Skip to content

Ayağımın Altı

Biz artık özgürüz.

Ayağımın altı çok acıyor. Muhtemelen su topladı. Ama iş çıkışı İstanbul’a yolculuk var. Havaalanına gitmek için trene koşuyorum. Bu tren kaçamaz, engelleri umursamamalı. Yakalamalı o treni. Ben bugün evime dönüyorum, heyecanlıyım. Bu yüzden etrafımı algılamakta zorluk çekiyorum. Sürekli hayallere dalıyorum.

Mesela bundan 2 gün önce Berlin’deydim veya ben öyle sanıyorum. İnsanlar yürüyorlardı. Diren Gezi Parkı diyorlardı. Anlam veremedim. Rüya mı gerçek mi karıştırdım. Gezi Parkı’nı Berlinliler nereden bilecekti. Yanımda uzun zamandır görmediğim iki arkadaşım vardı. Bir de 4-5 aylık bebekleri. O bebek o kadar güzeldi ki tatlı bir rüyaya girdiğime inandırdı beni. Sonra Berlin Olimpiyat stadına gittim. Tarihin en büyük soykırımını yapan adamın en büyük reklamını yaptığı yerde, dünyanın birçok ülkesinde ten rengi yüzünden insan yerine konulmayanların olduğu bir ortamda, 1936’da Jesse Owens’ın 4 altın madalya alırkenki ruh halini kafamda canlandırmaya çalışıyorum. Hayal kurmaya çalışıyorum ama o anki ortamla karışıyor. Gerçekle hayaller birbirine giriyor. Belki korkmuştur ama net olan bir şey var. En sonunda hedefine ulaşmış, hakkını almış bir adamın haklı gururunu yaşamıştır. Bundan ötesini orada olmadan bilmek zor. Orada olmak lazımdı.

Düşünceler devam ediyor ama uçak bir türlü kalkmıyor. Gecikme var. Teknik sorunlar diyorlar, uçak geç geldi diyorlar. İş arkadaşlarımız grevde, bunlar o yüzden oldu diyemiyorlar. Ben o arada bu firmadan bilet aldığım için utanıyorum. Çaresizlik bazen insana çok büyük yanlışlar yaptırıyor. Belki anons yapan görevli de çaresiz, arkadaşlarını destekleyemiyor. Gerçekleri bu yüzden söyleyemiyor. Elimde yarım yamalak okuduğum bir kitap var.1 Ellerim terlemiş, kitap uzun bir süredir elimde duruyor olmalı ama ben tek sayfayı bile bitirememişim. Bir paragraf ilgimi çekiyor ve tekrar okumaya başlıyorum. Meksika ve çevresinde 16. yüzyılda İspanyolların kurduğu koloni düzenindeki işçi sistemlerini anlatıyor.2 Köleliğe çok yakın sistemler bunlar. Toprağın asıl sahibi olan yerel halkın önce gözlerini korkutuyorlar. Fiziksel işkenceden öte, onları yönetilmeye muhtaç olduklarına ikna ediyorlar. Yaşamalarına yetecek kadar para veya yiyecek verip, gece gündüz çalıştırıyorlar. Madenlerdeki, tarlalardaki iş gücü arttıkça üretim artıyor. Yönetimin kasası altınlarla doluyor, koloni devletinin ekonomisi gelişiyor. Bu arada güvenlik gerekçeleriyle yerel halkın geleneklerini uygulamasını yasaklıyorlar, özgürlüklerini kısıtlıyorlar, varlıklarını elinden alıyorlar. Özetle halk fakirleştikçe, yönetenler zenginleşiyor. Zenginleşenler politik gücü de elinde tutuyor, baskı artıyor, yerel halk en başta aslında her şeyin sahibinin kendisi olduğunu bile unutuyor, aynı zamanda borçlanıyor. İspanyol kolonileri bu sistemle Meksika’da 19. yüzyıla kadar varlığını koruyor. Sonra kaos, isyan, özgürleşme çabaları başlıyor. Bir dikta rejiminden kurtulduğunu sanan halk sonra başka diktalara maruz kalıyor. Bu kısır döngü belki de günümüze kadar devam ediyor. Gelir hep adaletsiz dağılıyor, fakirlik bitmiyor. Fakirlik çaresizliği, çaresizlik de korkuları getiriyor. İnsanlar ideoloji, yaşam amacı sahibi olmaktansa korku sahibi oluyorlar. Son 200 yılda bu düzene karşı çıkanlar bir şekilde bastırılıyor veya çürümüşlüğe ayak uyduruyor. Siyasetçiler, firmalar değişiyor ama çark hep orta çağ ritminde dönmeye devam ediyor.

Burada okumayı bırakıyorum. Rahatsız oluyorum. Çünkü grevdeki işçilerini umursamayan, ekonomik büyümeyi insandan önemli tutan bu şirketten bilet aldığım için utanıyorum. Yüzüme zorunluluktan gülümseyen, bana birazdan yemek servis edecek insanlar yerine de utanıyorum. Ruhen yerin dibine giriyorum ama uçak sonunda havalanıyor, fiziksel olarak göklere çıkıyoruz.

Sonunda İstanbul. Servisler, otobüsler düzensiz. Taksiye biniyorum, hemen soru geliyor: “Nereden gidelim?” Bu soruya cevap vermeyi ve ondan da fazla denizi özlediğimi fark ediyorum. Sahilden gidiyoruz. Yurt dışından geldiğimi duyunca taksici anlatmaya başlıyor. Avrupa’daki Türkler son senelerde çok iyi karşılanıyormuş, ekonomisi güçlenen Türkiye saygı görüyormuş. Ben buna katılmıyorum, “Frankfurt havaalanında daha uçaktan inmeden pasaportlarımıza bakılıyor. Bu İstanbul’dan gelen uçaklarda standart olmuş. Milletin bavulları didik didik aranıyor. Türkiye büyüdüğünden değil de Avrupa’da insan hakları, göçmenlerle ilgili yasalar değiştiğinden polis istediğini yapamıyor, tek fark bu” demeye çalışıyorum. Lafı ağzıma tıkıyor. Çok müşteri geliyor onlar anlatıyor diyor. Her gün insanlar televizyonlarda da söylüyormuş. Taksim’e doğru gelirken daha yarı yolda çok eskilerden aşina olduğum gaz kokusu gelmeye başlıyor. Ећehir karışık mı diye soruyorum. Yok be abi, 3-5 kişi işte, hayat normal diyor. Hatta ona göre hükümetin oyları bile artmış bu olaylarla. Akaretler, Dolmabahçe, Sıraselviler, Elmadağ, Tarlabaşı… nasıl diyorum; hiç gitmemiş 3 gündür. Susuyorum, ayağımın altındaki acıyı hissetmeye başlıyorum. Bu taksici son 3 gündür benim geçmişte alıştığım gerçekliğe benzeyen tek olay. 3 günlük rüya mı bitiyor, yoksa 3 gün önce yıllar süren bir uykudan mı uyandım? Gerçek ve hayal arasına çizgi çekemiyorum.

Tarlabaşı polis karakolunu biraz geçince iniyorum. Önce tünele sonra ara sokaklardan Cihangir’e gidiyorum. İnsanlar sokakta, herkeste bir maske var. Ortalık kıyafet kodu olan çok büyük bir festival alanı gibi. 3 gündür sağlığından endişe ettiğim, ölür diye korktuğum, yıllardır kardeşim dediğim insanlarla buluşmam lazım. Ama korkularım birden bitiyor, rahatlıyorum. Ayağım acımıyor. Sokak sokak geziyorum. Gördüğüm insanlar, duvar yazıları tüylerimi diken diken ediyor. Gaz kokusu etkili değil ama benim gözlerim sürekli yaşarıyor. Geç de olsa Cihangir’de insanlarla buluşuyorum. Garip kredi sistemi içinde gırtlağına kadar borca batmış bir arkadaşım 3 senedir ilk defa bu kadar içten gülüyor. Hapşırıyorum, yanımdan geçenler “iyi yaşa” diyor. Bu insanlar çoklukla, büyümeyle değil iyilik, mutlulukla ilgileniyor.

Gün ağarana kadar biraz park, biraz Gümüşsuyu, biraz Taşkışla… dolanıyoruz. Polis olmadan biz ne de güzel oluyormuşuz. Parkta otururken sistemlerden, direnişten, özgürlükten, hayatta nelere tutunmamız gerektiğinden konuşuyoruz. “Neden geldin?” diyenlere, “dayanamadım” diyorum. Öğrenciyken, Gezi’de ayda bir gün kendime çektiğim ziyafeti anlatıyorum. Bir kutu ton balığını simitle birlikte, ağaç gölgesinde nasıl yediğimi anlatıyorum. İnsanlar dinliyor ama biliyorum ki son günlerde çok şey dinlemişler. Çok da anlatmıyorum. Gece yemekhanede çorba çıktı diye bağırıyorlar. O kaosta yemekhane kurulmuş, gece çorba hazırlanmış. Çorba içmeye halim yok çünkü boğazım düğüm düğüm, içimden “kusura bakmayın” diyorum.

Sabah 7 gibi Kurtuluş’ta bir evde uyuyor, uykumda muhabbetlere devam ediyorum. Uyurken de parktayım. Sürekli mutluluktan bahsediyoruz, özgürlük istiyoruz, çözüm arıyoruz. Sonra barikatlardan gaz geliyor, sümüğümüzü çeke çeke ağlıyoruz. Acıyı geçirsin diye birbirimizin suratına bir şeyler sıkıyoruz. Sonra normalleşip yeniden toplanıyoruz, gülüyoruz. Biz artık özgürüz diyoruz. Öğlene doğru bu rüya bitiyor ve uyanıyorum. Tekrar parka gidiyorum. Parka kütüphane yapmışlar, her yerde farklı insanlar, eğleniyorlar. Her gece tek tek stantları geziyorum. LGBTT, Hava-İş, kadın hakları örgütleri… onlarcası. Hepsini merak ediyorum, bir taraftan da bu insanların kavgasına destek olmadığım, bugüne kadar onları görmediğim için utanıyorum. Sonra barikatlardan gaz geliyor, sümüğümüzü çeke çeke ağlıyoruz. Acıyı geçirsin diye birbirimizin suratına bir şeyler sıkıyoruz. Sonra normalleşip yeniden toplanıyoruz, gülüyoruz. Biz artık özgürüz diyoruz. Sonra yine sabah 7 gibi Kurtuluş’ta bir evde uyuyor, uykumda muhabbetlere devam ediyorum…

Dönmek çok zor geliyor. Havaalanında elimde iki gün önce Gezi’de aldığım bir gazetenin “Direniş” eki var. Ona bakıyorum. Buruş buruş olmuş. Ama kağıt kokusuna Gezi’nin toprak kokusu karışmış, bir kısmı çamur olmuş, bir kısmına da muhabbet çayı dökülmüş. Ben bundan daha güzel gazete eki görmedim, saklamalıyım deyip çantama atıyorum. O arada çantamda bir gece önce Hava-İş sendikasından aldığım grev hakkında bilgilendirme kitapçıklarını görüyorum. Uçağa binmeyi bekleyen insanlardan bir ikisine veriyorum. Bu ne diyorlar, yavaş yavaş anlatmaya başlıyorum. Ama diyorlar, ülkenin imajı diyorlar, reklam diyorlar… beni taksicinin gerçekliğine inandırmaya çalışıyorlar. Bu sefer susmuyorum. Sakince anlatıyorum. Eksik personelle uçtuğumuzu, bunun güvenliğimizi tehdit ettiğini, uçakların da bu nedenle hep geciktiğini anlatıyorum. Zaten bizim uçağımız da gecikiyor. Uçakta uçuş görevlilerinden birine biraz da seslice neden geciktik diye soruyorum. Teknik nedenler diyor. Daha önce konuştuğum insanlardan birisi, “Yapmayın, hep mi teknik arıza? Bir aydır 10 defa bindim hepsi gecikti” diyor. Arkalardan birisi daha destekliyor. Uçuş görevlisi biraz sesini alçaltarak “beyefendi, grevden dolayı eksik elemanla uçuyoruz” diyor. Gülümsüyorum. Bu sefer utancımdan yerin dibine girmiyorum. Ben o parkta bilip de unuttuklarımı tazeledim, hiç bilmediğim şeyleri öğrendim. Ben artık yalnız değilim ve benden yıllardır çalınan haklarımı almak için direnişteyim.

Eve dönüyorum, koltukta sızmışım. Uyandığımda nerede olduğumu anlamıyorum, parktakileri arıyorum. Daha demin muhabbet ediyorduk. Bulamıyorum. Her şey o kadar çabuk oldu ki gerçek olduğuna inanamıyorum. Yoksa ütopik bir ortamı düşlerken, çok uzun ama bir o kadar da güzel bir rüya mı gördüm? Ayağım acımıyor. Su toplamıştı güya her şeyin başında. O acıyı da ben mi uydurdum? Ayaklarımın altına bakıyorum. Su toplayan yerler patlamış, pembe, yepyeni bir deri çıkıyor. Acı bu yüzden gitmiş, bedenim kendini yeniliyor, aklım ve ruhumla birlikte o da direniyor.

  1. Kitap biraz taraflı olsa da okunabilir: Acemoglu, Daron, and James Robinson. Why Nations Fail: The Origins of Power, Prosperity, and Poverty. Crown Business, 2012. []
  2. Sistemlere örnek olarak: encomienda, repartimiento []