Son sözü “Bitti” olmuştu. Bundan tam 70 yıl önceydi. İkinci Dünya Savaşı bitmişti. ABD’nin idaresindeki Salzburg yakınlarındaki Mittersill kasabasında bir adam, ailesiyle yemek yiyordu. Aklında tek bir şey vardı, o da torunlarının kendisine armağan ettiği bir Amerikan sigarasını içmek…
Dokuz civarında kapı çaldı. Amerikan askerleriyle evin reisi arasında bir tartışma çıkmıştı. Damadı tartışadursun, yaşlı adam daha çok dayanamadı. Torunlarının, içtiği sigaradan rahatsız olmaması için dışarı çıktı, o çok değerli hediyeyi yaktığında olan olmuştu. Zira aslen aşçı olan bir Amerikalı asker yanlışlıkla tetiğe dokunmuştu. İçeri girip ailesine “Vuruldum” diyen 62 yaşındaki Avusturyalı, birkaç dakika sonra son nefesini vermişti.
Bu film senaryosunu andıran öykünün kurbanı olan Anton Webern, 1883’te Viyana’da doğmuştu. Soylu bir ailenin çocuğuydu, küçük yaşta müziği seçmişti. Viyana Konservatuarı’na giden delikanlı, özellikle Ortaçağ, Rönesans ve Barok dönemlerine ilgi duymuştu. 1911’de yarattığı manifestoyla klasik armoni yapılarını kırmak için savaş açacak olan Arnold Schönberg’in 1904’te öğrencisi olmasıyla birlikte yaşamı derinden etkilenmişti. Adorno’ya göre “12 ton tekniği, resim yaparken palet üstündeki boyaların bir düzenlenmesine benzer. Müzikte ise rengin yerini ton almıştır” olarak özetlenen anlayış, klasik dönemle köprüyü atmaya hazırlanıyordu. İşte bu grubun içindeki Almanya sevdalısı da oydu.
Bach, Beethoven ve Goethe gibi Alman devlerini ilahlaştıran Webern, Nazilerin iktidara gelmesinden sonra yönettiği konserde, Brecht’in de eserlerine yer verince, bir anda istenmeyenler arasına terfi etmişti. Hitler’in davasını anlattığı Mein Kampf’ı ilgiyle okuyacak bestecinin ekmek kapısı Sosyal Demokrat Sanat Merkezi de kapatılan sayısız kurum arasında yerini almıştı.
Kısa sürede Yahudilerle yakınlığı nedeniyle başkaları gibi yoz ilan edilecek Webern,1 bir ‘kültür bolşeviki’ olarak Avusturya’nın 1938’de Almanya tarafından ilhak edilmesinden sonra iyice dışlanmıştı. İş bulması giderek imkânsızlaşan besteci, daha güvenli olur diye düşündüğünden Mittersill’e yerleşmişti.
O ‘emniyetli’ kasabada serseri kurşunla hayatı noktalandığında, sadece 31 eseri yayımlanmıştı. Kendisinden sonra gelen Boulez, Nono ve Stockhausen gibi bestecilere ilham kaynağı olan Webern’in katili Raymond Bell’e gelince… Sıradan bir aşçıyken bastığı tetikle, sıradışı bir yaşamı sonlandırmanın verdiği vicdan azabıyla, ülkesine döndükten sonra ağzından tek bir şey dökülmüştü: “O adamı vurmamış olmak isterdim.” Ta ki on yıl sonra yine bir Eylül günü saplandığı alkolizm batağında son nefesini verene kadar.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane