Skip to content

buzdolabı

hasta'ya vista.

teyzemi görmeye hastaneye gittim…
hıyarağası taksicinin beni önünde indirdiği bina
devâsa, çirkin, aynı zamanda yanlıştı
bundan habersiz daldım içeri
hıyarlığın hakkını vererek.
giriş kalabalıktı ve danışma kapıya uzak
önü de bomboştu, beklemeden danıştım:
-meraba, nöroloji?
bankonun ardında oturan başı bağlı
ağzı-yüzü boyalı, taze ama itici kız
gözlerini önündeki bulmacadan ayırmadan
ince otomatik sesiyle itti beni:
-birinci kat.
geniş koridordan ilerleyip merdiveni buldum
bakınarak çıkmaya başladım.

beş-on basamak yukarıdan
gencecik, zayıf, ölü saçlı, beyaz suratlı bir kızcağız
yüzünde hiç bir ifadeyle
bastonundan güç alarak
iş görmeyen bacağını çeke sürüye
inmeye çalışıyordu… o uzun anda
birbuçuk yıl evveline gidip geldim;
başka bir şehirde başka bir hastanenin
nöroloji servisine ulaşıp
beynimdeki yaraların teşhisini koydurmak için
koluma girmiş kadınımla
sağ bacağımı çeke sürüye
bastona abanarak üç kat çıkmamı hatırladım;
asansör çalışmıyordu
çapa-nöroloji binasında…

bunları düşünürken, inmeli kız ve koluna girmiş
esmer, cılız, küpeli, seyrek sakallı oğlanla
yanyana geçtik, ben yukarı, onlar aşağı
kızın gözleri boştu, oğlanınsa bakışları dik ve donuktu
herkesin duyabileceği sesle
     -bir gün herkes buzdolabına girecek, her-kes!
diye tekrarlayıp duruyordu.
çıkmaya devam ederken
arka planını aslâ çözemeyeceğim
bu harika cümleye hayran olup
onu hafızama astım
ve üstünde “nöroloji” yazan açık kapıdan girdim.

muayene-rapor-reçete peşinde bir alay
orası burası tutmayan, ağzı-gözü kaymış tip
tekerlekli sandalyelere, sedyelere yayılmış
ne gelecekse onu bekliyorken
birşey bekliyor gibi değillerdi
ben de hareketsiz insan dolu soğuk salonu geçip
refakatçilerle koltuk değnekleri arasından
bankoya doğru ilerlerken
yanlış yerde olduğumu
nihayet anlamıştım.
bunu poliklinik sekreterine de onaylattıktan sonra
taksiciye küfrederek kendimi dışarı attım ve
hızlı adımlarla, hastaların yattığı odaların olduğu
yandaki binanın girişine yollandım…

güneş tepede parlıyordu, ziyaret saati de
15 dakika önce başlamıştı. hızlı adımlarla
devâsa, çirkin ama bu kez doğru binaya girerken
teyzemin oğlunu aradım, o da
bana hedefi verdi: dördüncü kat, oda 1324.

danışma yine kapıya uzak, önü de kalabalıktı
danışacak birşeyim yoktu zaten
asansörü bulmak için ilerledim
çalışıyor olmasını dileyerek
ve onu merdivenin yanında buldum
kapısı kapanmaktaydı…
içerden bakan bir adamla gözgöze geldik
sonra kanatlar kayarak birleşti.
-hasss-sik-tir!
diye tıslarken
ferhan baba’yı hatırladım doğal olarak.
cevaben kanatlar kayarak açıldı
adamın gözü bendeydi
bir teşekkürü hak etmişti
içeri zıplarken ettim.
bu arada arkamdan gelen başkaları da
odacığa doluştular, beni ve
kurtarıcım olan bıyıklıyı iteleyerek
kendilerine yer açtılar.
“bunu bize borçlusunuz, kerizler”
dedim içimden, göt kadar yerdeki
kalabalığa sırtımı dönerken.
tavanın köşesine gözlerimi dikip
virüs kapmamayı umuyordum.
üçüncü katta kendimi dışarı attım.

dörde merdivenden çıktım
hasta odalarını buldum
1324 numaraya bakınıyor, bir yandan
“1 numaralı oda nerde acaba?”
diye düşünüyordum, ilk kez geldiğim
bu bildik koridorda ilerlerken.
odaların kapıları açıktı
her birinde dörder yatak, hepsi dolu
yatanlar kalkacak durumda değiller
(nöroloji burası, hepsi devreleri yakmış)
ziyaretçiler tepelerine üşüşmüş
hislerinin yüzlerine yansıdığından bîhaber
palavra sıkıp duruyorlar
televizyonlar da açık
reklamların yeni bölümü oynuyor;
nörolojik bir gürültü kaplamış ortalığı
iddaa dükkanı veya
maç saatinin beklendiği birahane gibi.
bir refleksle, koridor boyunca dikilip şakalaşanlar
arasında sigara içen var mı, diye bakınıverdim
bir an için, olabilir gibi gelmişti
nedense.

teyzemi buldum,
küçük oğluyla iki erkek kardeşinin
geniş kalıplarıyla daralttıkları odada
ortadaki yataklardan birinde
ağarmış yaşlı bir kedi gibi görünerek
gözleri kapalı yatıyordu.
zaten ipince, daracık bir kadındı ya
daha da ufalmış olduğuna emindim
son gördüğümden bu yana.
o zaman ayaktaydı ve sigara içiyordu
sigaradan vazgeçmiyordu.
yine de şu 80’e dayanmış değnek halinde
belâsını sigaradan bulmadı
hatta onu bu duruma düşüren
beyin enfarktüsünden bile yırtıyordu;
felçli kolu-bacağı hareketleniyordu ki
hastane demirbaşı zatürre mikrobu
odadan odaya sıçradığı nöroloji-yatan hasta servisi’nde
onun yatağını da buldu
bizimkinin kaçacak durumu yoktu.
hadi bakalım, tekrar yoğun bakıma!

sen tut, midenin tamamını aldıkları
tehlikeli bir ülserden yırt
guatr hastalığından yırt
burnunun ucunda beliren kanserden yırt
beyin damarın tıkansın, inme insin
ondan da yırt
sonra nekâhatteyken bulaşan
hastane virüsüyle yıkıl!
şimdi örtüler arasında kaybolmuş
burnuna borular sokulmuş
dudakları dişsizlikten büzülmüş
zor nefes alır haliyle
hiç iyi görünmüyor. ama nasılsa
onu sadece bu haliyle hatırlayacak değilim
gözleri yeşilken sigarasını tüttürdüğü
fazla rahatsızlık vermeyen bir vızıltıyla
benzer şeyler anlatıp durduğu
zamanları unutmuş değilim.

yatağa yanaştım, yarı baygın gibiydi
serum bağlanmamış elini tuttum
oğlu yüksek sesle, gözlerini açmaya
teşvik etti teyzemi…
kısa süre sonra kepengi aralayıp
yarı-şeffaf beyaz gözlerle baktı bana
avcuma iri bir denizkabuğu hissi veren
kuru elini sıktım
dudaklarını aralayıp güçlükle nefes
verir gibi birşeyler söyledi.
hiçbirimiz anlamadık
gülümsedik ve
oğlu ona cevap verdi.
söylenenlerin, soruların, cevapların
pek öneminin kalmadığı bir vaziyetteydik.
ağız ve gözler kapandı, yorulmuş gibiydi;
ömrün bu safhaları
herkes için yorucu olmalı.

tamamdı.
teyzemi görmüştüm, belki de son defa
tanıyabildiyse, geldiğime sevinmiştir
şu saç-sakal bakımsız halimle bile
ondan iyi göründüğüm söylenebilir.
teyzeme eyvallah deyip, oğlu ve dayılarla
sigara ziftlenmeye indik.

devâsa, çirkin binalardan
yine sağ çıkmıştım…
“hastanede gebermeyi istemem,”
diye geçirdim aklımdan, devamı da geldi:
“ama bu, olabilir.”
biraz tütün sardım, yaktım, çektim
ve teyzemi düşündüm;
beni tanımış mıydı,
birşey hissetmiş miydi?
öyle ya da böyle
ne farkederdi?
galiba bu ziyaret
sadece bana yaramıştı.

dumanlı nefesimi savurarak üflerken
güneşte kemiklerim ısındı.

batuğ ş.
2012 şubat, izmir

(dijital resim: alin ataz)