Skip to content

kırılgan

dost acı çeker... ve hepimiz kırılganız.

sabahın ikisi, şubatın yirmisi
ikibinin de onbiriydi;
basketbol ve diğer şeyler hakkındaki
ölmüş bir internet dergisinin
gömülmesinden önceki son
geleneksel amatör turnuva sona ermiş
üstüne iki gün geçmiş
ben de doğurulup büyütüldüğüm
uzun süre de yakayı sıyıramadığım
bu sebeple pek hoşlanmadığım
ege’nin eski incilerinden
miskin ve sidikli izmir şehrinde
uzun süredir beni beklediğini bildiğim
bir hayal kırıklığına uğramış
ve artık ayrılmak ister
durumdaydım.
üstümdeki ağır ıslaklıktan
ve genzimi yoklayan acıklı taddan
kurtulmanın yolunu bulamıyordum
yazmaktan başka…
yazmışım:

bir eski dostu ziyaret ettim bu gece,
tuhaftı.
yirmi yıl önce katıksız bir anarşist
ve her zaman için de
sünger gibi bir alkolik
olan eski dostum
dehşetle gördüm ki artık
buzdolabını doldurmak
faturaları ödemek
ve çocuk büyütmek için
kendisiyle asla vitgenştayn-
şopenauer tartışamayacak paralı tiplere
sosyal mevki kazandırmakla uğraşıyor
ve bazı bankalarla da
başına altından kalkamayacağı dertler açacak
ilişkileri var.

ikiyüzküsur ay önce
neşe ve gururla aşağıladığımız
sıradanın da sıradanı
hayat kalıplarından birinin
dönüşü imkânsız kıvrımlarında kaybolmuş
etrafını dolduran tanıdıkları ve
tanımadıkları tarafından itile kakıla
sürüyor adımlarını
başını arkaya çevirmeden;
durup da geriye bakarsa
taş kesilebilir bir süreliğine
ve taş kesilmekten fazla
hoşlanmıyor olmalı.
yaşamakta olduğuna inanan
kim hoşlanır ki? neyse, bu
onun hikâyesi.

ayvalık’ta büyür, ince, uzun ve zekidir
ergenlik çağında ayvalık lisesi’nin
basketbol çetesine girmiştir.
tüccar baba parayı bulur
istanbul’a taşınırlar,
tüccar baba iflâs eder
ve ölür.

lisans istanbul üniversitesinin
uluslararası bir bölümü,
üstüne biraz atina üniversitesi
bir yandan elbette
babasız hayat üniversitesi
-ki babalı hayat üniversitesi kadar kazık
ve daha eksiktir-
iyi derecede ingilizce, yunanca
idare eder fransızca ve almanca
(hattâ galiba çat-pat rusça?!)
iyi müzik, iyi edebiyat
felsefe, komünizm, örgütçülük
ve şık bir şut stiliyle
alçak postta etkili mücadele;
yakışıklı, ince-uzun, becerikli
nâzik malzemeden itinâ ve pürüzle imâl edilmiş
eğe gibi bir herif…

boğaziçi tarih’te mastır olduktan sonra
doktora yaparken enselenir
genç kelle avındaki
kaşar reklâmcı-gazetecilere,
“ikibin yılının yöneticisi
yapacağız seni” diye kafalayıp
izmir’deki köhne
yerel gazeteye postalarlar
ve bilin bakalım başka
kim vardır orada…

tanıdığım ilk nihilistti
göğsümüze kadar sakal
sırtımıza değen saçlar
kravatları kafalara bağlayarak
patronlarla müdürlerle
taşşak geçe geçe
gazetenin uyduruk sayfalarını yapar
her gün işten çıkınca
sabahlara kadar caz-rak
dinleyip içerdik (bira, cin, votka).
birer birey olarak
yeni ve diri, ateşli ve
daha yenilmemiştik;
bize hiçbirşey vaadedilmemiş
olduğundan haberimiz yoktu
ve tabii ki haklarımızın
durumumuza bağlı olduğunu da
bilmiyorduk doğal olarak.
haliyle keyfimiz yerindeydi henüz.

günlük hayat diye diye
insanların içine girip tükendiği
başı sonu belirsiz ve içi kıvrılmış yalan dolu
ucuz hırs panayırının perdelerinin ardında
hiçbirşey olmadığını fark ettiğimde
yanımda o vardı,
beraber güldük bütün saçmalığa
kahkahalar ve
şeytan kadar gerçekçi
yine onun kadar umursamaz
sarhoş kafalarla.
dalgamıza bakmaktan başka
çare yoktu ve
dalgamıza bakmaya
kararlıydık
kalkmış birer sik gibi.
(gelin görün ki
kerânede müşteri değil
maaşlı personeldik!)

bizimki gibi parlak vakalarda
sıkça rastlanabileceği gibi
ayrı ayrı kıstırıp yendiler
sonradan bizi,
en yenilmez olduğumuzu
sandığımız sırada…
ve yenilebilir olduğumuzu anladığımda
savaş benim için yeni başlamıştı,
maskelerinin ardında suratları olmayan
zam ve terfi düşüncesiyle zombiye bağlamış
pozisyonu koruma derdindeki
posalar diyarından derhal
topuklamaya karar verdim.
o ise evlendi
ve bir çocuk yaptırdı,
adını da sanal koydu
-anayı nasıl iknâ ettiyse artık-
bana sorarsanız
saplandığı batağa dair
bir fikri vardı ama durumun
ciddiyetini tam çakamamıştı
ve tek başına ciddi olmak zordu.
çocuğun ismi bana hep
bunu düşündürür
ama halini tavrını severim.

zaman içinde hep görüştük
ondan kopmak istemezdim
izmir çukuruna her düşüşümde
mutlaka uğrardım evine…
onu balkonda içerken bulurdum
yeni ailesi etrafında çoğalır
ve o masanın köşesinde
yetmişliklerle birlikte azalırken
yanına tünerdim, şişeleri beraber haklardık
güneş batar ve kızıllar alevler eflâtunlar morlar geçer
peykler yıldızlar yanar ışıklar altı bok kaplı sulara düşer
ay turunu atarken biz de içer konuşur içerdik…
adı salakça, kendisi harika, şimdi rahmetli iti sever,
getirdiğim dumanı çekip
konudan konuya sarardık;
kadınlar ve erkekler,
hak ve adâlet, gramşi, yunan sineması,
basketbol, hikâye yazmak, zaman ve gelecek,
kirkegard-sartr, işyeri dedikoduları,
para ve güç, kazancakis, baba-oğul açmazı,
oğuz atay,
beşir fuat ve ölmenin yolları,
yırtmak…

sabahı ederdik böyle.

bizden kaçar gibi hızla
geçmiş saatlerin ardından güneş
batışını özleten çiğ bir ışıkla doğarken
osiris gibi savuşurdum
sarhoş ve özgür
kendi seçtiğim
boş veya dolu bir yatağa,
tahmin edebileceğiniz gibi
o geride kalırdı, uzaklaşamazdı
uyuşturan körfeze bakan balkondan;
gereğinden fazla uyuşturulmuş
ve zincirlenmişti
tuzladan inciraltı’na uzanan
sahil lambalarıyla,
karısıyla çocuğu üst
kayınvaldesiyle kayınpederi alt
katlarda uyurken.

balkondaki geceler yılda en az
üç-dört defa tekrarlanıyordu
ama bir süre sonra
sohbet tavsamaya başladı.
işiyle ilgili daha çok
kafa ütülüyordu
çünkü artık daha çok
vaktini alıyordu işi, gazeteciliğe
devam ediyordu maalesef
ve gazetecilik de onun
anasını bellemeye.
türk-yunan gazeteciler dostluk derneği
ve ege’de barış platformu
filan gibi şeylerden bahsedip
duruyordu.
(evet, duruyordu;
kendine dair hiçbir halt
yazıp çizdiği yoktu)

bir süre bu kelek mevzuları
dinledim ve misilleme olarak
kendi işlerimden söz açtım,
ne var ki benim işler iş değildi
ne bok oldukları belirsizdi
pek para etmiyorlardı
üstelik değişip duruyorlardı
velhasıl benim işler hakkında
konuşacak pek birşey yoktu.
geçen zaman zarfında
iyi misilleyememiştim,
o da artık mevzuu
hepten siyasete çevirmişti;
önce uluslararası
ardından ulusal ve sonra da
evet, yerel…
öeh!
politika midemi bulandırır
rastladığım en çirkin eğretilemedir ve
bir taraf kanmadan yahut yenilmeden
uzlaşma olmaz.

o anlatıp dururken
eski dostumun yenilmiş mi
kandırılmış mı olduğunu
sorardım kendime
-ve bazen ona da;
cevap olarak kapalı ince ağzını
kulaklarına doğru yayarak güler ve
kadehinden okkalı bir yudum alır
kısa bir “boku yemeyen insan
var mıdır sanıyorsun evlâdım?
biz de böyle yiyoruz işte”
sırıtışının ardından
kaldığı yerden sürdürürdü lafı…
ben de kendi mücadelemi sürdürür
içkiler bitene dek onu dinler gibi görünüp
sigara sarar ve baldızla ilgilenirdim.
baldız hep ordaydı, masanın bir kenarında
eniştesini dinler görünüp beni beklerdi
kestâne renkli bir kedi gibi.
şaşırtıcı miktarda rakı, bira
ve varsa viski tüketirdik,
içkilerin parasını
çeşitli muhafazakâr yerel
gazete-dergi ve televizyon
şirketlerinin ödediği bilgisi
beni sevindirip rahatlatır
fakat karşılığında dostumun
ömrünü yedikleri düşüncesi
eksik olmazdı aklımın
ve bakışımın bir köşesinden.

bakın, burada
bana kardeşlik etmiş eski dostumu
harcıyor gibi görünüyor
olabilirim, oysa öyle
hissetmiyorum, ben sâdece
geçmişimden bahsediyorum.
kaldı ki kendi durumum da
parlak sayılmaz;
karadeliklere sessiz çığlıklar atıp
günleri azaltıyorum. neyse,
herkes harcanmaya hazır doğar zaten
ve ana-babamız başlar
bizi harcamaya
kendi ana-babaları tarafından harcanmış
varlık ve yokluklarıyla.
toplumun bir parçasıysak
işimizdir harcanmak,
herkes de harcandığı kadar
harcar başkalarını…

pis pis bakıp durmayın;
eskiden bana ilham ve cesaret veren
zaman içinde içinde ayrı düşüp
altı ayda bir gördüğüm eski dostum
(yirmi yıl önce bana n. pulantzas’ın
faşizm ve diktatörlük kitabını
okuyayım diye veren adam)
artık bilmemne partisinin merkez ilçe örgütünden
ve öteki partinin kıro milletvekili adaylarını
belirleyemeyecek delege seçimleriyle ilgili
tüzük değişikliğinden falan bahsediyorsa
sizce trajedinin bu perdesinde
benim rolüm ne?
onunla tenhâ pasaport kahvesinde
oturup içki ve sigara içerek
basketboldan ve orvıl’dan,
yazı işleri müdürün metresinden,
yeni stajyer kızlardan ya da
fukuyama’nın palavralarından
bahsetmeyi özlüyorum
sâdece.

pekâlâ, en iyisi
döneyim ikibinonbir şubatının
yirmisine yavaşça giren
ve sizin açınızdan da bir türlü
çıkmak bilmeyen (yedi sayfa olmuş!)
o geceye:

eski dostumun evinden
her zamankinden erken ayrıldım;
yirmi küsur yıldır tanırım onu
ve bu gece ilk kez
içki içemediğine şâhit oldum,
balkonda da oturmadık
hava soğuktu, adamım da hasta;
kanepede uzanıp te-ve seyretti
(bir yarışma programı ve bir dizi)
sürekli dereceyle ateşini ölçüyordu
pek ateşi olmadığı halde
ve sık sık sigara içti.
ara sıra lafladık;
kısa süre önce işinden olmuştu,
gazetecilik ona ödeme yapmayı bırakmıştı
yani esasen yakasını bırakmıştı
ama bunun bir fırsat olduğunu
görebilecek durumda değildi bizimki;
oyuncağı alınmış velede dönmüş,
parayla itibar edinmeye kararlı
kimi sonradan görmelere okur-yazarlık ederek
tekrar yakalamaya çabalıyordu
mesleğini ve maaşını…
(böyle anlatmıyordu tabii)

parayla itibar sağlamak isteyenlerin
bunu büyük olasılıkla başaracaklarını
fakat adamıma hakettiği itibarın
büyük olasılıkla verilmeyeceğini
düşündüm ama nedense
bunu ona söylemedim,
belki de hasta ve durgun
olduğundan…

habire hapşırıp sümkürdüğü için
daha çok karısı konuştu zaten
ki o da kendi halinde iyi-tatlı bir kadın
ve olanlarda suçu yok,
öğretileni yapmayı güvenli bulan
bir diğer insancık sâdece.
(evet, sevgili baldız da ordaydı
yanımda oturuyordu,
tanıdığım en güzel bekleyen
kızlardan biridir, neyi beklediğinin
önemi yoktur pek,
birşey beklediğini anlamazsınız)

dediğim gibi, bu defa balkonda oturup
sabaha kadar içemedik
salonda, koltuklardaydık
ben baldızla birkaç kadeh yuvarlarken
eski dostum aksırıp tıksırarak
alkolsüz sıcak şeyler içti,
te-vedeki yarışmayı takip etti
hakkında bazı yorumlar yaptı
ve sigara üstüne sigara yakıp
ateşini ölçtü durdu.
karısı da çocuğun okul taksitleriyle
kredi kartı borçlarından dem vurdu
bankaların ibneliklerinden
özel okul yöneticilerinin puştluklarından
kocasının eski iş çevresinin götlüğünden
ve apartman hayatının zorluklarından
trafikten, park yeri bulunamamasından
belediyenin metro için yaptığı kazılardan
artan hava kirliliğinden
içinde biri evlât biri koca iki herif barınan bir evin
idâresinin gerektirdiği fedâkârlıktan
filan bahsetti.

kitap, müzik, sinema
farklı hayat biçimleri ve geçmiş,
başa gelen komik olaylar
kısaca eğlenceli hiç bir halt
konuşulmuyordu artık bu evde,
baldız dışında aynı kalan
herhangi bir bok yoktu
(o da evlenmek üzereydi)
çâresiz, dinledim.

ara sıra laf durduğunda sessizlikte
dönüp kanepede üstü örtülü uzanmış
adamıma baktım çizik bir gülümsemeyle, o da
ince kırmızı burnunun altındaki ince ağzını
nârin kulaklarına kadar incecik yayarak sırıttı
ve sigarasından okkalı bir nefes çekti.
“hasta ettiler adamı,” diye düşündüm,
“neyse ki şu boku yemiş gayrıciddî
sırıtışın hakkından gelemiyorlar,
yenilmez olan o işte!
bazı şeylerin amına konuyor ama
bazı şeyler de hiç değişmiyor,
ölümsüzlüğü hak eden bu çeşit şeyleri
ölümsüzleştirmekten başka çare yok.”

üzerime düşeni biliyordum.

o sırada orada
o te-veyi ben onu izlerken
eski dostumu bir kere daha
yazmaya karar verdim;
o geçmişimdi ve geçmişim bendim,
yazan biri olarak buna
neredeyse mecburdum.
cinsberg’in uluması
fayda sağlamamıştı bize,
evet ya bizlerdik
bu sokakların itleri.

bir sigara daha sardım,
iki bira daha yuvarladım,
ve eyvallah deyip savuştum,
yatacağım boş yatağın olduğu
arkadaş evine vardım…
şık ve eski ahşap eşyaların arasına
loş ışıklı bir abajur
biraz da soul müzik açtım
ve uçuşan çeşitli kuşlarla çöp karıştıranların
sesleri, leş gibi alsancak kış havasının
is kokusu, tepeden de tam bir yarım ayın
puslu gülüşü açık camdan içeriye sızarken
hakîkî bir eski dost hakkında
on yıl kadar önce başlamış olduğum
ölümsüzleştirme işlemini
hemen hemen kaldığım yerden
sürdürmeye koyuldum.

yanıbaşımda kadehim
ve sigaram doluydu,
yenilmenin ve savaşmanın
şerefine içerek yazdım,
kırılgan2bazı şeylerin
kıymetini bilerek
bazı diğerlerininkini de
farkederek.

dışarda sık sık itler uludu
başıboş sokak itleri
duydum, dinledim ve
işte bu daha iyi, dedim.
(baharbaşı 2011)