Skip to content

Hayatın Haziran Ayına Az Kala

Müsaadenizle bir Dünya Kupası karşılıyorum.

Üçüncü Dünya’nın 1 milyon işçisi. Birinci Dünya’nın büyük uçak ve yolcu gemilerinin hurdalarını söküyor. Katar’ın 2022 Dünya Kupası adaylık sürecinden sızanlar, mega-etkinliklerin meşruiyetini sorgulamamış son üç kişinin de dikkatini celbediyor. Brezilya topraklarında futbolun dünya kupasına eş zamanlı başlatılan Mülksüzleştirme Dünya Kupası tüm hızıyla sürüyor. FIFA devletinden gelen turistlerin güvenliği öne sürülerek, makbul panoptikon içine henüz dahil edilememiş favela bölgeleri işgal ediliyor. Saygın haber ajansları, bu işgali uyuşturucu kartellerince yönetilen bölgelerin ehlileştirilmesi olarak sunuyor. Bu saygın haber ajanslarından birine göre, çıkartma albümü şirketi Panini’nin 2014 yılında yalnızca Brezilya ülke sınırları dahilindeki satışlarından beklenen geliri 150 milyon dolar. Kaynakçıların yevmiyesi 1 dolar.

Dünya Kupası’nı izleyeceğiz. Hatta ekipten beş cengaver, siz zahmet etmeyin diye izlenme reytinglerini şimdiden verdiler.1 Japonya’ya haksızlık ettiklerini düşünüyor, Hırvatistan’ın sizi fazla heyecanlandırmadığını hissediyorsunuz. Maçlar başlayınca hepsini unutacaksınız. Unutmayacağınız şeyler de olacak. Fransa 98’den aklımda yer etmiş, hafızamdan geri çağırmakta hala zorluk çekmediğim üç tane fotoğraf var. Bunlar hep benimle kalacak. Fakat şimdilerde, onca yıl içinde o belirli ayımı değişeceğim bir ayım olup olmadığını bilmememin bu üç fotoğrafla pek fazla ilgisi yok. Daha az berrak sayısız fotoğrafla ilgisi var. 2002’de aynı şeyleri yaşayacağım için çok heyecanlıydım. Bir Liselere Giriş Sınavı atlatmış, dahası bunun sonucunda ilk kez esaslı bir başarı elde ettiğimi hissetmiş ve bu hissin hayatım boyunca birkaç kez daha beni ziyaret edebileceğini düşünmüştüm. İlhan Mansız’ın golüne ve sınav hediyesi olarak önüme yığılan onlarca çıkartma paketi sayesinde ilk kez bir turnuva albümünü tamamlamaya bu kadar yaklaşmama sevindim. Ama 1998 gibi olmadı. 2006’da fazla yüksekten uçmamıştım ve kötü senaryolara kendimi hazırlamıştım. En kötüsüydü. Buna alışır gibiydim. 2010’da kendimi dört yılda bir futbol maçı izlediğinden emin olmadığım bir ekiple bir Dünya Kupası yarı finali izlerken buldum. Borges demişti ki, diyordum onlara, Arjantinliler öldüklerinde birer meleğe dönüşürler ve kanatlarını da alıp Uruguay’da yaşamaya başlarlar. “Suarez’le tanışmış olsa yine de böyle düşünür müydü?” Aslına bakarsanız 1998’de tanıdığım tek bir Uruguaylı yoktu. Biliyorum, çünkü o Dünya Kupası’na katılmaya hak kazanamamışlardı. (Tanıdığım ilk Kolombiyalı Carlos Valderrama, ilk Faslı ise Mustapha Hadji idi. İkisi de güzel insanlardı.) 2010’a gelindiğinde ise Uruguay politik tarihi hakkında Wikipedia yasaksa 5, değilse 15 dakika boyunca konuşabilirdim. Yine de bildiklerim her şeyi daha da kötüleştirmişti sanki. Tüm Dünya Kupası hatıralarımı silecek olsalar, o yarı final maçından başlamalarını isterdim.

