Skip to content

Şafak 11: Şahane Ortam Yapmışlar

NBA'in gittikçe sterilleşen tribün düzeninde en güzel maç ortamları nerede? Hangi şehrin taraftarı pazara değil, mezara kadar peşinde takımının?

Amerika’da malum spora Avrupa’ya oranla daha farklı, rekabetten daha çok eğlence temelli bir bakış hakim. Bu açıdan bizim kıtadaki o “Welcome to hell” atmosferlerini oralarda görmek pek mümkün değil. Daha medeni, tiyatroya çok daha yakın bir izlencelik ortam hakim spor karşılaşmalarında. “Burası sinema, tiyatro değil” tezahüratına pek yer yok kısacası.

Hele ki salonun kapalı ortam atmosferi, 2004’te Detroit’te yaşanan olayın ardından arttırılan güvenlik önlemleri, sahadaki tribünleri tetikleyebilecek davranışların çok ağır yaptırımları da birleşince NBA buradan bakınca gerçekten çok steril bir ortama sahip. Evet, maçlara çoğu şehirde ilk çeyreğin ortalarında geliyor seyirciler. Evet, çoğu zaman büyük kısmı maç dışı işlerle meşgul. Evet, tezahürat denen kavram temelde “Deee-fence” ile sınırlı. Evet, takıma destek bir ölçüde olsa da rakibe ve hakemlere baskı pek bilinmeyen konular. Onun yerine eğlencenin her türlüsü, basketbol maçının dışındaki aktivitelerin alası var. Ama o seyircinin maçla bütünleşmesini daha da zorlaştıran ögeler oluyor bunlar zaman zaman.

Ama elbette her şehir aynı değil. Her salonun atmosferi farklı. Belki gerginlik açısından değil ama genel sportif ortam açısından çok güzel atmosferler de var. Mesela…

TD Garden (Boston Celtics)

Eski Boston Garden’ın efsane atmosferi anlata anlata bitirilemezdi. Parkenin bazı yerlerinde topun sekmediği, daracık deplasman takımı soyunma odasında duşun soğuk aktığı, havalandırmanın oyuncak vantilatörden fazla etkisi olmadığı için Haziran’a denk gelen finallerde içerisinin 40 dereceye ulaştığı benzeri yarı gerçek, yarı şehir efsanesi hikayeler anlatılır dururdu. Ama 1995’te zaten çoktan miadını dolduran emektar Garden emekliye ayrıldı. Celtics, 18 yıldır maçlarını Yeni Garden’da oynuyor.

Belki eski salonun antika değeri ve özellikleri olmayabilir ama binaya asıl ruhunu veren seyirci halen orada. NBA’in belki de basketbolu en iyi bilen seyircisine sahip Celtics. Pek çok takımın var olmadığı, olanların önemli bölümünün de olan bitenden haberdar olmadığı NBA’in erken yıllarında bir hanedan olduğu için seyircisi de başarıyı hep gören, yaşayan ve basketbola önem veren bir kitle oldu. En köklü seyirci kültürüne sahip takım Celtics orası kesin. Belki bu başarı serisi biraz da şımarttı o seyirciyi ama 87-07 arası geçen 20 senelik ‘Fetret Devri’ biraz olsun burunların sürtülmesine, gerçeklerle yüzleşmeye de önayak oldu. Gerçi artık modern zamanlar, o eski atmosferin yerini aldı. 60-70’lerde takımı seven kitle yaşlandı. Efsane koç Red Auerbach’ın “Burada sadece basketbol takımı izlenir” sözleriyle açıklanan ponpon kız kullanmama geleneği bile terk edildi. Ama şehre kök salan kültür, değişimle bir anda silinmez. Artık tribünde olmayan 60’ların seyircilerinin çocukları, torunları o hikayelerle o kültürle büyüyerek o koltuklardalar şimdi.

Zaman zaman Jason Kidd’e yapılan “wife beater” (karısını döven adam) tezahüratı gibi belden aşağı vuruşları veya 2008 finallerinde Celtics bankının hemen yanındaki koltukları Lakers taraftarlarına satmaları gibi lekeleri olsa da Garden seyircisi çok büyük oranda rakibe saygıyı elden bırakmadan baskı altına alan, takımını ayağa kaldıran, gönülden bağlı bir taraftar grubu. Artık havalandırma çalışıyor belki ama Garden’da ateş o seyirci var olduğu sürece hep yüksek olacak.

Her şey bir yana sadece Gino geleneği1 bile bu seyirciyi ve yarattığı atmosferi ayrı bir yere koyuyor.

Madison Square Garden (New York Knicks)

Boşuna bu salona ‘Basketbolun Mekke’si’ denmiyor. Manhattan’ın göbeğinde olması, yani konumuyla ilgili değil bu tanım. Bu salonda hakikaten diğer her yerden ayrı bir büyü var. Michael Jordan’dan Kobe Bryant’a, LeBron James’e herkes burada oynamanın farklı olduğunu sürekli dile getirir. Hani sanırsınız, James Naismith tam burada buldu bu oyunu, ilk burada oynandı. Neredeyse basketbolun kutsal toprakları denecek ölçüde bir saygı var bu salona. Üstelik rakiplerinin dile getirdiği bir saygı.

Manhattan’ın, New York havasının etkisi elbette vardır ama bunu yaratan elbette seyirci. New York, ABD’nin geri kalanından çok farklı bir şehir. Avrupa şehirlerine daha fazla benzeyen kompak bir yapısı var. Hayat tarzı da biraz farklı. Daha rekabetçi, daha hızlı, daha ateşli, daha acımasız bir hayat. İçinde yaşayanlar da öyle elbette. Dolayısıyla seyircisi de. Bilet fiyatları artık uçtuğu için seyirci profili büyük oranda yüksek gelir grubundan. Biraz ilerideki Wall Street’in bankacılarının 5000 civarında sezonluk bileti olduğu söylenir misal.

Ancak bu kitle hiç öyle ‘sinema-tiyatro izlemeye gelmiş’ bir havaya veya ‘dostlar alışverişte görsün, yarın şirkette maça gittim diye anlatırım’ kafasına sahip bir kitle değil. Avrupa’ya benzerliklerinden midir bilinmez, biraz Avrupa seyircisi gibi oyunla bire bir ilgili, tutkulu, bilgili ve gerçekten sahada olan bitene çok değerli bir artı değer katan bir grup.

Son 10 yılda takımdan pek hayır gelmediği için biraz etkileri unutulsa da gerçekten çok oyunun içinde bir kitle bu. Spike Lee abartılı da olsa en net örnek. Çabayı, formayı terletmeyi her taraftar sever ve sahiplenir. Ama bu rekabetçi şehrin tarzının bir yansıması olarak New York’ta bu heyecan bir, hatta iki adım öteye taşınır. Sahada takıma kendini adayan oyuncu ilahlaştırılır. John Starks, Bernard King, Walt Frazier, Anthony Mason bu yüzden efsanedir onlar için. Ve eğer takımın gerçekten potansiyeli olduğuna inanıyorlarsa -ki tutkulu taraftar olmanın bir yan etkisi olarak çoğu zaman bu konuda kendilerini bolca gaza getirirler- sonuna kadar destek verir, itici güç olurlar. O kadar ki o görmek istedikleri eforu, buna çok sahip olmayan oyunculara aşılayacak derecede bir etkileri vardır. Detroit yıllarında mülayim bildiğimiz Allan Houston’un burada damarlarına pompalanan adrenalin hep bu seyirci sayesinde oldu muhtemelen. O yüzdendir ki Knicks takımları (Isiah Thomas’ın yarattıkları hariç) her zaman büyük bir istek ve açlıkla oynar. Eğer bir gün NBA’de “Vur, kır, parçala, bu maçı kazan” benzeri bir tezahürat olacaksa kesin burada olur.

Salon ve seyircisinin yarattığı atmosferle bu salonda boş-beleş maç olmaz, olamaz. Bir düşünün; NBA’de artık iyice azalmış olsa da maçta oyuncular arasında en çok hırgürün çıktığı yer neresi? Tesadüfen olmuyor bu durum. Burada işler biraz daha ciddi…

Wells Fargo Center (Philadelphia 76ers)

Amerikalıların tough love dedikleri2 olayın zirve yaptığı ortam Wells Fargo Center. Philadelphia seyircisi hagaden çoacaip. Bir oyuncuyu sevdiler mi (bkz. Allen Iverson, Charles Barkley) onlar için ilah oluyor. Ama sevmediler mi (bkz. Andre Iguodala, Elton Brand) de ağzıyla kuş tutsa bile bağırlarına basmıyorlar. Genel olarak kadrolar ve sezonlar için de geçerli bu durum. Genelde pek çok şehirde seyirci, takımları kötü gitse bile tribünleri doldurur. Philadelphia öyle bir yer değil. Iverson sonrası dökülen takımı izlemeyi reddedip ortalama seyirci sayısında da dip yaptılar. Dedik ya burada işler sert. Bu seyircinin merhameti az.

Kendi takımına karşı bile çok acımasız olabilen bir kitleden bahsediyoruz. Rakiplere karşı ne kadar ‘sahalarımızda görmek istemediğimiz’ tavırlar sergiliyorlar siz hesap edin.3 Mesela pek çok NBA şehrinde, oradan yetişen ama başka takımlara giden oyunculara ‘evladımız’ denerek sempati ile bakılır. Kobe Bryant yetiştiği bu şehre döndüğünde hiç olmadığı kadar ağır yuhalanıyor.

76ers da bir süredir pek iddialı olmadığı için taraftarın sesi biraz kısılmıştı. Şimdi sevmeye başladıkları bu yeni takıma yeni gelen egzantrik Andrew Bynum’la da AI benzeri bir gönül bağı kurarlarsa NBA’in en büyük cehenneminde kazanlar yeniden fokurdamaya başlayabilir.

Burada yabancıları pek sevmezler dedik ama bir tek özel istisna var. Michael Jordan’ın son resmi maçı bu salondaydı. Son çeyrekte Jordan oyundan çıktıktan sonra, son kez 1-2 dakika daha izleyebilmek için dakikalarca ayakta “We want Mike” diye tezahürat yapmışlardı. Buyrun buradan bakın.

Chesapeake Energy Arena (Oklahoma City Thunder)

Nefis bir takım var önlerinde. Genç, birbirini seven, sahada terinin son damlasına kadar savaşan, sempatik, alçakgönüllü. Bu takım desteklenmesin de kim desteklensin? Şu ara havalar güzel Oklahoma City’de. O yüzden şu anda sergiledikleri kayıtsız destek ve birliktelik aslında iyi bir ölçek değil onlar adına. Böyle takımı olsa NBA’in en sorunlu kitlesi Atlanta seyircisi bile örnek bir atmosfer oluştururdu belki de.

Tribünde bir askeri düzende oluşturdukları görsellik, final kaybeden takımı sabah 4’te havaalanında karşılama gibi konular takdir edilse de, esas gösterge işler kötü giderken ne yapacakları. O yüzden 20 bin seyircinin tamamının bir örnek tişörtler giymeleri, tribünde bir örnek veya hatta parçalı tablolar yaratmaları, takıma olan bağlılıklarının salonda elle tutulabilir ölçekte yarattığı pozitif enerji güzel ama bunlar şu an için geçerli.

Ama Oklahoma City sadece şu an belki de ligin en sevilebilir takımına sahip olduğu için bu atmosferi yaratmadı. Aksine daha önceleri bile zaten bu atmosfer olduğu için buraya bir takım geldi. New Orleans şehri Katrina kasırgası ile tarumar olduğu zaman Hornets bir buçuk sene geçici olarak kendine burayı ev olarak belirlemiş ve Oklahoma City o zaman da özel bir kitleye sahip olduğunu ispatlamıştı. Geçici olarak gelen Hornets’i bağırlarına bastılar. Takım çok iddialı olmasa da (hatta kendilerinin bile olmasa da) benzer bir atmosferi yaratmışlardı. Kim bilir, belki de bu kadar küçük profilli bir şehirde gerçekten özel bir birliktelik olduğunu tüm ülkeye gösterme motivasyonu etkilidir. Malum küçük gruplar, büyük kitlelere karşı dik durabilmek için daha fazla kenetlenir. Ama temeli ne olursa olsun bu, değerlerine tamamen sahip çıkan bir şehir. Daha önce iki ünlü kolej futbol takımı Oklahoma ve Oklahoma State dışında bir şeye çok kendilerini adamamış gibi görünüyorlardı. Sahip oldukları zaman ne kadar sahiplenici ve özel bir kitle olduklarını gösterdiler.

Rose Garden (Portland Trailblazers)

Her şehrin gerçekten takımına bağlı kitleleri var. Bazıları çok daha geniş katılımlı, Oklahoma City’de olduğu gibi. Ama pazara kadar değil mezara kadar takıma bağlılık konusunda herhalde kimse Portland’ın eline su dökemez. Neler gördü geçirdi bu takım. 70’lerin sonunda NBA’in en alışılmadık şampiyonlarından birine evsahipliği yaptı. Sonra yıllar süren ortalama takımlar. 90-92’de iki başarısız final oynayan kapasiteli ama sonuçta nihai hedeften uzak kalan kadrolar. 2000’lerin başında yine çok yetenekli ama çok sorunlu, daha sonradan Jail Blazers lakabını alacak derecede problemli takım. Kuzeybatı Amerika’nın hayata daha liberal, daha ılımlı bakan bir şehri için olabilecek en kötü senaryo. Galibiyet sayısıyla yarışan suç dosyaları. İllegal köpek dövüşlerinden aile içi şiddete, uyuşturucu kullanımından trafikte vur-kaça varan sayısız kez kanunla başı derde giren, seyircisini utandıran bir oyuncu topluluğu. O zamanlar taraftar grupları şehrin tam merkezindeki en büyük billboarda “Eşini değil, rakibini devirecek bir takım istiyoruz” diye ilan bile asmışlardı.

O yapı temizlendi ama bu seyirci kitlesinin laneti bitmedi. Son yıllardaki sayısız sakatlık hikayesini biliyorsunuz zaten. İnsanı depresyona sürükleyecek düzeyde üst üste gelen felaketler gelecekten umutlu bu takımın elini ayağını bağladı.

Takımınıza bu kadar bağlıysanız, beklentileriniz de bazen o ateşle harlıyor. Portland seyircisi takımını gözünde büyütmekle ünlüdür. Düşünün beklentileri, takıma duyulan sevgiyi ve dolayısıyla yaşanan hayalkırıklıklarının boyutunu. Ama asla sırtını dönmedi bu seyirci takımına. Asla yalnız bırakmadı. Kırıldı, kızdı bazen. Hatta son dönemde çoğunlukla bu duygularla yoğruldu ama asla sırtını dönmedi.

Ilıman ve liberal oldukları, rakiplerine de saygı duydukları için belki çok rekabet yaşadıkları Lakers hariç konuk gelen takımların üzerinde pek bir baskı oluşturduklarını söylemek zor. Saygı sınırlarını aşmayan bir kitle bu. Ama dünyanın en sadık, partnerine en fazla destek veren eşi gibiler. Tek istekleri de eşini değil, rakibini deviren bir takım.

Staples Center (Los Angeles Lakers)

Lakers maçları magazin programlarına benziyor. Sorsanız herkes haber-program ve belgesel izler, magazinden nefret eder de gerçekler rating raporlarında hayli farklı görünür. Anglo-saksonlar buna guilty pleasure diyor. Yani zevk almaktan suçluluk duyulan olay. Evet, sorsanız her seyirci de basketbolun içeriği, oyun zenginliği, oyuncuların ustalıklarını över. Kendini oyuna adayan seyirciyi, ateşli, oyuna yansıyan gerginlikte ve ciddiyette atmosferleri sever de iş Lakers maçlarına gelince “Aaa kenarda Cameron Diaz, Tobey Maguire’la yan yana sohbet ediyor” demekten de geri kalmaz.

Hollywood’un gözbebeği Lakers maçı atmosferi denince elbette ilk akla gelen kenardaki ünlüler. Bunun da önemli bir albenisi var evet ama bunun büyük oranda içi boş bir güruh olduğu biliniyor. O kenardaki ünlülerin yüzde sekseni Lakers’la ilgili değil, daha büyük oranda kendileriyle ilgili sebeplerden orada. Yeni filmi vizyona girecek olan her ünlüyü görmek mümkün. Bir sonraki filme kadar pek rastlamamak üzere. Veya biraz gözden uzak kalan, kendisinden bahsettirmek isteyenleri. Zaten saha içi koltukların neredeyse yarısı oyuncu menajerlerinin. Bu mecrayı da çoğu zaman öne çıkarmak istedikleri müşterileri için kullanıyorlar.

Keza suitlerin alt tarafını oluşturan, lower bowl denilen sahaya yakın koltuklar da çok pahalı biletler olduğu için Los Angeles’ın yüksek gelir grubunun elinde. Bunlar da şehrin yapısı gereği sosyal ilişkilerini takıma olan bağlılıklarının üzerinde gören tipler çoğunlukla. Üstelik tarih boyunca çok kısa süreler hariç hep iddialı olduğu için hayli şımarmış, başarıya fazlasıyla doymuş, pek tatmin olmayan bir kitle bu.

Ancak herkesi aynı kefede değerlendirmemek gerek. O ünlüler arasında gerçekten takıma bağlı olanlar da var. Denzel Washington, Dustin Hoffman, Leonardo Di Caprio ve elbette Jack.4 Keza lower bowl’da oturan ve etrafındakilerin aksine akıllı telefonuyla değil sahayla ilgilenenler de var belli oranda. Ya da daha yukarıya bakarsanız, upper bowl’da daha çok göçmen ağırlıklı çok tutkulu bir kitle de mevcut. Mali imkanları olsa onlar da sahaya daha yakın olmak isterler. Ama kapitalizmin gözü kör olsun.

Lakers yine de son dönemde burada güzel bir basketbol atmosferi yaratmanın akıllıca bir yöntemini buldu. Maç başladığı anda blackout dedikleri bir ışıklandırma düzeni ile tribünleri tamamen karartıyorlar. Tamamen karanlığın ortasında spotlar o ünlülere değil, tamamen oyuna ve oyunculara yöneliyor. “Asıl şov burada” algısını bundan daha iyi yaratmak mümkün değil. Zaten iç sahada beyaz dışında renk giyen tek takım olarak ayrı bir havaları var.5 Bir de buna o ışıklandırma etkisi gelince gerçekten diğer her yerden farklı bir atmosfer oluşturuyorlar.

Belki o görüntü biraz suni. Gerçeklikten çok sinema havası yaratılıyor ama iyi bir film bu. Zaten Hollywood’da gerçekliği makyajlayıp satmak değil mi esas mesele. Magazin programınızı da güzel filminizi de izleyebilirsiniz Staples’da. Ve boşverin, bu keyfi yaşadığınız için suçluluk duymanıza da hiç gerek yok.

  1. Bundan yaklaşık 8 sene önce en üst sıralarda sezonluk bileti olan beş arkadaşın başlattığı nefis bir gelenek bu. 70’lerden kalma bir video klipte üzerinde Gino yazılı bir tişörtle dans eden kült bir figür buluyorlar bir gün. Sonra maçlara teyp getirerek o müzik eşliğinde 70’lerin o disko dansını yapmaya başlıyorlar. Bu eğlence bir anda yayılıyor. O kadar ki, artık Celtics’in kazanması kesinleşen maçların son molalarında dev ekranda şarkının klibi dönüyor ve herkes o dansı yapıyor. Bazen Garnett ve Pierce bile. Burada ve burada örnekleri var. []
  2. Kabaca “sevdim mi tam severim, sildim mi bir kalemde” diye çevirebiliriz. Delikanlılığın kitabından bir tabir bu sanırım. []
  3. Elbette Avrupa ile kıyaslamıyorum bu durumu. NBA standartlarında konuşuyoruz. []
  4. Yeri gelmişken soralım. Jack emekli olunca Lakers’ın bayrak taraftarı koltuğuna kim oturacak? Hem onun kadar büyük bir şöhret hem de aynı ölçekte bir karizmaya sahip, takımına gerçekten bağlı kimler var aday? Galiba Denzel Washington ve Leonardo Di Caprio yegane uygun isimler. []
  5. Lakers sadece pazarları beyaz giyiyor ki o da zaten son dönemin bir pazarlama taktiği. []