Skip to content

Bu Sahilde Birisi Yaşıyor

Böyle yaşıyorum, diye geçiriyorum içimden.

“Bayramlar yaklaşıyordu; birbirimize hediye olarak çizim kitapları hazırlamaya karar verdik. Robert’ın aslında yaptığı şey, kendimi toparlamam için bir ödev, üzerinde odaklanabileceğim yaratıcı bir iş vermekti. Deri bir not defterini onun için çizim ve şiirlerle doldurdum; karşılığında bana ilk tanıştığımızda evinde gördüklerime benzer çizimlerle dolu bir resim defteri hediye etti. Defteri mor renkli ipek bir kumaşa sarmış ve siyah iplik kullanarak eliyle dikmişti.

1968 sonlarına dair anılarım Robert’ın endişeli ifadesi, yoğun kar yağışı, ölü doğmuş tuvaller ve The Rolling Stones sayesinde aldığımız bir nefes.

Doğum günümde Robert tek başına geldi. Bana yeni bir plak almıştı. İğneyi yerleştirip göz kırptı. Sympathy for the Devil çalmaya başladı ve ikimiz de dans ettik. “Bu benim şarkım” dedi.”

Çoluk Çocuk’u okuduğumda 22 yaşındaydım. Yani tam olarak Patti Smith’in Sympathy for the Devil eşliğinde dans ederek kutladığı yaşta. Horses’ı ilk kez dinlediğimde ise 17 olmalıydım. O günlerde gerçek bir dünya idraki geliştirebildiğimi sanmıyorum. Şarkılardan önce sözlerinin birkaç dizelik çevirilerine rastlamıştım birtakım Roll sayılarında. Her biri benim için yazılmış gibilerdi – bir yerlerde kendini eşit derecede güçsüz ve yenilmez hissederek hayatta kalan on yedilikler için. Diğerlerini bulmak için yola koyulmalıyım, diyordum, şu sınavı atlattıktan sonra.

Kitap elime geçtiğinde 22 yaşındaydım –bunu zaten söylemiştim– ve yaşıtı olduğum Patti’nin hayatıyla hiçbir ortaklık kuramıyordum. Beş yıl koca bir başarısızlık olarak geçmiş olmalıydı. Referanslarını takip edemiyordum. Jean Genet’nin, örneğin, varlığının farkında olduğumu, kapladığı yeri bildiğimi ve bunun yeteceğini düşünüyordum. Yetmezdi elbette. Aziz Genet’yi, az kalsın, müstehcenliği onunki gibi “hiçbir zaman müstehcen olmayan” Robert üzerinden tanıyacaktım.

17 yaşında bir geç ergene otuz yıl öteden tutunacağı dizeler uzatan kadın bu kez bir kitap getirmişti. Kitabı fırlatıp bir köşeye attım. Çoktan genç bir kadında cisimleştirdiğim Robert’ı gerçekten hayatımın bir parçası yapıncaya, “benim” şarkılarımı ona onaylatıncaya ya da Genet’yi gerçekten tanıyıncaya değin.

patti-genet

Goodreads’te yeni çıkan Patti Smith kitabının kapağına rastladığımda, çevirisinin elime geçmesini beklemeden kapaktaki masanın hikayesini araştırmaya koyuldum. Bir başka internet sayfasında, kitapta yer bulan Polaroid fotoğraflardan bir galeriye bile rastladım. Her şey ne kadar kolaydı. New York’a hala ayak basmamıştım, Café ’Ino diye bir yer duymamıştım; ancak beş sene önceki Çoluk Çocuk deneyimiyle akraba bir korkunun işaretleri de yoktu etrafta. Bilakis bu kitabı bir tür oyuna konu etmeye karar verdim. Zamanı dilediğimce esnetebildiğim bir dönemden geçiyordum, işsizliğin verdiği bir süper güç olarak. Bu süper gücü kullanacak ve M Treni’nin tamamını şehrin bölünerek çoğalmakta olan kafelerinde okuyacaktım. Smith’in rolüne bürünmeden ama kendime bir Café ’Ino bulma ümidiyle. Eve vardığımda ise artık eskisi gibi düşmanca yaklaşmadığım referansların peşine takılacaktım. Üstat ile Margarita’nın ismi geçtiğinde sadece okumuş olmama sevinmeyecektim mesela, aynı zamanda Çoluk Çocuk’taki kutlama sahnesine geri dönecektim. Mick Jagger’ın Sympathy for the Devil için ilhamını bulduğu kitaptı bu, söylenceye göre. Bir gün sevgilisi Marianne Faithfull, elinde kitabın gıcır bir İngilizce çevirisi ile gelince tanımıştı Mihail Bulgakov’u. Son albümüne Banga ismini veren Smith, 22. yaş gününde bu hikayeden haberdar mıydı sahi?

Kendilerine “üçüncü dalga kahveci” diyen dükkanlardan birindeydim. Kızarmış ekmek ve zeytinyağı servis etmiyorlardı. Birkaç sene boyunca yolunu bulmaya çalıştıktan sonra kendini süper gücünden azade etmeye karar vermiş ve yakın zamanda beyaz yakalı bir hayata başlamış bir arkadaşıma rastladım. Kitabı aldığını ama okumaya fırsat bulamadığını söyledi ve fikrimi sordu. Henüz bir fikrim yok, demeye hazırlanıyordum, dağınık düşüncelerle yetineceksin. Ona deneyimden bahsettim önce. “Araya bir sürü şey sokuyorum, bununla birlikte Wittgenstein’ın Metresi’ni de ikinci kez okuyorum örneğin” dedim. Aslında o sırada okuduğum kitaplar arasında değildi. Havalı adı ve hakkında konuşmak isteyebileceğim bir şey olması nedeniyle bu sorulara kalkan yapmıştım David Markson’ın başyapıtını.1 Kate’i, yani Wittgenstein’ın metresini, anlatmaya başladım masanın karşı tarafına. Küçük bir aydınlanma sonucunda, kitabı okurken imgelemimde beliren Kate’in Smith’e ne kadar da benzediğini fark ettim: aynı renk tonlarında olmasa da aynı şekilde dağınık saçlar, üstüne bol gelen bir palto, tipik bir “Crazy Cat Lady” silüeti.

1999’da yazdığı bir makalede David Foster Wallace, Wittgenstein’ın Metresi’ne yakın dönemin göz ardı edilen beş büyük romanı arasında yer vermişti. “Deneysel kurmacanın bu ülkedeki zirve noktası” dediği kitabı insanın yalnızlığını en iyi işleyen Amerikan romanı ilan etmişti. (Bu makale sayesinde her gün yeni bir DFW “müridinin” bu saklı hazinenin göz korkutucu ganimetiyle tanıştığını tahmin edebiliyorum.) Wallace’ın kitap hakkındaki daha derin, yarı-akademik bir incelemesi ise Both Flesh and Not içerisinde çok daha fazla kişiye ulaşacaktı.

Yayımlanmadan önce 54 kez reddedilen ve yazarına göre bu alanda bir rekoru elinde bulunduran roman, tenha bir dünyada olduğu anlaşılan başkahramanın çoğunlukla tek cümlelik kısa paragraflarıyla karşılıyor okuyucuyu. Bu formdan ödün vermeden post-apokaliptik bir şimdiki zamanda dolaşmaya, ateşe verilmiş şeylerden söz etmeye, birtakım müzelere girip çıkmaya2 başlıyor ve Batı uygarlığını oluşturan büyük sanatçılar hakkında –dipnotlardan toplanmış gibi görünen önemsiz bilgilerden gitgide karanlık göndermelere uzanacak– bir anekdot bombardımanına hazırlanıyor. Daha yolun başında, kaybettiği tek oğlunun adını yanlış hatırladığını itiraf eden bir kadından duyulan doğruluğu müphem bilgiler bunlar. Yalnız bir dünyaya miras kalan zavallı bir uygarlığı işaret eden tüm bu bilgilerin sıralanması, bir noktada, dilsel bir meditasyon hissi uyandırmaya başlıyor. Steven Moore’un kitabın sonsözünde “dünyevi mutsuzlukların kurbanları için kederli bir ayine” benzettiği şu bölümdeki gibi:

Tanrım, zavallı Maupassant.
Aslında Friedrich Nietzsche de zavallı.
Zavallı Vivaldi’yi söylemediysem eğer, ki tam da dilimin ucundaydı, düşkünler evinde öldüğünü şimdi anımsadığımdan söylemedim.
Ve hatta, aynı şeyi yapmasına izin verilen, Bach’ın zavallı dul karısı Anna Magdalena.
Bach’ın dul karısı. Ve tüm o çocuklarla birlikte. O dönemde çocukların bazıları, müzik konusunda Bach’ın kendisinden bile gerçekten daha başarılıydı.
(…)
Zavallı James Joyce, gök gürlediğinde mobilyaların altına saklanan bir diğer kişi de oydu.
Çocukların bile yapabildiği çarpma işlemlerini asla öğrenemeyen zavallı Beethoven.
(…)
Felsefecilere tuvaletini kullandırmayan zavallı A.E. Housman.
Zavallı Giovanni Keats, sadece yüz elli dört santimetre boyundaydı.
Zavallı Aristoteles, peltek peltek konuşurdu ve görülmemiş incelikte bacakları vardı.
(…)
Ve Bruegel’in resimlerinde kartopu atan tüm o zavallı çocuklar; büyüdüler ve bir sürü şey yaptılar, ama bir daha asla kartopu atmadılar.
Hatta bu yüzden, çoğu kez, neredeyse bütün bir zavallı dünya.
Ve bu, elbette o çarşamba ya da perşembe gününü düşünmeden bile böyle.

O çarşamba ya da perşembe günü, Kate’in Kartezyen cehenneminin mahşer günüydü. Eğer bu konuda ona güvenebilirsek elbette… Büyük ihtimalle Simon (bir ihtimal Adam) adındaki küçük oğlunu, Meksika’da, tüberküloza yitirdiği ve ardından, belki on yıl önce, kocası Adam’ın (Terry? Simon???) onu sonsuza kadar terk ettiği çarşamba ya da perşembe günü. Tekbenci bir monada dönüştüğü ıssız sahildeki yeni dünyasında yaşıyor; kayıp bir resmi ya da gerçekten var mıydı, yoksa yalnızca camdaki bir tırmalama sesinin yansısı mıydı emin olamadığı bir kediyi arıyor. Bu arayış sırasında üstünde İtalyan bir futbol takımının forması var. Tüm bu büyük sanatçıların yanında bir beyzbolcunun adını hatırlamak için zorluyor kendini.3 Okuduktan sonra sayfalarını yaktığı kitapların tutuşmasında bir katharsis buluyor belki. (Öyleyse sahildeki eski evini yaktığında hissettiği şey bundan daha güçlü müydü, daha zayıf mı?) Bir zamanlar “tek başına sorumlu” olduğu ailesinden kurtulup hafiflemesi gibi, Kate’in bu eylemini de Tractatus Logico-Philosophicus’taki “Benim tümcelerim şu yolla açımlayıcıdırlar ki, beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür, onlarla –onlara tırmanarak– onların üstüne çıktığında (sanki üstüne tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir)” (6.54) önermesine yapıştırıyor Wallace. Bunu Markson’ın ona esin veren ustası için sakladığı selamlardan biri olarak düşünüyor. Kuma yazılan bir günce; boşluktaki berekete, ıssız sahillerdeki ve rüyalardaki değerli sükunete karşılık geliyor.

Patti Smith, solipsist bir roman kahramanı değil. Patti Smith, Patti Smith. Bir büyük ozan. Yeryüzündeki diğerleri içinse, güçlü bir esin kaynağı.

Kuma yazdığı bir günce – onu Kate ile yakınlaştıran bu.

Kate’in sahil evinin önündeki kumlar, gerçekliğin spekülasyonuyla ilgili küçük mesajlarla dolu. M Treni’nde ise gerçeklik, düşlerimizin üzerine bir gölge olarak düşüyor. Bazen.4 Dil, yalnızca bir terapi aracı değil. Kate’in döşemenin üzerinde emeklemeye ve kendi dışkısını yemeye başlayan büyük sanatçılarına karşılık, M Treni’nin uğradığı istasyonlarda, adaklar sunarak mutlu etmeye çalışacağınız ruhların konakladığı mezar taşları var. Burası bu yüzden, çoğu kez, zavallı bir dünya değil.5 Smith’in “Alamo” adını verdiği metruk bungalovda, Kate’in sahil evinde olmayan bir sıcaklık var. Bunu sağlayan tek başına Smith’in ruhu olamaz. Sylvia Plath’ın mezarı, bilge bir kovboyun hayaleti, kolayca gönlünüzü kaptıracağınız bir köpeğin gözleri, “tutkunu olacağınız” bir dedektif dizisi, bir tesadüf, anısına arya yazılacak Comme des Garçons bir palto, Kayıplar Vadisi’nde buluşan bir adam ve oyuncağı… O yazıyor, Jackson düşünüyor ve Fred uçuyor. Bunlar Smith’in hayatındaki o çarşamba ya da perşembe gününün öncesinde ya da sonrasında oluyor ve hepsinin arasında bir konsantrasyon bağı var.

Bir keresinde, Roma’daki Borghese Galeri’de bir aynayı imzaladım.
Bunu kadınlar tuvaletinin birinde, bir rujla yaptım.
İmzaladığım şey elbette kendi görüntümdü.
Ama eğer başka biri baktıysa, imzam o başka birinin görüntüsünün altında olmalıydı.
Elbette başka biri bakmış olsaydı kesinlikle imzalamazdım.
Aslında aynaya yazdığım isim Giotto’ydu.
Aklıma gelmişken, bu evde sadece bir ayna var.
Aynanın yansıttığı da elbette kendi görüntüm.
Gerçi, bazen annemin görüntüsünü de yansıttığı olur.
Şöyle bir şey. Aynaya bakarım ve bir an aynada bana bakan annemi görürüm.
Elbette, aynı anda kendimi de görürüm.
Demem o ki, gerçekten gördüğüm tek şey, annemin bendeki görüntüsüdür.

Üzerine romanını nakşettiğin kum, şimdi bir aynaya dönüştü.6 Altında imzan var. İnsanlar sırayla aynanın karşısına geçiyor. Orada kendi yüzlerinin görüntüsünü görüyorlar. Bazen de imzanın sahibinin, senin yüzünün görüntüsünü.

***

10 üzerinden 7’yi zorlayacak bir Karşılaştırmalı Edebiyat 101 ödevinin sonunda, tuhaf deneyimi sonlandırmak için Asmalımescit’te bir kahve dükkanındayım. On dokuzuncu ve son istasyona gelmişim bile. Kısa dikkat aralığımı ve yoluma çıkan gürültücü masaları düşününce kendimden beklemediğim bir sürat. Çeviriyi yapan Seda Ersavcı’nın yazar ile okuru tanıştırdıktan sonra kitap bitinceye kadar söze girmeyen uysal üslubu da yardımcı olmuş olmalı. Bir şeyler birbirine bağlanıyor, önceden açılmış bazı parantezler öğle vaktinde kapanıyor.

Çoluk Çocuk’u fırlatıp bir köşeye attıktan sonra Patti Smith ile birdenbire barışmadım elbette. Söz etmeyi atladığım bir durak var. Adı Hayalperestler. Hacmine ve içindeki illüstrasyonların sayısına bakıp tek oturumluk bir kitap olacağını düşünmüştüm. Üstelik elimdeki kopya, o hiç hazzetmediğim sert kapaklı kitaplardan biriydi. Ancak ummadığım kadar fazla vakit geçirdim bu hakiki masal ile. Artık 25 yaşındaydım ve bir yazar olmayı hayal ediyordum. Bir gün bir Grant Smith’ten övgü almayı. “Sonunda her şeyi idrak ederiz; kendimizde annemizin elini, babamızın uzuvlarını tanırız” gibi cümlelerle büyüleniyor, çocukluğumdan bir öykü devşirmek ümidiyle geçmişi kurcalıyordum.

Fikrimi değiştirmiştim. Smith’in bazı referanslarını takip edebiliyordum, ama yıllar genel olarak başarısız geçmişti. Café ’Ino ise bir ötedünyaydı. Herhangi bir yerde, hele İstanbul gibi bir yerde, bir Café ’Ino keşfettiğimi tasavvur edemiyordum. Bir süredir, tuhaf deneyimden beklediğim de bu değildi zaten. Aylak kafe seferlerimin birinde Smith’in sesine rastlamayı ümit ediyordum.

Çok fazla vaktim kalmadı. Dükkanın işletmecisi olan orta yaşlı, kıvırcık saçlı, zarif kadın önümdeki boş fincanı alıyor gülümseyerek. Eski bir basketbolcu olduğunu biliyorum bu kadının. Birkaç dakika önce nefes nefese içeri giren arkadaşıyla birlikte kapı önünde şimdi, sigara içiyor.7 Arkadaşı Harbiye’den buraya kadar yürüdüğünü söylüyor, sonra bunun garip bir şey olduğunun ayırdına varıp karşı çıkar gibi “Çok iyi geldi bana, biliyor musun” diyor. Sohbetin dışında olan beni ikna etmeyi beceriyor; acılarından uzaklaşmak isteyen biri taksi çağırmamalı, diye düşünüyorum. Bir Türk kahvesi istiyor yürüyen kadın. Zarif kadın başka bir şey öneriyor. Ben hesabı istiyorum. Flat white, 12 lira. Flat white ısmarlayıp da Smith’in sesini duymayı beklemek biraz daha saçma geliyor. Onun yerine Courtney Barnett’in sesini8 duyuyorum, yeni bekçilerin Avustralya’daki temsilcilerinden.

Bir sandalye çekiyor Barnett, önümde duran kitabı eline alıp sayfalarını karıştırıyor. Vaktini bizimle harcama, diyor, bizler birer serseriyiz sadece.

Bütün yazarlar birer serseridir, diye mırıldanıyorum. Umarım ben de günün birinde sizin aranızda yer alırım.

  1. En kötü senaryoda bile David Foster Wallace’ın ismini geçirip, “Jaguar çok iyi kitaplar çeviriyor” diyebiliyordum. []
  2. “Ya da sanki tüm dünyanın müze müdürü olarak atanmış gibiyim.
    Yani, öyleydim, kuşkusuz bir anlamda öyleyim.” []
  3. “Beyzbol sezonunun sonlarına doğru Fred bana Detroit Tigers’ın turuncu-mavi montunu alarak sürpriz yaptı. Sonbahar başlarıydı, hava hafif serindi. Fred koltukta uyuyakaldı, ben montu üzerime geçirip bahçeye çıktım. Ağacımızdan düşen bir armudu aldım, koluma sildim ve ay ışığının altında, çimlerin üzerindeki ahşap bir sandalyeye oturdum. Yeni montumun fermuarını çekerken en iyi takıma kabul mektubu alan genç bir atletin yaşadığı tatmini hissettim. Armuttan bir ısırık alırken, uzun süredir şampiyon olamayan Chicago Cubs’a arka arkaya otuz iki oyun kazandıran ve bir anda yıldızı parlayan genç bir atıcı olduğumu hayal ettim. Denny McLain’den bir maç fazla.” []
  4. “Ağır perdeler açılır ve küçük yemek salonuna sabah ışığı dolarken, hiç şüphesiz, diye geçirdim içimden, bazen gerçeklikle kendi düşlerimizin üzerine gölge düşürüyoruz.” []
  5. “O gamsız balona, dünyaya inanıyorum.” []
  6. “Hiçlik nedir? diye sordum alelacele.
    Aynaya bakmadan gözlerinde görebildiğin’di cevap.” []
  7. “Gözlemci bir tip değilim. Gözlerim sanki kendi içlerine devriliyor.” []
  8. You said we should look out further / I guess it wouldn’t hurt us / We don’t have to be around all these coffee shops
    Now we’ve got that percolator / Never made a latte greater / I’m saving twenty three dollars a week []