Bir Zamanlar Yazıhane’de: 31. İstanbul Film Festivali’nden Günlükler
Bir yönetmeni sadece bir filmle “kaçmaz” sınıfına yükseltmek riskli bir iş. Sinemanın son 15 yılına dalsak Thomas Vinterberg’inden Andrei Zvyagintsev’e parlak başlangıçlarının gerisini getirmekte zorlanan isimler buluruz. Ama izlemediğim (ve çoğunluğun da izlemediğini tahmin ettiğim) “Occident”ı bir kenara koyarsak Mungiu’nun “başlangıcı” sayacağımız film o kadar güçlüydü ki, tek başına bir yönetmene uzunca bir süre kredi sağlamaya yetecekti. “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”den bahsediyorum. İlk katmanında tokat gibi bir kürtaj hikayesi anlatan Mungiu, kurcalamayı seven seyircisine bireysel özgürlüklerin çöktüğü ve sosyal düzenin harap olduğu bir “distopya” da betimliyordu. İlk izleyişimden bu yana beş yıl geçti, bir daha görmedim, buna cesaret edebilecek miyim bilmiyorum ama “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”den sahneler, bıraktığı karanlık duygu hala ara ara zihnime akın etmekte. Sonsuza dek benimle kalacak o film. İzleyen pek çok kişinin de aynı hissettiğine eminim.
Yeni filmi “Tepelerin Ardında”da Mungiu adeta bir sonraki level’a geçmiş görünüyor. Temposu daha düşük, süresi daha uzun bir film bu. Yetimhanede büyüyen ve birbirlerine bağlanan Alina ve Voichita’nın öyküsünü anlatıyor Mungiu. Bu (tam olarak bilemediğimiz bir sürenin ardından) bir yeniden kavuşma ikili için. Alina Almanya’da çalışıyor, Voichita ise manastıra çekilmiş. İki buçuk saatlik filmin yaklaşık ilk 10 dakikasında anlatılan bu öykü, spoiler sayılmaz. Zaten Mungiu’nun sinemasında beni en çok çarpan şey bu belki de. Öykü başlayamıyor, başlayamamanın öyküsünü anlatıyor Mungiu. İçinden çıktığı Romanya toplumunun Türkiye’ye benzediğini oradan öğreniyoruz. Henüz “olamamış” bir toplumda “yapmaya” geçilemeyeceğini anlatıyor.
Yanlış anlaşılmasın, “Tepelerin Ardında” hiçbir şeyin olmadığı o “minimal” filmlerden değil. Çok çarpıcı bir senaryosu var. Manastırdaki Peder, diğer rahibeler, doktorlar, polis ve iki karakterimiz arasında kimseyi temize çıkarmayan ya da kimseyi kazığa oturtmayan bir üslubu var. (Filmden çıktığımda kimin iyi kimin kötü olduğuna dair yargımın eşimin fikirleriyle, ikimizin de Guardian eleştirmeni Peter Bradshaw’la1 birebir örtüşmediğini gördüm.) Zaten filmin Cannes’da ıslıklarla alkışların birbirine karıştığı gösterimler yaptığı da filmin ruhuyla paralel.
Kolay bir film değil “Tepelerin Ardında.” Evde oturup izlemeye kalktığınızda muhtemelen 150 dakikasını ara vermeden izlemeyi beceremediğinizi fark edeceksiniz. Bu yüzden yakında gösterime girdiğinde orada yakalamanızı öneririm. Son 20-25 dakikasında çabanızın karşılığını alacaksınız. Ve film sonrasında çok uzun yıllar birlikte taşıyacağınız bir öykü daha kazımış olacaksınız hafızanıza. – Çetin Cem Yılmaz
Bir kulak çok şey anlatmaz. Fakat bir kesik kulak ve David Lynch çok şey anlatır. Sinema kariyeri boyunca “Anlaşılmayan Filmlerin Unutulmaz Yönetmeni” apoletini sırtına alan Lynch, belki de kariyerinin en iyi filmi olan 86 yapımı Blue Velvet’in başında mutlu bir Amerikan kasabası profili çizer. Bahçeler sulanmakta, insanlar birbirine gülümsemekte, güneş tepeden caddeleri aydınlatmaktadır. Bir yakın plan her şeyi değiştirir. Çimlerin dibindeki kesik bir kulak parçası her şeyin habercisidir.
Bir iddia çok şey anlatmaz. Bir taciz iddiası ve Thomas Vinterberg çok şey anlatır. Danimarkalı yönetmen son filmi Jagten’de benzer bir açılış sahnesini gözler önüne koyuyor. Mutlu, dayanışma ve yoldaşlık içindeki bir Kuzey Avrupa kasabası. Her şey yolunda gitmekte, erkekler beraber avlanmaya çıkmakta, aileler içindeki küçük sorunlar komşuların da yardımıyla çözülmektedir. İdeal. Mükemmel. Saf. Temiz. Her şeyi bozan bir taciz suçlaması olur. Küçük bir kız, anaokulunda öğretmenlik yapan 42 yaşındaki Lucas’ın kendisini cinsel anlamda istismar ettiğini söyler ve her şey karışır.
Festen ile Avrupa sinema tarihinin en önemli yapıtlarından birini verdiğinde 29 yaşındaydı Vinterberg. Yakışıklı, sarı saçlı, havalı, zengin bir genç olarak bir de başyapıt yapmayı becermişti. Dışarıdan bakınca rüya gibi gelen bu tablo aslında onun kabusu oldu. Festen kariyerinin devamında peşinden geldi. Herkes ondan yeni Festen’ler beklerken aslında Avrupa sinema geleneğinin ne kadar dışında bir adam olduğunu göremedi. Bir zamanlar sanat düşkünü bir züppe izlenimi verse de kimse aslında sadece hikayesini, kendi hikayelerini anlatmaktan başka derdi olmadığını göremedi. Her fırsatta kendi toplumundaki geleneksel değerlere oklarını çevirdiğini ama bunu Lars von Trier gibi “Bakın ben ne yapıyorum” tavrıyla değil daha elegan ve cool yaptığını fark edemedi.
Jagten, Festen’in benzeri ve tersi. İki filmde de cinsel istismar her şeyin merkezi. Suçlamalar, kınamalar, kutlamalar. Çürümenin aile içinden başladığı bir dünya. Çürümenin aile içinden başladığının kabul edilmediği bir dünya. Festen’den daha iyi değil. Fakat Vinterberg’in Festen olmasa da Avrupa sinemasının en büyük çağdaş sinemacılarından biri olduğunun kanıtı. Danimarkalı, bir daha 1998’deki gibi Steven Spielberg’le California’da yemek yemeyeceğini biliyor. Lâkin kendi hikayelerini anlattığı sürece İstanbul’da Kopenhag’da Berlin’de Toronto’da seyirci bulacak, hayran da…
Pauline Kael ünlü Blue Velvet film eleştirisinde sinema salonundan çıkan bir kadından alıntı yapar. Arkadaşı ile birlikte dışarı doğru yürüyen hanımefendi David Lynch’in marifetlerini yanına dönerek “Belki hasta ruhlu bir insan olabilirim. Fakat tekrar izlemek istiyorum” şeklinde anlatır.
Atlas Sineması’nda Thomas Vinterberg’in son filmi Jagten’in gösterimi bittiğinde arkamdaki beyefendi de heyecanlı bir şekilde arkadaşına şöyle diyordu: “Sigaraya yeniden başlayacağım.”
Hep beraber bir kesik kulak daha bulduk. Son olmayacak. – İnan Özdemir
“Acı”yı izlerken 1980’li yıllar Avrupa sineması aklınıza gelebilir. Benim aklıma Kieslowski başyapıtı “Öldürme Üzerine Küçük Bir Film” geldi mesela. Sadece “retro” renkleriyle ve baş karakteri Lee Kang-Do’nun Jacek Lazar’ı anımsatan saç stilinden değil bu paralellik. Sahne içindeki ritm duygusunu bozan ani kesmelere, her sekansta mutlaka yüze yakın plan alışlara, tedirgin edici müziğine, kısacası pek çok unsuruna rahatsız edici bir 80’ler tonu sinmiş “Acı”nın. Kim Ki-Duk’un tutturmak istediği duygunun bu olduğu açık zaten. İzleyiciyi sürekli sinema koltuğunun kolçağını sıktıracak, diken üstünde tutacak bir tonda ilerliyor filmi. Grafik olmayan şiddet sahneleri sayesinde gerçek bir patlamaya ulaştırmayan, hep içinizi dolduran bir yoğunlukla götürüyor. Anlattıkları da zaten kolay yenilir yutulur şeyler değil. Neredeyse her sahnesinde bir demir leblebi geçiyor boğazınızdan. Ama “Acı”yı önemli bir film yapan da her sahnede ahlak, şiddet, aile, insani (veya hayvani) dürtüler, hatta ekonomi veya politika üzerine düşündürecek bir başka şoke edici “done” sunması. Ama Kim Ki-Duk’un yaptığı, nihayetinde izleyicisini getirmeye çalıştığı fikri veya duygusal bir noktaya ulaştırmak değil. İzleyiciden tek talep ettiği biraz sabır ve bir kayığa biner gibi filmin içine girmesi. Bunu başarırsanız o kayığın içinde sağa sola dalgalanır gibi “Acı”nın akışına bırakabiliyorsunuz kendinizi. Tezini dikte etmeye çalışmıyor Kim Ki-Duk, aslında son derece çizgisel bir öykü anlatıyor. Ama stili o kadar baskın ki, bunun farkına epeyi geç varıyorsunuz. Ve nihayetinde o öykü de sizi stili kadar çarpıyor. Kim Ki-Duk’u “Boş Ev” benzeri “naif” orta dönem filmleriyle sevenler için zor ama bir o kadar da olumlu anlamda şaşırtıcı bir tecrübe “Acı.” Kesinlikle yılın en iyilerinden ve Güney Koreli üstadın son yıllarda düşen formunu yeniden yükseltmesi açısından sevindirici de. – Çetin Cem Yılmaz
Yıllarca vazgeçmediğim bir festival ritüelidir. Bilet satışından önceki gece kitapçık üzerinde uyuyakalır, kuyrukta altın değerinde sıralar kaybederdim. Çok aptalca gözükse de bir kere bile pişman olduğumu hatırlamıyorum. O gecenin sihri kontrolü devralır ve doğru biletleri elinde bulursun… Compliance ilk turda iki çentik attığım filmlerdendi, biraz gezintiden sonra soru işaretli bir üçüncü çentiği de hak ettiğini düşündüm. Zira damağına güvendiğim adamların üzerinde fikir birliğine varamadığı filmler beni hep çekmiştir, fazla önyargı da yüklenmeden görüp kendi fikrimin hangi tarafa daha yakın durduğunu ölçme isteği ağır basar. Yeteri kadar sağıldığını düşündüğüm bir konunun üzerine ‘tamamıyla gerçek olaylara dayalıdır’ ibaresinden fazlasını koyamamış gözüken bir filme bu yüzden +1 kontenjanından biletimi aldım. Amerikan taşrasından çıkmış bir ‘prank call’ filmi. Geçen sene gördüğüm en iyi üç filmden biri olan Martha Marcy May Marlene referansları2 dikkat çekici ve 14 yaşındayken beni deli gibi geren Phone Booth’tan daha fazlasını bulmayı umuyorum. Çünkü artık 24 yaşındayım.
Kitapçık klasikleri içinde en sevdiklerimdendir: “Gösterildiği her festivalde izleyicileri ikiye bölen film…” Compliance için de geçerli bir klişe bu, Sundance’te kitleleri üçe dörde bölmüş. Beğenip beğenmeyenler dışında, burunlarına gelen mizojini kokusundan hoşlanmayanlar ve bu ‘çok gerçek’ hikayeyi anlatmak için sinemanın doğru araç olmadığını iddia edenler var. Her birinin kısmen anlaşılır argümanları var.
Film battal boydaki BASED ON TRUE EVENTS hatırlatmasıyla açılıyor. Ohio’da bir fast food restoranında müdire olarak pek parlak bir hayat yaşamadığını fark edebildiğimiz Sandra’nın günlük problemlerine tanık oluyoruz. Genç ve güzel kasiyer Becky ile arasında iki boyutlu bir çatışma -üstü örtülü olarak da olsa- resmediliyor, yönetmenin yapmamızı istediği gibi bunları bir yere not ediyoruz. Ardından telefon çalıyor, polis departmanından yapıldığı söylenen bir arama bu. Ve Sandra’nın stresli gününe bir de hırsızlık suçlaması ekleniyor. Ne tesadüf ki suçlamanın adresi Becky. Otoriteye ilk itaatini kasiyerin ceplerini arayarak gerçekleştiren Sandra, her yeni gelen emirde biraz daha fazla çekince taşıyor olsa da ‘dostu ve arkadaşı’ Ohio polisiyle iş birliğinde geri adım atmıyor. Telefonun diğer ucundan gelen, ABD’nin çağdaş medeniyetler seviyesine onun gibi vatandaşlar sayesinde ulaşacağı yönündeki methiyeler de -görünen o ki- Sandra’ya farklı bir motivasyon olarak etki ediyor. Şair burada belli ki bir ABD mikrokosmosu yaratma iddiasında ve bana göre, filmin saygı duyulabilir bir meramı varsa -ne kadar iyi kotarıldığı ayrı bir soru olmakla beraber- burada karşımıza çıkıyor.3 Restoran yoğun bir günündeyken Sandra ‘önceliklerini’ hatırlıyor ve asli görevine dönüyor. Becky’yi gözetim altında tutmak için başkaları devreye giriyor, yönetmen klostrofobi kartını da bu dakikalarda oynuyor ve tuhaf açılardan çirkin yakın planlarla test ediliyoruz. Bunun vücudumuzda salgılanan adrenalin miktarını yukarı çekmesi umuluyor. Diğer çalışanlar iş birliği konusunda müdire kadar istekli gözükmeyince Sandra’nın nişanlısı göreve çağrılıyor. Üzerinde bir önlük parçasıyla kalmış çekici kızımızı mütereddit nişanlıyla aynı odada görünce, telefon sapıklarının huyunu da bildiğimizden -kelime buysa- bir cinsel gerilime çekildiğimizi kolaylıkla anlıyoruz. İşler çığırından çıkıyor, olaylar gelişiyor. Kurbanın hiç ikna edici olmayan reaksiyonlarını4 ise fazla sorgulamamalıyız, zira olay örgüsünün tamamıyla gerçek olduğu konusunda film ekibi çok hassas ve itiraz istemiyor. Olaylar nihai nahiyesine erdikten sonra bize davranışbilimci Stanley Milgram’ın altmışlı yıllardaki deneyleri ve bunun üzerine kurulu teoriler hatırlatılıyor. Aradaki adımlarda kaybolup yanlış yollara girme ihtimalimizi göze alamıyorlar ve bizim yerimize varılması gereken sonucu da ekrana yansıtıyorlar.
Sundance’teki farklı görüşlere bir de filmden sonra göz atıyorum.
beyoğlu’nda yanınıza yaklaşıp kadıköy dolmuşu için bozuk para isteyecekmiş imajıyla, prodigy’nin smack my bitch up klibini andıran bir gecenin ardından kendini nezarette bulan kahramanımız stebbi, tesadüfen ertesi sabah dazlak kafasındaki örümcek dövmesi, keçi sakalı ve “arkadaşlar damsız yardımcı olamıyoruz” demeyi öğrendiği takdirde ülkemizde de rahatlıkla iş yapabilecek cüssesiyle pek tekin durmayan birine rastlar. bu adam, stebbi’nin çocukluk arkadaşı toti’dir ve bu tesadüf, hakkındaki suçlamalardan kurtulmak için iyi bir avukat tutmaya parası yetmeyen bir öğrenci olan stebbi’nin, toti aracılığıyla reykjavik’in organize suç dünyasına, alice’in tavşan deliğine düşmesini andıran bir giriş yapmasını sağlar.
yönetmeni oskar thor axelsson’un henüz ilk filmi olduğunu öğrendiğim black’s game5, programa bakarken daha önce izlanda ataşemiz murat can ege’nin6 tanıştırdığı ve hiçbir filminde hayalkırıklığı yaratmayan dagur kari’nin yarattığı pozitif önyargının da etkisiyle, güvertesine çekili izlanda bayrağıyla ilgimi çekmişti. voksne mennesker ve the good heart’ı bir kenara koyarsak, kari’nin noi albinoi’deki sade anlatımı ve izlanda’nın doğal güzellikleri üzerine yerleştirdiği harika bir7 soundtrack düşünülünce, her çekik gözlüye japon dercesine bir reflekse neden oldu. ancak bu elbette bir dagur kari filmi değildi.
tamamen izlandalı oyuncuların yer aldığı filmin belki de tek tanıdık ismi prodüktör kartvizitiyle filme dirsek veren danimarkalı yönetmen nicolas winding refn. insanlığı mads mikkelsen’le tanıştırdığı ‘pusher’ üçlemesinden sonra, tom hardy’yi belki de inception ve dark knight rises gibi yıldız seviyesine çıktığı 9 haneli bütçeli filmlere hazırlayan ‘bronson’ veya ryan gosling’e o akrep işlemeli parlak ceketiyle yepyeni müritler kazandıran ve son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri olan ‘drive’ gibi sıkı filmler çekmeye devam eden refn’in burada da parmağı var gibi duruyor. fotoğraflık çekimler, renkli karakterler ve iyi bir soundtrack’e oturtulmuş “gangsterler dünyasında kontrolü dışında gelişen olaylara ve başına gelenlere engel olamayan ana karakterin hikayesi” her ne kadar kanı emilmiş bir konsept olsa da, çoğu zaman kendini izlettirir ve kült filmler çıkartır ki, black’s game’de bu filmlere bir hayli gönderme var. ama bir guy ritchie veya tarantino filmi havasıyla biraz esprili ve hızlı bir tempoyla ilerleyen film, hiç beklenmeyen bir anda tansiyonu geriyor ve biraz daha karanlık bir hal alıyor.
trainspotting, goodfellas, un prophete, pusher, cidade de deus gibi sağlam filmlerden etkilendiğini gizlemeyen axelsson’un black’s game’inde lola rennt ve layer cake havası da yok değil. tavşan deliğindeki alice rolünü fena kıvırmayan ana karakter stebbi (thor kristjansson), tüm manyaklıklarına rağmen favori karakteriniz olmaya aday toti (johannes haukur johannesson) ve tabi ki insanın tüylerini ürperten suç dehası bir sosyopat olan bruno (damon younger) – özellikle de son ikisi – gayet iyiler. tabi her hikayede olduğu gibi, yanlış kararlar almayı kolaylaştıran güzel kız kontenjanını dolduran kokain bağımlısı sarışın güzel dagny’yi (maria birta) de unutmamalı.
son olarak, filmde gördüğü ilk memenin ardından yerinden kalkıp kapıya yönelerek çok estetik bir sahnenin içine eden konservatif sinemasever arkadaş eğer şans eseri bu yazıyı okursa, ona da bu satırlar aracılığıyla kendisi kapıya ulaşana kadar kızın sigarasını yaktığını haber vermek isterim. acaba memeye mi karşıydı, sekse mi? sanırım hiçbir zaman bilemeyeceğiz. – Sedat Koç
Nişantaşı City’s’in içinde sinemayı bulamadıktan, salon içinde boş koltuklara keskin bakışlar attıktan ve tamamen sessiz geçen ilk dakikanın filmden mi yoksa teknik bir sorundan mı kaynaklandığı üzerine duyulan şüpheden sonra8 perdeden akan görüntülere bakmaya başladık. Söylenene göre Michel Gondry’nin yeni filmiydi.
Lisedeyken kendimizi rahat hissettiğimiz bir grup olsa da sanki bütün dönemle konuşacak ufak tefek şeylerimiz vardı. Kimseyle ortak nokta aramaya çalışmazdık. Zira o zamanlar aynı okulda veya aynı dönemde olmak birileriyle muhabbet kurmak için yeterliydi. Kimin halı sahacı, kimin kolpacı, kimin iddiacı, kimin basketçi olduğunu bilir, ona göre geyiğe başlardık. Medeniyeti ileriye taşıyacak tartışmalar değildi hiçbiri. Herkesin kafasında hayattan keyif almak, eğlenmek, dalgasına bakmak vardı.
Dazed and Confused ve Say Anything’in parti sahneleri o yüzden muhteşemdir. Bir odadan öbürüne geçerken 20 kişiye selam verilir ve büyüme denen o gereksiz olgu ile başlayan insan eleme, etrafa perdeleri çekip kendi halinde biri olma huyumuzu yüzümüze çarpıp durur. Açıkçası Biz ve Ben, gençlik filmi türünün bu öncü iki eserinden farklı bir işe kalkışmıyor. Bu sefer öğrencilerin tek ortak noktaları eve dönerken bindikleri ve okul servisine dönüştürdükleri belediye otobüsü. Hayatında bir kez bile olsa servisle okula gidip gelmiş biri için oldukça tanıdık bir ortam. Bir ayakkabının üzerindeki figürün g harfi mi yoksa 9 rakamı mı olduğu üzerine derin tartışmalara girilen, güreşe tutuşmanın en önemli sevgi göstergesi olarak kabul edildiği, yeni saç modeliyle servise binenin sosyal intiharı baştan göze aldığı garip bir fauna. O otobüsteki her öğrenci birbirini seviyor, sadece bunun farkına varamıyor. Üç aylık yaz tatili öncesi sadece bir “hoşçakal” ile otobüsten iniyorlar. İşin acı yanı belki seneye o otobüste kimseyle konuşmamayı tercih edecekler. Hata.
Bronx’ta büyüyen siyahi Amerikalıların sorunlarına ya da yeni nesil lise gençliğinin sığlığına tanık olmak istiyorsanız bu filmde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Filmekimi web sitesinde yer alan fazlaca süslenmiş film tanıtımını yazan kişinin bile “Ne yani, bu film şimdi sadece servisle eve dönmek hakkında mı?” diye soru sorduğunu duyabiliyorsunuz. Evet, sadece onun hakkında ve bu yüzden harika. – Cem Ünalan
2011’de Post Mortem’i büyük festivali benim adıma kapatması için seçmişim,9 bir buçuk sene sonra bu kez Filmekimi’ni bir Pablo Larraín filmiyle açıyorum. “Cannes’da büyük beğeni toplayan”, “eleştirmenlerden tam not alan”, “gibi büyük ustaların izinden gittiğini bir kez daha gösteren” filmlerdense daha garanti bir seçim ve Larraín’in Şili tarihinde çıktığı ‘arkeolojik’ gezinti içerisinde yarattığı kişisel devam çizgisini takip etmekten hoşlandığımı biliyorum. Bunun yanında elde kalan sinemaların muhtemelen en iyisindeyim. En azından hala Beyoğlu’ndayım ve boyun fıtığı korkum minimum düzeyde.
No’dan haberdar olduğumda dikkatimi çeken iki şey var. Birincisi Larraín’in önceki iki filminde ana figüre can vermek için seçtiği ve büyük bir uyum içinde çalıştığı Alfredo Castro bu kez yan rolde. Çünkü şehre daha yakışıklı bir çocuk gelmiş. Evet, Gael Garcia Bernal. Daha sonra fark ediyorum ki hikayenin merkezinde Tony Manero veya Post Mortem’de olduğu gibi politik açıdan yönsüz sayılabilecek bir karakter var, fakat aynı zamanda çok farklı bir şekilde yönsüz. Diktatörlük Rene’nin anne babasının hayatlarına şekil vermiş olsa da, kendisi uzun zamandır bu hikayeyi çok dışarıdan izliyor. ABD’de yaşayan bir reklamcının gözüyle. Ülkeye geri döndüğünde sokaklarda kaykayıyla dolaşıyor, Mad Men’den fırlamış gibi duran bazı repliklerle kola reklamları hazırlıyor. “Bayanlar baylar, Şili geleceğe artık böyle bakıyor.” Castro bu rol için yeterince Amerikalı değil ya da fazla çirkin. Film boyunca sevmekle nefret etmek arasında gidip geldiğimiz, Rene’nin patronu olan ve bir yandan da diktatör yanlısı propagandayı yöneten adam olmak ona daha çok yakışıyor. Bu arada Tony Manero’da karakteri esir alan güçlü bir bireysel faşizmi somutlaştıran, Post Mortem’deki rolünde ise neredeyse gerçek dışı gelen apolitizminin gölgesinde gizli bir faşist geçmiş aratan Castro’nun bu yeni rolündeki apaçık siyasi kimliği de o devam çizgisi içerisinde daha büyük bir anlam kazanabilir.
Bir diğer farklılık, sırasıyla 1978 ve 1973 yıllarındaki durumu resmeden önceki iki filminden sonra takvimler bu kez 1988’i gösteriyor. Augusto Pinochet’nin yönetime devam edip etmemesi için ABD güdümüyle düzenlenen bir referandum var ve diktatör hiç olmadığı kadar güçsüz. İlk iki filmde seyirciye tüm olan biteni onlarla birlikte izleyen bir Pinochet’yi duyumsamanın tedirginliği eşlik ediyorken, bu kez Pinochet olaylar üzerinde eski kudretine sahip olmayan bir hayalet olarak dolaşıyor salonun içerisinde.10 Röportajlarında devamlı olarak No’nun triloji için bir (mutlu) son vazifesi göreceğini umduğunu söylüyor Larraín, bir arkeolog gibi çalıştığı bu tarihsel hesaplaşmanın finalini yapmak istemesinin kişisel sebepleri de var. Her ne kadar filmlerinde ele aldığı rejim sorulduğunda, Şilili edebiyatçı Alejandro Zambra’yı alıntılayıp “Ben bir diktatörlük altında büyüdüm. İlk kelimemi bir diktatörlük altında söyledim, ilk kitabımı bir diktatörlük altında okudum” dese de aslında olan biteni ancak 15-16 yaşlarında fark edebildiğini itiraf ediyor. Zira Larraín sağcı bir senatörün oğlu, özel okullara gönderiliyor ve rejimin yarattığı o büyük acılarla hiçbir zaman göz göze gelmek zorunda kalmadan izole bir hayat sürebiliyor. Gerçekten bu konuyla ilgilenmeye başladığında ise bunu deneyimleyebilmek için artık çok geç, zira Pinochet artık Casper’dan daha az korkutucu bir hayalet. Bu filmlerle amacı bu eksikliği bir ölçüde de olsa doldurmak, en azından neler yaşandığını anlamak. Üçüncü filminden sonra ise o korkunç yılların gizeminin görünmez bir gerçeklik olduğunu, bin tane dönem filmi çekse bile bunu anlamakta ve anlatmakta başarısız olacağına ikna olduğunu söylüyor. Belki de sadece, ülkeden çok fazla yetkin sinemacı çıkmazken, bu ‘resmi tarihçi’ kimliği üzerine fazla yapışmadan kurtulmak istiyor ve bunu havalı bir şekilde dile getirmeye çalışıyor.
Farklılıklarına rağmen bu bir Larraín filmi. Yakın zamanda İşçi Filmleri Festivali’nde izlediğim Tambien la lluvia’daki genç yönetmen rolü aklıma gelince, Bernal’in bu film için çok isabetli bir hazırlık maçı ayarladığını düşünüyorum. Yani denkleme dahil oluş şeklinde eğreti duran hiçbir şey yok. Larraín filmine gelmeden önce ekstra birkaç saat uykuyla önlemimizi almış olsak da yine göz acıtan cıngıllar karşılıyor bizi ve sonrasında tüm yalınlıklarıyla arşivden çıkarılmış propaganda filmleri. Hikayeye eşlik eden görüntüler de eskitilmiş. Televizyon önünde bizim göz acıtacak kadar çirkin bulduğumuz görüntüleri izlerken Rene, kendisinin de 24 yıl sonrasının perspektifinde benzer bir görüntüye dönüşeceğinin ayırdında gibi duruyor ve o anda başlangıçta zerre kadar inanmadığı kampanyanın gerçekten bir parçası haline geliyor. Tıpkı Post Mortem’deki Mario gibi, kutlamalar sırasında kalabalıktan biri olan o sosyalizm ve komünizmi birbirinden ayırmaktan aciz adamın nasıl bir fark yarattığını anlıyorsunuz. – Cem Pekdoğru
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane