Skip to content

“…Biz William Wallace’ın Torunlarıyız…”

Andy Murray Çağı mı başlıyor?

Andy Murray’in slam kazanmadan kariyerini noktalamayacağını söylerken şu son zamanlarda çok karşılaştığımız “Ya olayı savunmuyorum ama onlar da orada olmasaymış” kabilinden reaksiyonlar geliyordu ağırlıklı olarak. “Abi iyi oyuncu ama kazanan değil.” “Ben kötü demiyorum ama Federer-Nadal-Djokovic’in olduğu çağda olmasaymış.” Bu sadece buraya özgü bir şey değil yanlış anlaşılmasın. Global tenis izleyicisinin hatırı sayılır bölümünde böyle bir tavır mevcuttu. Andy geçen sene Olimpiyat şampiyonu olup arkasından da Amerika Açık’ı kazanınca üzerine yapıştırılmaya çalışılan “Loser” etiketini yırtıp attı. Ama bu sefer de “Murray asla Üç Büyük standardına ulaşamayacak” diyenler başladı. Üç Büyük seviyesi, doğrudur, kolay ulaşılabilecek bir seviye değil ve Murray de zaten bunun farkında olduğunu defalarca vurguladı. Gel gelelim onun “Ben şöyle beş slam falan kazansam o zaman zihinlerdeki şüpheleri giderir dördüncü büyük olurum” diye olaya yaklaştığını hiç sanmıyorum. Muhakkak ki bu seviyedeki sporcuların en büyük tasaları tarihe geçecek işler yapıp olabilecek en iyi özgeçmişle jübile yapmak. Yine de, bütün iyi sporcuların bildiği gibi bu nihai hedefe varmak için en dikkat edilmesi gereken hususlardan biri adım adım ilerlemek. Kariyeri değiştiren, dönüştüren, bazen bir sonraki aşamaya merdiven olan kilometretaşı işleri teker teker gerçekleştirerek bu yolda yürümek en sağlıklı olanı.

İşte ilk dört slam finalinde sadece tek set alabilmiş Andy Murray için de, bu kilometretaşlarının en büyüğü evvela bir slam kazanmaktı pek tabii. Siftahsız geçen her slam sonrası özgüven azalırken baskı, hüsran ve stres artıyordu. Geçen yaz New York’ta, üstelik o 2-0 öndeyken geri gelip maçı 5. sete taşıyan dünya 1 numarası bir Djokovic’e karşı kazanmayı becerebilen Andy için daha güzel günlerin kapıda olduğunu herkes tahmin edebiliyordu artık. Çünkü en önemli eşik atlanmıştı.

Bununla birlikte, Andy’nin baraj kapaklarının tam olarak açılabilmesi için yapması gereken özdeş ağırlıkta bir başka iş daha vardı, en az ilk slam kadar önemli bir başka kilometretaşı. Wimbledon’ı almalıydı.

1936’dan beri erkeklerde şampiyon çıkaramamış olan ev sahibi Adalıların gözünde Murray, juniordaki muazzam başarısını ATP’ye de taşıyacağını belli ettiğinden beridir -ki bu 2005 yılına rastlar- kehanette Wimbledon’ı yeniden fethedeceği müjdelenen “Britanyalı” şövalye idi.

İngiliz basınının, bilhassa bulvar gazetelerinin ortada bir başarısızlık ya da tatminsizlik varken ne kadar çatal dilli olabildiği herkesin malumudur. Düklerin, düşeslerin, prenslerin, başbakanın hatta 2010’da olduğu gibi Kraliçe’nin gelip maçlarını izlediği, bir zamanlar “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” diye nitelenen kocaman bir ülkenin iki hafta süreyle kendisiyle beraber nefes alıp attığı her adımı yakından takip ettiği Wimbledon’da, Amerika Açık galibi hatta allame-i slam de olsa Andy’nin, kupayı almadan geçirdiği her yıl, mengenenin bedenini daha fazla sıkıştırdığını hissettiğine bahse girerim.

Şimdi artık Murray Wimbledon şampiyonu ve her türlü dertten azade. Zaten katıldığı son dört slamde final oynayıp iki tanesini kazanması halihazırda nasıl bir statüye erişmiş olduğunun göstergesi ama bu en büyük testi ardında bırakmasıyla da beraber, İskoç yıldız için çok daha iyisinin “yolda ve ulaşmak üzere olduğu bilgisini” veriyor bana tenisin restoran yetkilisi.

Federer 2004-2010 arasında inanılmaz bir standartta kaldı. Nadal 2006’dan 2010’a kadar Federer ile beraber tenisi domine etti. Novak Djokovic 2011-2013 arasındaki dönemin baş aktörüydü. Ancak Federer artık 32 yaşında, Nadal’ın dikiş tutmayan dizleri soru işareti ve Novak’ta çıtanın iki yıldır ekzosfere dayanmasıyla son dönemde popüler olan “tükenmişlik sendromuna” dair emareler var. Bundan seneye kurtulacağını ve bu andan sonra gelecek üç sene zirvede büyük oranda bir Murray – Djokovic rekabetinin baskın olacağını tahmin etmekle birlikte Murray’i bu çekişmede bir adım önde görüyorum ve hatta daha da ileri giderek artık Murray Çağı’nın başladığını iddia ediyorum.

Murray 2008’den beri Üç Büyükler’in takibindeydi ve yüksek devirde çalıştı fakat mercek şu ana kadar hep, Nil Karaibrahimgil’in reklamda (nedense?) parmak şıklatarak ifade ettiği gibi “Djokovic-Federer-Nadal” üzerindeydi. Federer 2006, 2007 ve 2009’da dört slamin tamamında final oynadı, 2004, 2006 ve 2007’yi üç slam kazanarak tamamladı. Nadal 2010’da, Djokovic ise 2011’de aynı başarıyı yakaladılar. Murray’in ise en istikrarlı ve parlak sezonu Avustralya’da final, Roland Garros-Wimbledon ve Amerika Açık’ta yarı final oynadığı 2011. Demem o ki, mental deformasyon ve mesleki yorgunluk olarak, diğer üç isimle kıyaslandığında Andy, hemşehrilerinin tabiriyle “bir papatya kadar taze”.

Mental ve fiziksel bu avantajların dışında, her zaman esas mesele, yani bir oyuncunun kortta ne olduğu, ne kadar çok silaha sahip olduğu mevzusunda da büyük artılar söz konusu; zira Muzza, neredeyse Federer kadar iyi bir fundamentale sahip, aynı zamanda Djokovic ve Nadal kadar iyi bir retriever, returncu ve atlet.

Önümüzdeki on slamin beşini Murray kazanırsa kimse şaşırmasın. Benim öngörüm, Murray’in 2014 sezonunun Djokovic’in 2011’i, Nadal’ın 2010’u ya da Federer’in 2006’sı gibi olabileceği yönünde.

Hatırlatmakta fayda var, 18 Eylül 2014’te İskoçya’da “Britanya’dan Bağımsızlık Referandumu” gerçekleştirilecek. Acaba o süreçte, heyecanlı bir İskoç gencinin Glasgow’daki George Meydanı’nda çekilen şöyle bir videosu youtube’a düşer mi?

– “…Çözüm Kelt değil, Kelt kalmadı kimse.”

– “Çözüm sence ne olmalı?”

– “Çözüm… Andy Murray.”