2014 yılındayız ve o aya giriyoruz. Son dört yılda bazı şeyler değişti. Bunlar nihayet Fransa 98’in ulaşılmaz konumuyla yüzleşmemi sağladı. Vakit çok geçti. Belli bir noktadan sonra, istisnalar dışında, öğrenilen her şeyin yeni bir sefalet getirdiği hayatlardan birini yaşadığımın bilincindeydim artık. Bir bakıma benim tercihim sayılırdı. Bu ay da televizyon karşısındayım. Nedenini Nick Hornby aşağıda anlatmış, benim de çeviresim geldi. Gerçek anlamda bir işi olmayan bir adamın hayatında bir Dünya Kupası gününün ritmine rakip olabilecek bir şey yoktur.


[…]

Amerika’da sinikler genelde The Believer okumaz, bu konuda şanslıyım. Zira bir sinik, bu yazının Ayın Bilimcisi Ödülü’nün takdimiyle başlamasını, yazarın ilgiyi sayfanın tepesinde yer alan ‘Okuduğum Kitaplar’ kısmındaki iç bunaltıcı, derin boşluktan saptırma yönündeki ümitsiz bir teşebbüsü olarak görebilirdi. Zeki bir sinik ise yazarın bir ay boyunca hiç kitap okumaması, dolayısıyla ödülün bir yolunu bulup sayfaya sızması ile geride kalan Dünya Kupası arasında bir ilişki olup olmadığını merak edecekti. Dört yılda bir dünya üzerindeki, ismi Amerika Birleşik Devletleri olmayan, her ülkenin sakinlerinin bir ayını çürütmek için ufukta görünen bir futbol turnuvası bunu da yapmış olabilir miydi? İşin aslı, evet, bu ödülü sahibiyle buluşturmamı Dünya Kupası sağladı. Yıllar yılı bunu yapmayı düşünüyordum, fakat yerin darlığı bir türlü imkan tanımamıştı. Sonunda yazacak bir kitabım olmadığında, hayat boyu hayalini kurduğum bir şeyi gerçekleştirebilecektim.

Bu ay, keşke, birkaç kitap okuyabilseydim diye düşünüyorum açıkçası. Böylelikle sadece sayıkladığım şu iki sayfadan kurtulmuş olurdum, fakat bununla ilgili değil. Okuma eyleminin sporun her türlüsünden daha önemli olduğunu düşündüğüm de yok. Bu ay boyunca öyle anlar oldu ki vaktimi boşa harcadığım konusunda en ufak bir şüphe bile beslemememe rağmen, yine de kumandanın düğmesine basıp daha yapıcı bir şeye yönelmedim. Bu konuda hiçbir çaba göstermedim. Ukrayna-Tunus maçını izlemem, kısmen de olsa, Andriy Shevchenko’ya gol bahsi yapmış olmamla açıklanabilir. (Bahsi kazandım, Shevchenko’nun kendini yere atıp kazandığı penaltıyı gole çevirmesiyle.) Fakat sadece futbol tarihinin değil, insanlık tarihinin de en manasız ve en sıkıcı doksan dakikasına doğru gittiğimiz aşikarken Ukrayna-İsviçre maçının son düdüğüne kadar dayanmak konusunda gösterdiğim kararlılığı hiçbir şekilde nedenselleştiremem. En azından ikinci yarının bir bölümünde, bir şeyler açıp okuyamaz mıydım? Dylan Thomas’ın mektuplarından bir çift mesela. Hemen oradaydılar, kanepenin üzerindeki kitap rafında.

Pek iyi bir Dünya Kupası değildi. Bütün yıldızlar beklentilerin altında kaldı; herkes kaybetmekten çok korkuyordu; çok az gol, çok fazla kart vardı; maçlar çoğu zaman hakemi aldatmak için yapılan hareketlerin gölgesinde kaldı. Tüm bunlara rağmen, gerçek anlamda bir işiniz yoksa bir Dünya Kupası gününün ritmine rakip olabilecek bir şey yoktur. Sabah uyanıyorsunuz, bilgisayarı açıp biraz bahis oynuyorsunuz, gazetede günün maçlarına dair yapılan ön değerlendirmeleri okuyorsunuz ve belki dün gece kaydettiğiniz programdaki maç özetlerini izliyorsunuz. Bunlar sizi günün ilk maçının başlama saatine kadar idare etmeye yetiyor. İlk maçın başlama saati 2, hemen öncesinde gerçek anlamda bir işi olmayan diğer arkadaşlarınız da katılıyor (bazıları gece 11’e kadar ayrılmamak üzere); saat 4 olduğunda bahçeye çıkıp nefeslenebilir, sigaranızı çayınızı içip, o sırada orada olan çocuklarınızdan biriyle iki top tepebilirsiniz. İkinci maç 7’de bitiyor, çocuklar için banyo ve yatma vakti. Sizi bilmem ama 8 maçı için bizim televizyondaki ‘canlı durdurma’ özelliğini kullandık – o sıralar Avrupa’yı saran sıcaklık dalgası nedeniyle çocukların uyuması biraz vakit alıyordu. Yemekleri devre arasında sipariş ediyoruz, ikinci yarının başlarında geliyor. Tarih boyunca yaşamanın bundan daha iyi bir yolu oldu mu? Arkadaşlar, futbol, yemek siparişleri, aylaklık… Robert Owen ve diğerleri birkaç yüzyıl daha sabredebilseydi, Dünya Kupası’nın, paket servisin, dijital televizyonun ve çalışmayı sevmeyen arkadaşların icat edilmiş olduğu bir dünyada başarıya ulaştıramayacakları bir ‘ütopya denemesi’ yoktu.

Ne var ki, hayatımda belki de ilk kez, oyunu yavaş ve bayık bulan Amerikalılar ile bir gönüldaşlık hissetmeye başladım. Gol kısırlığı normal koşullarda bir futbol taraftarının canını sıkan bir şey değildir, fakat bir takımın gol atmayı adeta istememesi ve bunun yerine penaltı vuruşlarında şansını denemeyi yeğlemesi bir zevk meselesi olmaktan çıkıp turnuvanın ciddi bir kusuru haline geliyor. Kaybetmekten bu kadar korkuyorsanız, katılmazsınız olur biter! Bırakın da Belçika ve Litvanya oynasın! Takımların çoğu tek uç elemanıyla oynadı, görevleri rakibin iki ya da üç savunmacısı arasında boğuşmaktı. İngiltere santrforu Wayne Rooney bu temsiliyet oranından o kadar bunaldı ki çareyi peşindeki savunmacılardan birinin hayalarına basmakta buldu.

Testislerinizin çiğnenmesi canınızı acıtır, bundan emin olabiliriz değil mi? Gördüğüm kadarıyla Amerikalılar bunu ve daha tiyatral bazı Dünya Kupası sakatlıklarını ‘ağlaklık’ olarak nitelendirmekten keyif alıyorlardı. Oyuncular acılarını gösterirken abartıya kaçıyorlar anlamında… Her şeyden önce şunu anlamalısınız ki dünyanın geri kalanı acıya size göre daha duyarlı. İçtiğimiz sigara, zayıf beslenmemiz ve (edebiyat ve yaşamdaki) ölçüsü kaçmış hassasiyetimiz sayesinde, sırtımızdan hafifçe itilmemiz bile vücudumuzda dayanılmaz bir acıyı tetikleyebilir. Öte yandan siz, karbonhidrat diyetleriniz ve ‘zorba bir süper güç’ olarak konumunuz sayesinde bir şey hissetmezsiniz, duygusal ya da fiziksel olarak, hiçbir zaman. Yani bizim ağlaklarımız hakkında dilediğinizce atıp tutabilirsiniz. Bu sizin hakkınızda ne söyler? Acıyı bile anlayamazken, bir romanı nasıl anlayabilirsiniz?

İkinci olarak, oyuncular korkunç, utanmaz birer hilebazlar. Her zaman böyle değildi. Fakat herhalde on yıl falan önce, oyun adına karar verenler, çok matah bir şeymiş gibi, yaratıcı oyuncuları teşvik etmek istediklerini açıkladılar. Bunun için görevi bu yaratıcılığı kısıtlamak olan savunmacıları cezalandıracaklardı. Kimse bunun neye yol açacağını öngöremedi. Bahse konu yaratıcı oyuncular gol atmak için göstermeyecekleri çabayı, rakiplerine sarı ya da kırmızı kart aldırmak için göstermeye başladılar. (Sarı kart oyuncuyu maçın devamında herhangi bir müdahale öncesinde iki kez düşünmeye itiyorken, kırmızı kart doğrudan ihraç anlamına geliyor. Her ikisi de rakip takım için büyük faydalar sağlayabilir, yani ortada hakemi aldatmak için gereğinden fazla saik var.) Futbol Ateşi adlı kitabımda (ayın kitapları bölümümü alabilirsiniz, ama o kitabı bu adamdan alamazsınız) şöyle yazmıştım: “Bir maçın gerçekten unutulmaz olması için, içinde bu sayacaklarımın çoğuna yer olması gerekir.” Listenin altıncı sırasında şu vardı: rakipten bir oyuncunun atılması. Bu satırları yazdığımda, 25 yıllık taraftarlığım boyunca belki yarım düzine kırmızı kart görmüştüm; son beş yıl içindeyse, muhtemelen bu sayının beş misli kadar. Artık bunun eğlenceli bir yanı kalmadı, maçı öldürüyor. İlgili hükmü geri çekiyorum.

Bu Dünya Kupası sırasında benim için en üzücü an ise Thierry Henry’nin, rol modelim ve kahramanım ve karımla birlikte çocuklarımızın babası olmasını dilediğimiz yegane adamın, göğsüne aldığı bir darbeden sonra yüzünü tutmasını izlemekti. Et tu, Thierry? Her neyse, ağlaklık artık bizim spor kültürümüzde önemli bir yeri işgal ediyor. Sizinkinde steroidlerin işgal ettiğine benzer bir yeri. Bebek gibi ağlamak performans artırıcı maddelere göre daha zararsızken, seyirciler için daha sinir bozucu.

Bundan önce bu sayfalarda çocuklarımın annesinden ‘eşim’ olarak bahsediyordum; Dünya Kupası finaline iki gün kala evlendiğimiz için rütbesinde yaşadığı düşüşü yukarıda fark etmiş olabilirsiniz. Olağandan daha az okumamın bir sebebi de buydu. Kıyafet provalarını, oturma planlarını, partileri ve tamamlanması gereken yasal evrakları düşünürsek daha büyük bir işkenceydi. Az da olsa okudum tabii ki. Tatlı mizaçlı ama fena halde abartılmış bir romanı yarıda bıraktım ve eniştemin Cicero hakkında yazdığı ve gelecek ay yayınlanacak kitabı neredeyse bitirdim.

Kitaplar almaya da devam ettim. Büyük oğlumun okul kermesinde aldığım The Case of Crump, bugüne dek adını duymadığım bir başka Penguin klasiği. Kitabı almamda bundan çok, kapaktaki Sigmund Freud alıntısının payı olsa gerek. Diğer kitapsa, Elizabeth Kolbert’in iklim değişikliği hakkında The New Yorker’da yayınladığı harika fakat dehşet verici makalelerini derleyen Field Notes from a Catastrophe. Bunu Dünya Kupası ve düğünlerin şu hayatta hiçbir anlam taşımadığını bana hatırlatması için aldığımı düşünmüştüm. Fakat sonra The New Yorker’da okuduğum yazılardan birkaç detayı anımsamaya başladım. İşler Kolbert’in söylediği kadar vahimse, şu hayatta anlam taşıyan yalnızca iki şey var: Dünya Kupası ve düğünler.2

  1. http://www.yazihaneden.com/2014/06/dunya-kupasi-kumanda-savaslari/ []
  2. Stuff I’ve Been Reading, Nick Hornby, Viking Press, 2013 []