Yazıhane jürisi seçiyor! Dünüyle, bugünüyle bazıları sinema tarihine, pek çoğu kişisel tarihimize iz bırakan, geceleri uykumuzu kaçıran karakterler…
İlk kısmı bugün, arkası yarın yapalım, “Tefrika-i Müteferrika” halimize dem vuralım dedik.
Sinema tarihinde katiller pek çeşitli gereçler kullanmıştır kurbanlarını öldürmek için. Peşine düştüğü kadınları, sürekli kayıttaki kamerasının tripoduyla öldüren, ölmek üzere olan kişinin duyduğu dehşeti artırmak için ona aynadan kendi ölümünü seyrettiren Mark Lewis, sinema izleyicisiyle rahatsızlık verici bir ortak noktaya sahiptir: Röntgencilik. Korku üzerine çalışan psikolog babası, Mark’ın çocukluğunu acımasız deneylerle zehir ettiği yetmezmiş gibi, öldükten sonra bile onu izliyor gibidir. Film boyunca kimin bakış açısı olduğunu anlayamadığımız, sahneleri tepeden gören planlarla babanın baskısını hissederiz. Yönetmen olmak isteyen Mark, çekingen tabiatını fotoğraf makinesi ve kamerasıyla aşmaktadır. Normalde yaklaşamayacağı insanlara, artık bir uzva dönüşmüş vizörünün sağladığı güven ve meşruiyet duygusuyla yaklaşır. Tıpkı perdede nice ölümü aynı meşruiyet duygusuyla gözünü kırpmadan izleyen sinefil gibi. Pelikülün gerçekliğin üzerine çektiği tabaka rahatlatıcıdır. Nihayetinde perdedeki bir “film”dir ve Lewis’in büyük eseri, babasının deneylerini andıran bir belgeseldir. Babası gibi o da filmlerinde dublör kullanmamaktadır. (Yönetmenin seçimine saygı duymaktan başka ne gelir elden?)
Alt kattaki sessiz sakin ve efendi komşunuz kadar kendi halinde bir tiptir Mark Lewis. Herkesin küçük takıntıları vardır. Örneğin ben kırtasiye malzemesi biriktiririm, Mark Lewis film makaralarını. Ben insanların canlı ifadelerini yakalamaya çalışırım, Mark Lewis ölüm korkusunu. İkimiz de vizörden bakmayı severiz ve sanıyorum hepimiz sinemadan zevk alıyoruz. Bu denli sıradan zevkleri olan bir adam işte Mark, tek kusuru kendini filme fazla kaptırması. Öyle ki, kendi auteur sinemasının esiri oluyor, korku arayışı çığrından çıkıyor. Yine de polis kapısına dayandığında kendi cinayet silahıyla intiharını kaydederek belgeselini sonlandıracak kadar iş disiplinine sahip. Dediğim gibi, dublör kullanmayı tercih etmeyen bir katil/kurban o.
Parodi amacı taşımayan hiçbir filmde kötü adamın bizzat filmi yapanlar tarafından “kötü” olarak damgalandıktan sonra sunulduğunu görmeyiz. Bunun benim bildiğim tek istisnası Sergio Leone’nin efsanevi “İyi Kötü Çirkin”inde. Leone’nin dolar üçlemesinin bir önceki filmi olan “Birkaç Dolar İçin” filminde iyi adamı oynayan Lee Van Cleef bu filmde tam tersine adıyla sanıyla kötüyü oynamıştı.
Ama Van Cleef’in başarıyla canlandırdığı bu karakter, tüm zamanını kötülük düşünerek geçiren tiplerden değildi. Hatta iyi ve çirkine nazaran toplumda en fazla kabul gören, yerini bulmuş kişiydi diyebiliriz. Düzenli bir işi olan (kiralık katil) ve işini iyi yapan (param ödendiyse işimi mutlaka bitiririm) tek kişi oydu belki de. Bu anlattıklarım onu kötü olarak nitelemeye yetebilir, ama diğer karakterlerin hiç de sütten çıkmış ak kaşık olmadıklarını düşünürsek Angel Eyes’ın mutlak kötülük derecesi biraz düşüyor. Aslında bu filmi çok sevmemin en büyük nedeni de bu diyebilirim, ne iyinin çok iyi, ne de kötünün mutlak kötü olması. (Çirkine laf yok, o baştan sona çirkin, bu nedenle diğer ikisinden biraz ayrılıyor)
Yalnız bir nokta var ki, kötüyü kötüden ziyade tüm modern görüntüsüne rağmen vahşi olarak tanımlamaya yetiyor. O da istisnasız ve alabildiğine soğukkanlı bir şekilde işini görüyor olması. Hedefe giden yolda her şey mübahtır anlayışıyla hareket ediyor, filmin en başında karakterleri tanıtan bölümde gösterilenler aslında onu çok iyi bir şekilde özetliyor. Para için yapmayacağı şey olmayan, aynı zamanda karşılığını vermeden hiçbir şeyi kabul etmeyen bu “prensipli” kötüyü benim gözümde biraz fazla ideal kılıyor. Yani hiçbir kötü bu kadar sözüne sadık olmaz, nitekim film boyunca dayak, işkence, cinayet, hem de arada masum insanların cinayetine bulaşmış bu adamın kötü değil, sadece duygusuz bir vahşi olduğunu söyleyebiliriz.
Film büyük çoğunlukla iyi ve çirkinin üzerinden dönse de kötü, sacayağın kesinlikle olması gereken bir bacağı ve onsuz mutlaka bir şeyler eksik kalacaktı. Ve tabii ki o olmasaydı sinema tarihi, en özgün “kötü adam”ların birinden mahrum olacaktı.
Yapay zeka dediğimiz arkadaş bilim dünyasını ne kadar heyecanlandırıyorsa sanat camiasını da o kadar korkutur. Akıllı makinelerin dünyayı ele geçirdiği distopyalar (ele geçirip n’apacaklarsa), birçok yazarın, çizerin, yönetmenin fantezilerini süslemiştir. Bilim-kurgu üstatlarından Arthur C. Clarke ve imparator Stanley Kubrick’in de aklını fena hâlde kurcalamış bu konu yıllar yılı. Clarke’ın tırışka bir kısa hikayesinden feyzalarak gelmiş geçmiş en kafa karıştıran filmlerden birine imza atmaya karar vermişler sonunda. Tırnak içindeki sıkıcılığıyla meşhur 2001: A Space Odyssey’i ilk izlediğimde olayı kavrayabilecek algı düzeyinden çok uzaktaydım ve tahmin edileceği üzere bir iskim anlamadım. Fakat ne hikmetse o meşhur “evil” bilgisayar HAL 9000’i de (Trakyalılar AL diyor) unutamadım bir türlü. Filmde makineler dünyayı ele geçirmiyor belki ama HAL’ın eline fırsat geçse bir dakika düşünmezdi, kalıbımı basarım. Sinema perdesinde boy göstermiş bütün kötülere “hadi len” diyecek kadar kötüdür kendisi. Tatlı tatlı konuşur, sesinde dinginlik ve huzur vardır esasında. “Ne şirin bilgisayar! Bak ablası, şarkı da söylüyor” dersiniz tanımasanız. Oysa kafası hep hinliğe çalışır. Sürekli bir hesap kitap böyle, kötülükler. Pis. Adı bile bir gariptir. Yaratıcıları kabul etmese de, herkes ismin IBM’den birer harf geri gidilerek oluşturulduğuna emindir. (Halil’in kısaltması olduğunu iddia edenler de var.) En korkutucu ve tehlikeli yönü de son derece insani özellikler taşımasıdır. Filmin büyük resmine bakarak insan evriminin son halkası olarak da yorumlanabilir belki. Uymadı pek ama neyse. Zor film, zor.
Borg aslında bir ırk. Ancak tekil bir benliğe sahipler. Zaten tüm amaçları da bu tekil benliği geliştirmek ve zenginleştirmek. Bunun için başka ırk ve toplumları asimile ederek kendilerinin bir parçası haline getiriyorlar. Borg her ne kadar bir bilimkurgu öge olsa da aslında bizim bildiğimiz tüm korkuların en derin ve yalın olanıyla tehdit ediyor bizi. İnsanı diğer tüm bilinen canlılardan ayıran, bizi özel kılan temel ögeyi yok etmek istiyor. Amacı bireyselliği ortadan kaldırıp, insanın benliğini tamamen ele geçirerek onu boş bir bedene ve bilinci olmayan bir köleye dönüştürmek. Ölümden beter bir yazgı koyuyor önümüze. Onu dünyaları, insanları yok eden diğer sayısız canlıdan ayıran da bu. Mutlak kölelik. Beyni işlevsiz kılıp bedeni bir kuklaya dönüştüren en korkunç yazgıyla tehdit ediyor varlığımızı. Duygu yok, düşünce yok…
Karşılaştıkları toplumlara karşı verdikleri ultimatom zaten her şeyi anlatıyor.
We are the Borg
Lower your shields and surrender your ships
We’ll add your biological and technological distinctiveness to our own
Your culture will adapt to service us
Resistance is futile
Biz Borg’uz
Kalkanlarınızı indirin ve gemilerinizi teslim edin
Biyolojik ve teknolojik farklılıklarınızı kendimize ekleyeceğiz.
Kültürünüz bize hizmet etmek için değiştirilecek
Direnmek anlamsız.
Alışılageldik kötü karakterler gibi direkt olarak ana karakterin hayatına direkt olarak etki etmiyor gibi gözükse de, reyting uğruna bir insanın hayatıyla oynamaktan kaçınmayan, egosunun da getirisiyle bir hayatı bitirebilecek kadar gaddar olan bir adam Christof.
Christof’u yazacağım dediğimde Yücel; “süper, hem esas kötünün aslında yönetmen olduğu mesajını da taşıyan bir karakter” demişti. Kötü karakteri senarist yazsa da, onu mümkün olduğunca çirkin gösteren ve seyircinin nefret etmesini sağlayan yönetmendir aslında. Bunun yanında, Christof üzerinden “medya patronlarının insan hayatını manipüle etmesi” konusu benim daha da ilgimi çekiyor.
Truman’ın hayatının hep aynı olmasını, rutinden hiç kopmamasını sağlamaktı Christof’un görevi ve istediği. İnsanlar gerçek bir hayatı, tekdüze bir hayatın gerçekliğini an be an yaşayabilsin diye sabit bir yaşamda tutmaktaydı ellerindeki karakteri. Bugün çoğu televizyonda yapılan, medyanın özellikle yönetimler tarafından kullanılma yöntemi de bu belki de; düz, dış dünyayla ilişkisi kopuk, kendi hayatında, dış dünyada ne olduğunu bilmedikleri için mutlu insanlar.
Truman olayları anlamaya başladığında Christof’un tüm kötülüğünü görmeye başlarız. Truman’ın hayatındaki, etrafındaki herkesi ona karşı yapar, elindeki tüm imkanları kullanıp duygularıyla oynar, belki de reyting için diye çıldırtmaya çalışır onu. Truman’ın kaçışında yaptıkları ve son diyaloglarıysa klasik bir “kötü” egosu gösterimidir. “Benim başlattığım hayatı gerekirse ben bitiririm” diyerek teknesini batırmaya, onu stüdyoda tutmaya çalışır, ancak başaramaz. İşte tam burada, Truman çıkış kapısını açtığında kötü karakter egosu girer içeri.
“Sana yarattığım dünyadan daha gerçeği yok dışarıda. Burada korkmana gerek yok. Seni anlıyorum, senin hayatını izledim, ilk adımını atışını, okula başladığın zamanı… Seni tanıyorum. Sen burayı terk edemezsin (gülerek), buraya aitsin, sen bana aitsin.”
Truman’ı, istemediği bir hayata zorlayan, kendi hayat rutini bozulmasın diye bir insanın hayatıyla oynayan gerçek bir kötü. Hem nitelik anlamında, hem de nicelik anlamında, gerçek bir kötü.”
Sinema tarihinin en akıl almaz kötülerini sıralamamız istendiğinde saydıklarımız, genellikle yönetmenin masaya oturup hiçbir şekilde empati kurulamayacak bir karakter yaratma sürecinin birer ürünüdür. Claude Chabrol filmografisinde böylelerine pek rastlayamayız. Bu tanıma en yaklaşmış gözüken Popaul (Le boucher, 1970) bile yer yer kendinizi saflarına katılmaktan alıkoyamadığınız bir karakterdir aslında. Isabelle Huppert’in üper oyunculuğuyla can bulan Mika da idealize edilmiş bir kötü değil. Tüm o burjuva asaleti ve kırılganlığının arkasında gizlenen kadın, modern toplumda örtbas edilmeye çalışılan, bazen gizli bir sözleşme imzalamışçasına görmezden gelinen ve kimi zaman bu yolla yüceltilen bir kötülükten muzdarip. Özel bir anda hayatındaki kadında yansımalarını görüp duralayabileceğin bir kötülük. O yüzden daha ürpertici ve belki daha gerçek.
“Bir yazı-tura atışında en çok ne kaybettin?”
Anton Chigurh için basit bir soru olabilir ama cevap verenler için o kadar da basit bir kumar değil. ‘No Country For Old Men’in kötü adamı, sıradan bir katilin çok ötesinde. Javier Bardem’in hayat verdiği karakter; gerek tarzı, gerek The Kinks üyelerini andıran saçı, gerek kullandığı silahıyla sinema tarihinin en kült figürlerinden biri. En azından benim için. Şiddet ve nedenleri, akademik platformda bile keskin sınırlar içinde ele alınamayan bir konuyken, Anton Chigurh’un kader dağıtan tavrı ve kurbanlarını seçmedeki gelişigüzel yaklaşımı, mevzuyu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Normal şartlarda bize sunulan katil profillerinde yazılanlar bellidir; geçmişinden kötü bir iz, belki intikam duygusu, öfke kontrolünde zayıflık ve bunun gibi şeyler işte… Chigurh’un skalası ise daha geniş, daha keyfekeder. Yolda önüne çıkan birine yüzde elli yaşama hakkı tanıyacak kadar ‘tanrı kompleksli’ olabilir ya da iş gereği yüklü bir para uğruna karşısına çıkan herkesi büyük bir soğukkanlılıkla yok edebilir. Ve bunu o kadar doğal, o kadar dingin, o kadar gündelik hayatın bir parçasıymışçasına yapar ki; izleyiciyi ürküten, etkileyen, tedirgin eden de bu soğukkanlılık olur. Sonuçta, kurbanlarının kanına ayakkabılarının değmemesine özen gösterecek kadar titiz bir katilden bahsediyoruz. Filmde Chigurh’un geçmişine dair bir bilgi yok, izleyiciye sunulan portre filmle başlayıp filmle bitiyor. Ve belki, bu bilinmezlik de Chigurh efsanesine katkıda bulunuyor. Ancak bir kez daha altını çizmekte fayda var; -Coen’lerin senaryosuna saygım bir yana- efsaneyi asıl yaratan, Javier Bardem’in kusursuz oyunculuğu. Yoksa, elinde oksijen tüpüyle gezen bir katili ne kadar ciddiye alabilirsiniz ki?
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane