geçen cuma, peynir, zeytin, süt, bal, rakı, şarap, meyve, et, ot, uykusuz, red gibi bazı temel ihtiyaçları karşılamak üzere kasabaya inmiştim. üç kilometrelik mesafe 40’larını bitirmekte olan biri için uzun sayılmaz fakat evde yalnız bırakmak istemediğiniz yaşlı ve telaşlı bir köpeğiniz, dönüşte de taşıyacak yükünüz varsa, alçak dağın eteğindeki köyden gidip gelmek zordur. arabayla gittik, köpek arka koltukta beklerken alışverişi hallettim, merkez lokantasında kuzu pirzolayla bol sarımsaklı cacığı mideye indirdim ve döndük. adanın tek gazete-dergi bayii sezin kırtasiye’den aldıklarıma eklediğim notos’un 33. sayısı da bizimle birlikteydi.
erzağı yerleştirdim, bir sigara doladım, bahçeye yayıldım. bir saat geçtiğinde, uykusuz’un yarısını, notos’un birazını okumuş olarak kalktım. derginin son yaprağındaki, ‘bu resmin öyküsünü yazar mısınız?’ köşesinde duran, georg bellows adlı ressamın siyah-beyaz basılmış resmi hakkında bir hikâye yazma fikri kafama yerleşmişti. sebepleriyle canınızı sıkmak istemiyorum. kuzey ege’de bahar hali olabilir, elimin altındaki s.faik kitabı olabilir, resmin kendisi olabilir, hepsi birden de, allah bilir. siz şunu bilin yeter; uyduracağım hikayenin gerçeklerden yola çıkmasına karar vermiştim. şu posbıyık buranın rumlarına benziyor, demiştim; sekiz senede şu resme hikâye uyduracak kadar gerçek toplamışımdır komşulardan. ama yine de resmin asıl hikayesini öğreneyim. onun üstüne sıkarım palavrayı…
* * *
birkaç saat sonra, köpekle köyün dışında gezinti yapmış, bahçeyi sulamış, ocağa yemek, kendime rakı koymuş, bellows’un adının georg değil george, resmin adının da ‘mr. and mrs. philip wase’ olduğunu öğrenmiştim. bir sigara yapıştırıp radyo-3’ü açarak koltuğa serildim. yanımda soba, önünde köpek, kucağımda defter-kalem vardı. bilgisayarın ekranını kaplayan bellows resminin renklisine gözlerimi diktim, haçaturyan’ın müziği eşliğinde düşünmeye başladım.
bellows’un woodstock’taki evinin bahçıvanı olan posbıyık, gösterişsiz kıyafetine rağmen gösterişli adamdı. iş pantolonu-ceketi-şapkası, oturaklı iri yapısı, dalgın bakışları vardı. ve elbette o bıyık… saçlar kırlaşırken o da sararmış. kaşlarsa direniyor; gür ve koyu… sâkin güç. benzerlerine orhan abi’nin, madam’ın, panayot’un kahvelerde yıllardır rastlayıp duruyordum. kimiyle iki lafım vardı.
bu herif, diye düşündüm, rahatlıkla rum olabilir. imrozlu… tamamdır, burdan yürüyeyim. ne demişler: bildiğini yaz!
önce bahçıvana isim bulmalıydım. hmm, elde neler var: kosta, yorgo, haralambo, hristo, gramatiko, yanni, timoleon, diamandi, atanaş, vasili… hah, vasili uygun. ya soyad? kutufu diyeyim, bizim evin eski sahibi. yok be, filipu daha iyi. vasili filipu… amerika’ya gitmiş, philip wase olmuş. peki neden?
zorunluluktan olsun, cennet gibi adasını başka neden bırakıp gidecek. bir belâ… birini öldürmüş, kaçmış.
düşünmekten yazmaya nasıl geçtiğimi hatırlamıyorum ama kendime geldiğimde birkaç sayfa doldurmuştum bile:
* * *
nisan sonunda, baharın en tatlı günüydü. lodos çekilmiş, poyraz gelmemişti. güneşin keyfi yerindeydi. bitki-hayvan, ne varsa dışarı uğramıştı. hepsinin canı rengârenk ortadaydı. bayırda, çayırda köpekle bir saat gezindik, kafaları bulduk ve tabiattan bitkin düştük. zeytinlikten sarhoş geçip kedili, tavuklu, bahçeli sokaklara girdik. kimi kapalı, kimi harap insansız taş evlerin arasından kahveler meydanına çıktık, açık olan tek kahveye daldık.
burası ada… imroz. alçak dağın eteğinde bir köydeyiz.
üç cephesi pencereli, yüksek tavanlı salonun dibindeki ocakta çay tütüyor. ortada koca dibek, yanında maşınga var, onun yanında sandalyeye tünemiş 90’lık kahveci kosta, camdan vuran güneşte uyukluyor. iki bastonu da, şeker hastalığı yüzünden artık iş görmeyen bacağına dayalı.
ses etmedim, ağarmış minik adamın yanından geçip canlı duvara yanaştım, belki bininci defa incelemeye koyuldum.
canlı duvar, yılların izini taşır. müşterinin âdet edinip yapıştırdığı küçük sayfalarda, ‘şu şunu seviyor’, ‘burası cennetmiş’, ‘bir tanesin barba kosta’ yollu harc-ı âlem mutluluk cümleleri, beylik şiirlerden hanımlık dörtlükler, oracıkta çektirilmiş toplu fotoğraflar, vesikalıklar, altlarında isimler, tarihler… sözde hâtıra. her daim sararıp solarken bir yandan da çoğalıp kalınlaşan bu kıpırdak post, duvarı tamamen kaplamaktadır. sekiz yıldır her gelişte biraz bakarım, yüzlerce kağıdın arasında eski tarihli-tarzlı-hikâyeli bir not, bir resim keşfedeyim diye. ara sıra olur.
üst üste kağıtların altlarını yoklarken aradan bakan papağanı gördüm. birkaç yaprağı kaldırınca siyah-beyaz fotoğraf ortaya çıktı. pos bıyıklı, işçi şapkalı, yapılı, ağır bir adamla, şık elbisesini giymiş geçkin, nârin, tedirgin bir kadın, koltukta oturuyorlardı. zaman eski, ayrıntılarsa gayet belirgindi. bu bir resmin fotoğrafıydı. altında yazan: vasili filipu, vustak, 1924
— merhaba komşu.
bizim yaşlı it fazla canayakındır. burnuyla dürtüp uyandırmış adamcağızı. fotoğrafı duvardan sıyırdım, yanına gittim.
— kosta, kim bu pehlivan?
güldü. dişleri artık pembeydi. eliyle kahveyi taradı, sesi zaten hep inceydi:
— buranın sahibi.
sabit baktım, bekledim. devam etti:
— benim dayım. vasil.
— rusya’da mıymış?
kafayla kaşları beraber kaldırdı:
— amerika. nevyork.
— e burada vustak yazıy… haa, vudstak! ee?
birkaç saniye süzdü beni. kafasında birşey tartıyor gibiydi. neyi tarttığını anlayamadım. boş kahveye göz gezdirdim. dışardan kuş cıvıltısı geliyordu. ona dönüp susmaya devam ettim. elini karşısındaki sandalyeye doğru açtı. oturdum. anlatmaya başladı:
— ben dünyada yokum. trakya’da harp var. yunan daha buraya çıkmamış. vasil zeytine, arıya, bağa gidiyor, şarap yapıyor, şarap içiyor. bekar. ortağı var şarap işinde, dalaveracının teki, tepeköylü diamandi, kaçakçı. bir gece kavga çıkıyor sarhoşken. vasil çok güçlü, masayı kaldırıp savuruyor. diamandi’nin yanında kendi gibi bir arkadaşı oturuyor, türk, masa bunun kafaya çarpıyor. mort!
dinlerken gözlerim büyüdü. sesli harflere rum aksanı kondurarak yavaştan devam etti:
— çanakkale’den kolluk gelmeden kaç, diyorlar. ucunda kelle var. kayıkla limni’ye gitmiş. orda da harp hazırlığı. girit’e, palermo’ya, marsilya’ya geçmiş. amerika’ya varacak. eskiden göçmüş akrabaları bulacak.
— bulmuş mu?
— nerde bulmuş! hepsi nevyork’tan dağılmış. başka şehirlere gitmişler. astorya diye biryerde oda tutuyor. yunanlı balıkçılardan iş istiyor. imrozlu diye almıyorlar. her yer bina-beton, bağ-bahçe yok, yabancı, dil bilmiyor. limanda yük taşıyor, gökdelen inşaatında çalışıyor. pis işler. ama para yetmiyor. o yüzden dövüşmeye başlamış.
* * *
buraya kadar fena görünmüyordu hikâye fakat biryerlerinde sezgime uymayan birşeyler vardı. tekrar okuyup düşündüm. sorun adayı terketme sebebiydi galiba. vasil’i arkasına bakmadan kaçmaya zorlayan ölümlü kavga biraz mantar olmuştu. benim korteksin altına sinmeyen buydu.
bir de, hikâyeyi kahveci kosta’ya anlattırmak, burası yamuktu sanki. tamam, ondan dinlemiş olabilirdim… ama kendim anlatsam daha iyiydi. öyle yapayım o zaman, dedim.
akşam mevsime uygun yumuşaklıkta aya todori köyüne inmekteydi. radyo-3’te ‘rak efsâneleri’ başlamıştı, mark knopfler’ın son albümü işimi kolaylaştıracak gibiydi. rakımı tazeledim, yemeğin ateşini söndürdüm, köpeğin kafasını kaşıyıp onu bol çiçekli küçük taş bahçeye saldım, yeşili bol afacanı dolayıp yaktım ve hikâyeyi biraz geriye sardım: sarhoş kavgasında kazayla tanımadığı adamı öldürüp anayurdundan tüymek yakışmamıştı vasil’e. buraya değişik bir ayar verecektim.
birini öldürmek, köküne, hayatına baltayı vurmak için en sağlam sebepti, evet. ama kimi?
meselâ babasını!
fakat iyi bir adam bu. nasıl öldürmüş olabilir? tuhaf bir durum olsun…
* * *
vasil bekâr, yaşlı babası hem dul, hem yatalakmış. bir bacak, bir göz şekerden gitmiş. en son böbrekler ayvayı yemiş. ağrıdan duramazmış. “biri beni vursa da kurtulsam. evlât, getir şu çifteyi, gör hesabımı! yeter, huzur bulayım” diye söylenir dururmuş. vasil dayanamamış, bir gün almış çifteyi, pederbeyin kalbinin olduğu yere koca bir delik açmış. babasının son sözleri, “çok yaşa oğlum” olmuş. rumca tabii…
kızkardeşi vasil’e çok kızmış. kız işte… kimse de kollamamış. kahveye atla giren, zeytinci, balcı, bağcı, şarapçı, ağaç gibi vasil, kodese düşmemek için kayığa atlayıp birbaşına savuşmuş. samotraki ya da limni üzerinden pire, belki de girit, ordan gemilerle palermo, marsilya… imroz dışında tek bildiği, on yıl önce yeni dünyaya göçmüş uzak akrabalarmış. marsilya’dan new york’a geçmiş. ortada akraba makraba yokmuş tabii, batıya, başka şehirlere dağılmışlar. yunanlıların mahallesinde oda tutmuş, orda da dışlamışlar, imrozlu diye. imrozluluk biraz böyledir. bu bir gerçek.
ne zaman oluyor bunlar? yüzyıl başı iyidir. bellows resmi 1924’te yaptığına göre… 1903’te tüymüş olsun vaso, 29 yaşındayken. resimdeki posbıyık 50-55 var.
evet, şimdi vasil’i ressamla karşılaştırayım. ama önce birşeyler yiyeyim.
* * *
hikâyeyi tekrar düşündüğümde sabaha karşıydı. kafayı bulup yatmıştım… ben uyuyana kadar; vasil new york’ta gökdelen ve metro yapımında çalıştı, limanda hamallık yaptı, zar zor geçinebildi, nihayetinde fazladan üç-beş kuruş için boks maçlarına çıkmaya başladı. yapılı, kuvvetli bedeni dövüş sporuna uygundu ama ruhu değildi. ilk beş-on maçında karşısına gelen amatörleri nazikçe patakladı fakat sonra bahislerdeki rayici arttı ve ringe bir profesyonel çıkarttılar. sağlam dayak yiyip hastanelik oldu bizimki.
ve… bilin bakalım, vasil’in dövüştüğü meşhur sharkey salonunun müdâvimlerinden birisi kimdi?
amerikan resminde gerçekçilik akımının temsilcilerinden, canlı ve kesin üslupla gündelik yaşamın hareketli görüntülerini tuvale aktarmasıyla tanınan, kenar mahalleleri, düşkünleri, sokak kadınlarını ve boks maçlarını betimleyen tablolar yapan george bellows.
ikisini karşılaştırdım, birbirlerinden hoşlandılar. ressam, imrozlu’yu gurbette sefâletten kurtarıp kır evine bahçıvan aldı. vasil, evin kâhyası irlandalı göçmen, kimsesiz dul geraldine’den şefkat gördü ve ona ilgi gösterdi. kırılmış gençliklerinin tesellisini birbirlerinde buldular, evlendiler. vasil amerikalı oldu, adını değiştirdi. ressamın mülkünü evleri bildiler, biraz buruk, bazen neşeli, huzurlu bir hayatları oldu. 1924’te bellows çok sevdiği bu iki insanın resmini yaptı. bu tuhaf aşkın simgesi olan papağan istrati’yi de kompozisyona dahil etmeyi unutmadı. philip’in geraldine’e düğün hediyesiydi o. adını vasil’in babasından almıştı.
buralarda sızmışım.
* * *
öğlene doğru uyandım. köpeği bahçeye salıp kahvemi hazırladım, defter-kalem, yatağa kuruldum. martavalı gözden geçirdim… fena görünmüyordu. ayrıntıları işlemek lâzımdı. iyi de, okyanus ötesine kaçmış bu hikaye nasıl geri dönüp beni bulmuştu?
resimde kadının elinde tuttuğu kırmızı defter… tabii ya!
kadıncağız okur-yazardı. günlüğünü ihmal etmezdi, en sevdiği, önem verdiği iş buydu. defterlerini mutlaka kırmızı kapaklı seçer, asla yanından ayırmazdı.
resmi yaptıktan bir yıl sonra bellows genç yaşta ölüverdi. kasığındaki şiddetli ağrıyı önemsememişti. doktora götürülmeyen apandisit, erkenden işini bitirdi. herkes çok üzüldü, falan filan…
yıllar yuvarlandı. geraldine, çok soğuk geçen 1933 kışında zatürreden gitti. 1933 zaten yeni dünyanın başka yerlerinde de berbat bir yıldı, bilen bilir. neyse, yapayalnız kalan vaso, papağanı alıp döndü. artık amerikalı wase’di. imroz’da, doğduğu köyün dışında bir evde, pek kimseyle görüşmeden yaşadı. 1945’te rakıyı fazla kaçırdığı bir gece uykusunda göçene dek.
konuştuğu az kişiden biri, o kaçtığında daha doğmamış olan yeğeni kosta’ydı. ölmeden önce ona kırmızı ciltli ondört defter emanet etti. hepsi de ingilizce yazılarla doluydu. kosta, beşinde vasil’in hikayesinin de olduğu defterleri sakladı. dayısının bıraktığı parayla da kahveler meydanındaki en büyük salonu satın aldı.
* * *
kosta bugün 92 yaşında. kahvesi açık. ara sıra uğrarım, laflarız. iyi sorular sorarsam ilginç şeyler anlatır.
resme gelince… müzelik oldu. hikâyesi var çünkü. kimine gerçekdışı gelebilir. ama o kadar da palavra sayılmaz.
(2012, imroz)
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane