin aldım. Tek kelime İngilizce bilmeyen teyzelerden birinin titreyen ellerine makineyi tutuşturup resmen işkence çektirdiğim için kendimi affetmeyeceğim. Biraz daha bekleyebilirdim, ama Godot’nun Vladimir’inin sabrından bende eser yokmuş demek ki. Neyse ki biz orada cebelleşirken yaklaşan bir “mösyö”, bir Godot olmasa da teyzeleri ve çoktan pişman olmuş bendenizi kurtardı.
Malum eseri okudum ama Godot tam olarak kimi simgeliyor, kendi basit çıkarımlarım dışında bir fikrim yok. Ama şimdi düşünüyorum da, Godot herkes için gerekli bir figür belki de. En azından mutsuzlar için. Ne zaman geleceğini bilmediğimiz bir mutluluğun peşinde yıllarca bekleyebilen sıradan insanlar için adeta bir Mesih. Herkesin kendine bir Godot’su olmalı, ama kim olduğunu iyice bilmeli ki hasbelkader karşılaşırsa yanından yürüyüp geçmesin. Bir de önemli olan beklememek, aramak. Bir tane olmasına gerek de yok, benim için o an Godot, fotoğrafımı çeken mösyöydü ama hemen yenilerini bulmak benim için kolay. “Daha iyi yenilmek” için daha onlarca bahanem var.
Catacombes de Paris (Anonim)
Evet, burası kişilerin tek tek gömüldüğü bir mezarlık değil, ismi cismi bilinmeyen tam 6 milyon Parisli’nin karman çorman olmuş kemiklerinin sergilendiği bir yer altı şehri. Gelmeden önce bu kadar turistik olduğundan haberim yoktu, öğleden sonra 1 gibi oraya vardığımda gördüğüm kuyruk beni çok korkuttu. “Arada Montparnasse’a gidip geleyim, kuyruk azalır belki” şeklindeki düşüncemin de ne kadar yersiz olduğunu, 2 saat sonra dönüp hala aynı kuyruğu bulduğumda anladım. Paris’teki son günüm olduğu için mecburen kuyruğun peşine takıldım ve tam 2 saat sonra içeri girebildim (gitmeyi düşünenlere erken gitmelerini şiddetle tavsiye ederim). Sonu gelmeyecekmiş gibi görünen merdivenlerden yaklaşık 5 dakika durmadan aşağı inip bazen 1.80 metre yüksekliğe kadar düşen tavanlarla sınırlanan “caddelerinden” geçtikten sonra kemik yığınlarına ulaşabildim. Oldukça düzgün şekilde istiflenmiş kaval kemiklerini arada çenesi dağılmış kafatasları süslüyor. Mekanın neminden dolayı yer yer yeşermiş bu kemikler. En genci 200 yıldan uzun süredir ölü. Alındıkları mezarlıklara göre üst üste yığılmışlar ve arada onlara dokunmanızı engelleyecek bir bariyer yok. Zamanında Paris’in mezarlıkları dolup taşınca bu kalker madenine birçok irili ufaklı mezarlığın rahmetlileri taşınmış, tabii onlar turistlerin gözünün önünde olmaktan hoşlanırlar mıydı bilemiyorum.
83 basamaklık daracık merdiveni baygınlık geçirmeden tırmanıp, çantamı kemik çalıp çalmadığımı kontrol eden görevliye gösterince insanlar alemine, girdiğim yerin 3 sokak aşağısında döndüm. Daha sonra bir çelişkiyi düşündüm. Aslında birçok turistik yerin -özellikle dini altmetni olanların- içinde bulunduğu bir çelişkiyi… Devlet adına burayı işletenler, turistlerden saygı beklerken böyle bir yeri turistlere açarak, hepimiz gibi bir sürü serüven, heyecan, üzüntü ve aşk yaşamış kişilerden geriye kalan kemikleri şekilli gözüksünler diye üst üste yığarken esas saygısızlığı yapmıyorlar mı? Bilemiyorum, benim gibi turistler var olduğu sürece ülkeler bu bacasız sanayi tesislerini kapatmaya yanaşmayacaklardır herhalde. Ben niye bunları bile bile gidiyorum, çünkü ben de bir turistim ve kontratlarla bağlı olduğum sigortalı işimden bana layık görülen boş zamanda canımın istediği yere gitme hakkını kendimde görüyorum. Ben de onlar kadar suçluyum belki. Çünkü kültür turizmi denen şey aslında geçmişi tüm çıplaklığıyla günümüz insanına sermek, geçmişin, kral da olsa, dilenci de olsa bu dünyadan geçmiş birilerinin mahremiyetini ayaklar altına almak demek. Ben de suça ortağım ama gündelik hayatın sıradanlığı içinde çıldırmamak için ne yazık ki “turist olmaktan” daha iyi bir fikrim yok.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane