ISLINGTON AZİZİ

Corley Miller • The Guardian

Takvimler Kasım ayını gösterirken Arsenal’de işler kötü gidiyordu: Şampiyonlar Ligi’nin iddiasız ekiplerinden Anderlecht karşısında kendi evlerinde oynadıkları maçın son yarım saatinde üç gol yiyip beraberliği zor kurtarmışlar, Swansea deplasmanında öne geçmelerine rağmen kaybetmişler ve Manchester United’ın sadece iki isabetli şut atmasına müsaade edip dokuz kez rakip kaleyi yoklamalarına rağmen kendi evlerinde kaybeden taraf olmuşlardı. Aslında yaşananların hiçbiri çok da şaşırtıcı değildi ve bazı Arsenal taraftarlarına göre sorun da buydu zaten: Arsène Wenger’in ekibi geçtiğimiz 10 yıldır, Avrupa’nın en iyi futbolcularından ve en kötü winnerlarından oluşuyordu.

Niko Yenibayrak

@nikoskrijelj

Anıl Can Sedef

@acsedef
Brooklyn'de yaşayan Corley Miller'ın bu yazısı Eight by Eight dergisinin 5. sayısında ve Nisan 2015'te The Guardian'da yayımlandı. Niko ve Anıl, Yazıhane için Türkçe’ye çevirdi.
Arsène muhaliflerini öfkelendiren diğer bir şey ise (bırakın tek maçta alınan kötü bir sonucu) üst üste gelen üç puan kaybından sonra bile, Wenger’in basın toplantılarında herkesin beklediği o doğaçlama öfke patlamalarını sergilemeyi ısrarla reddetmesiydi. Bugünlerde birçok büyük takım menajeri sosyopatlardan farksız. Taraftar ve medya, Mourinhomsu çaresizliği ya da Ferguson usulü suçlamaları gerekli birer ritüel olarak görüyor: öfke nöbetleri, hızla yaklaşan başarının habercisi sayılıyor.
Arsène ise röportajlarda kendinden asla ödün vermiyor. Dikkatle dinliyor, kilise ayininde söylenenlere kulak verirken kafasını sallayan okullu bir çocuk gibi başı yerde, yukarıya doğru kaçamak bakışlar atıp gözlerini kameranın arkasına doğru dikiyor ve aksanlı Fransız İngilizcesiyle yanıtlarını veriyor. Düşünceli olduğu anlarda başı bir rahip gibi sallanıyor. Oyuncularından bahsederken samimi, ne sorulduğunu anlamazsa alaycı ve Mesut Özil gibi bir transfer yaptığı zamanlarda da kendinden emin bir tebessümle gülümsüyor.
Hepsinden önemlisi, Arsène her zaman soğukkanlılığını koruyor. Arsenal menajeri olarak geçirdiği 17 senede Vatikanlı rahipler kadar ketum biri olup çıkmış. United maçından sonra şöyle diyor: “Çok kaliteli bir oyun oynadık. Maçı rahatça kazanabilirdik. İnancımızı ve güvenimizi korumalıyız.” Tam manasıyla Wenger’e özgü açıklamalardı bunlar. Fransız menajer her zamanki gibi anlayışlıydı (son üç maçın ikisinde öne geçmişlerdi, United maçında da kendi kalelerine gol atana kadar maça hakim olan taraftılar) ve Wenger, taraftarları rahatlatmak için bir şeyler söylemek yerine kadro içerisindeki inancı korumanın gerekliliğine vurgu yapıyordu. Ama sürekli olarak “Buna da şükür” diyip yeni sezonun formasını almak ve her hafta yine aynı teraneye katlanmak, bir taraftarın sinirlerini zıplatabiliyor.
İyisiyle kötüsüyle, Wenger böyle: Islington Azizi, Papa Arsène, Premier Lig’in son büyülü mükemmeliyetçisi, güzel oyunun son şövalyesi, son Katoliği. Bu lakapların sebebi 65 yaşında olması, bolluk içindeki bir kulübü yönetmesi ya da sessiz sedasız bir politikayla hareket etmesi değil. Arsenal taraftarlarının bir kısmının onu kusursuz bir teknik direktör, başka bir kısmının da işe yaramaz bir bunak olarak görmesi de değil. Tek bir sebep var, o da, inancı. Başarıdan ötede duran bir hakikate olan itikadı; faziletin, büyünün ve güzelliğin müzedeki kupalardan daha değerli olduğu iddiasındaki sarsılmaz inadı.
Oysa, bir zamanlar başarıyla güzellik arasında bir seçim yapması gerekmiyordu. 1998’de onu ilk Premier Lig şampiyonluğuna taşıyan ekip, ardından da bu başarıyı namağlup bir şekilde tekrarlayan 2003-04’ün meşhur Yenilmezler’i; hem güzel hem de dominant takımlardı. Wenger gelecekten gelen bir mesih gibi görülüyordu. Arsenal takım otobüsünde Mars Bars yemenin yasak olması ve hızlı pasların üst üste kupalar getirmesi gibi detaylar sayesinde futbolda imtina ve inceliğin simgesine dönüşüyordu.
Arsène’in bir sonraki ince planı, işin mutfağındaki sürekliliği sağlamak olacaktı. Arsenal tecrübeli oyunculara gereksiz paralar harcamak yerine gelecek vadeden harika çocukları yetiştirecek, artırdığı paraları da küçük evi Highbury’nin yerine dev bir stadyum yapmak için kullanacak; bu sayede dünya futbolunun elitler kulübüne girebilmek için gerekli finansal altyapıyı oluşturacaktı. Ancak 2003’te tam da Arsène, Emirates kredisinin ilk taksitlerini ödemeye başlamışken Roman Abramoviç oyuna dahil oldu. Rus iş adamının astronomik paralar harcama kültürünü Londra’ya getirmesiyle, Arsenal kapitalist bütçe eşitsizliğinin yarattığı ortadirek futbol sınıfında kayboldu. Önceki 10 yıl boyunca Marksist bir yatırım misali umut dağıtan Arsenal, sonraki 10 yılda Dickens romanlarından fırlamış bir orta saha yetimhanesine dönüştü; tecrübesiz genç hücumcular geliyor ancak biraz olsun palazlandıklarında gözleri dışarıya kaymaya başlıyordu.
Yine de stadyumun inşa edildiği dönem, Arsène’in kendi ifadesiyle “kariyerinin en hassas ve önemli dönemiydi.” 1996’da Arsène’in Londra’ya geldiği gün, UEFA Kupası (yani bugünün Avrupa Ligi) Arsenal gibi kulüplerle doluydu. Saygıdeğer kimselerin sahibi olduğu, eski ama kutsal stadyumlarda oynayan, arada bir yetenekli bir Hollandalı için çekine çekine de olsa birkaç milyon harcayıp her 10 yılda bir ya da iki kupada iddialı olmaktan memnun, gerideki sağlam dörtlüsüne güvenen, müzedeki eski kupalarla övünüp duran, yürekli ama yaşlı ve her şeye rağmen iddialı takımlardan biriydi Gunners.
Arsène bu sıradan geleceğe razı olmadı. Finansal açıdan devrimsel nitelikte bir stadyum inşa ederken bir yandan da (inanması zor ama) kulübü Şampiyonlar Ligi seviyesinde tutmayı başardı. Bir yandan da bu 10 yıllık kanaatkar dönem, kulübe yeni bir kimlik kazandırdı ya da kimliğini kaybetmesine sebep oldu. Kaç tane muhteşem kariyerli oyuncu bu planlar için satıldı, Yenilmezler’den kaç oyuncu bu planlar yüzünden Arsenal’de değil de kendilerini transfer eden başka kulüplerde emekli oldu... Bunları düşününce, ikinci ihtimalden söz etmemek mümkün değil. Diğer ekiplerin Giggs’leri, Gerrard’ları, Terry’leri var; Arsenal’deyse yalnızca Arsène: ayaklı bir kannuname, amberde kısılıp kalmış bir sinek, Arsenal’in Graham ve Chapman gibi efsaneleriyle arasındaki son bağ.
Onu kulüp için Papa kadar önemli yapan şey, 2004-2014 arasındaki dönem; ama çok zorlu günler geçirdiğini de unutmamak gerek. Sky’a ya da NBC’ye konuşurken Arsenal’in şu anki durumundan memnun olduğunu söylüyor ama Arsène gibi ligi namağlup kazanacak kadar hırslı ve zeminlerin çim boyu konusunda tüm ligi kapsayan bir standart getirilmesi gerektiğini söyleyecek kadar mükemmeliyetçi bir adamın 10 yıl boyunca arada bir dördüncü olup Mourinho ve Mancini’nin kupaları kaldırmasını izlemekten memnun olması gerçekten mümkün mü?
Diğer yandan, Wenger her şeyden çok oyuncularının gelişimden mutlu oluyor gibi. Bu yıllar boyunca onu en çok üzen şey Cesc, Robin ve Samir gibi neredeyse manevi oğlu sayılabilecek oyuncuları, tam potansiyellerini gerçeğe dönüştürürken kaybetmek olmalı.
Tüm bunlara rağmen inancını kaybetmediğinin kanıtı ise Arsenal’dan ayrılmamış olması. Manchester City, Arsenal’ın tüm kadrosunu transfer ettiği sezonlardan birinde onunla da anlaşabilirdi. Madrid, Bayern ya da PSG... Hangisine giderse gitsin, her yaz 100 milyon poundluk bir transfer bütçesi emrinde, Şampiyonlar Ligi’ni kazanma şansı daha yüksek olurdu. Dünyanın en iyi oyuncularının ayrıldığı bir kulüpte değil, onların geldiği bir takımda olurdu. Neden kaldı o zaman? Acı çekmeye razı olmak bir inanç göstergesidir. Örneğin, Mourinho’nun her şeye işleviyle değer biçilen dünyasında böylesi kanaatkar bir projenin başında olmanın ya da Abou Diaby’yi kadroda tutmanın bir anlamı yoktur. Diaby çok kaliteli ve karakterli bir oyuncu olmasına rağmen, Arsenal seviyesindeki başka herhangi bir kulüpte son dört sezonda sadece 22 maça çıksa gönderilirdi. Kalmasının sebebi ya takdire şayan bir sadakat ya da resmen sorumsuzluk. Cevabı size kalmış. Ama siz ne derseniz deyin, Arsène’in kararı çoktan belliydi; Arsenal’da kalacak, Diaby’den vazgeçmeyecek, bütün sıkıntılara göğüs gerecekti. Çünkü bir şeye inanıyordu: Arsenal “benim hayatımın kulübü” diyordu. Arsenal; ona şans vermiş, o da Arsenal’ın yeniden yapılanmasına kendini adamıştı. Arsenal’la o, en azından bugüne kadar, aynı yolda yürüyordu.

Kafaları karıştıran bir inanç

Arsène Wenger futbol sahası söz konusu olduğunda güzelliğe inanıyor. “Sadece kazanmak için değil, belli bir stile bağlı kalarak kazanmak için oynayanlar” diyor Arsène, “bana ilham vermiştir. Bir taraftar sabah uyanıp kendi kendine ‘Aaa! Bugün Arsenal’ın maçı var. Bugün harika bir şeye şahit olabilirim’ diye düşünüyorsa, işimi yapmışım demektir. O maçı kazanırsak, işimi çok iyi yapmışım demektir. Ama en azından insanlar için o seviyede olmayı denemek, duygusal anlamda güzel bir şeye şahit olmalarını sağlamak zorundayız.”
Buraya dikkat; asıl iş güzellik, zaferse yalnızca hoş bir ihtimal. Wenger karşıtlarının en yaygın ve şiddetli itirazları da bu damardan geliyor. Arsenal’in transfer, taktik ve kadro seçimlerinde devamlı olarak çok fazla mükemmeliyetçiliğe odaklandığı, rakiplerini saf dışı bırakmanın önemini göz ardı ettiği sıklıkla söyleniyor. Her sezon yaşanan çöküşler birbirinin aynı gibi. Sakat ve dar bir kadro ileride güzel bir oyunla hiç gol sıkıntısı çekmiyor ama sürekli kontrataktan, sekmeli çarpmalı çirkin goller yiyor. Çözüm için tavsiye, Arsène’in antrenörlük biçimini değiştirmesi. Güzellik hedefinin zafer için göz ardı edilmesi.
Güçlü bir argüman bu. Çünkü Arsenal son dönem nadiren de olsa ne zaman normalden daha pragmatik bir taktikle oynasa gayet iyi bir oyun sergiledi. Ocak ayında, son beş yılın ligdeki belki de en önemli sonucunu alarak Manchester City’yi 2-0 yendiklerinde Stoke’u hatırlatan bir oyun oynayıp topa sadece yüzde 35’le sahip oldular. 2003’ten bu yana deplasmanda oynayıp topa yüzde 43’ten az oranla sahip oldukları (yani deplasman takımı gibi oynadıkları) 8 maçta 22 puan toplayarak müthiş bir iş başardılar. Wenger, City galibiyeti sonrası itiraf ediyordu: pragmatik oyun tarzını oyuncuları istemişti. “Bazen takımın kendini güvende hissetmesi, taktiğinizin takımın hisleriyle uyumlu olması zorunludur.” Arsenal yine de oynadığı maçların çoğunda ilkelerinden ödün vermiyor; topa sahip olmaya, bol pasa ve güzel oyuna olan inancını sürdürüyor.
Bu inancı bir mantığa uydurmak zor. Çünkü futbol güzellik arayışı için gerçekten çok acayip bir mecra. Eller insan güzelliğinin ve niyetinin buluşma noktası: birincil ayırıcılar, kontrol edilebilen yakalayıcılar, yapıcılar ve uygulayıcılar. Ama futbolda ellerini kullanabilen yalnızca tek mevki var, o da oyunun en çaresiz kalınan anlarında bunu yapabiliyor. Diğer her şey ayaklarla yapılıyor, akla komik kazaları ve sınırlılığı getirip vücudu dengeleme uğraşına mahkum olmuş iki yumruyla, kalan zamanda da ayakta durmamıza yarayan iki uzantıyla...
Ayakların yetersizliği futbolun ilk ve en büyük günahı. Kimse bu garip hükümden kaçamıyor. Hücumcular topla oynamak, savunmacılarsa topla koşmak zorunda olduğundan 90 dakikalık bir maçın 88’i amaçsız bir itiş kakışla geçiyor. Ancak tasarlananların gerçeğe dönüştüğü o kalan dakikalarda, bu spor tarifsiz ve mucizevi bir güzellikle kendini gösteriyor. Alakasız üç nokta birleşip bir üçgen oluyor, beklenmedik bir boşluk açılıveriyor, kararlı bacaklar ileri doğru atılıyor. İşte bu anlarda, kısacık bir zaman için de olsa, futbolun mükemmeliyetle ilgili bir oyun olduğu sanrısına kapılmak mümkün.
Futbol güzelliğin nadiren gerçeğe dönüştüğü bir oyunsa, her Arsenal taraftarı bu nadir bulunan güzelliğe şahit olmanın bedelini biliyor: talihsizlikler. Her 1970 Brezilya, bir 1974 Hollanda’yla geliyor. Wilshere’in Norwich’e attığı golü; iki yıl süren bilek sakatlıkları, Dan Smith’in paramparça ettiği Abou Diaby, Taylor’ın kariyerini bitirdiği Eduardo, Szczeny ve Koscielny’nin Birmingham’a ikram ettiği Lig Kupası finali takip ediyor. Bazı takımlar (en yakın örnek Barcelona), güzel oynayarak kazanabiliyor ama çok eziyetli bir yöntem bu. Chelsea ya da Inter gibi takımlar karşısında her zaman topa sahip olamıyorsunuz. Topa sahip olmaya ne kadar bağlanırsanız, topsuz kaldığınızda da bir o kadar savunmasız kalıyorsunuz. Güzel futbol denen şey, nafile bir kibir gösterisi; tek ayak üzerinde dururken yapılan bir sporu kontrol etme çabasının lanetli bir sonucu. Doğru cevap ise... Aslında doğruyu bulmak her şey demek değil. Futbol inançla oynanması gereken ama inançlı kalmanın zor olduğu bir spor. Bu oyunda; çılgın tahminler, vahiylere; ekmek, peygamberin etine dönüşmüyor. İki ayak, iki elin yerini asla tutamıyor.
O halde şöyle denebilir, Arsène’in 10 yıldır futbolcularına ayaklarıyla resim çizmeyi öğretme çabasına şahitlik etmek, hem dokunaklı hem de sinir bozucu. Hele de pazarlanabilir olmayan erdem hakkında şüphecilik etmenin en güvenilir ve en akıllıca seçenek olarak kabul edildiği günümüzde; fevkalade dokunaklı, fevkalade sinir bozucu. Bugünlerde başarı bir ürünün değeri, fazilet ise ederi. Yatırımcı bulamayan ürüne, güzel denmiyor. Yatırımcı bulamayan ürün; gereksiz bir gösteriş, çalışmayan bir organ, yerine birkaç savunma oyuncusu almanız gereken kadife bilekli, bal yapmayan bir arı.
Futbolun yaşadığı trajediye verilen cevaplardan biri işte burada başlıyor. Mata’yı sat, orta sahanı Maticle, Oscar’ı büyük maçlarda kenara koy ve kapıyı sürgüle. Dünyanın ve sporun yenildiğini itiraf et, ardından da ne geliyorsa kazan. Ama Arsène’in buna karşılık başka bir cevabı var gibi: tesadüflerin egemen olduğu bir dünyada bile güzellik değerli bir hedef olabilir. Geoff Shreeves geçen yıl Fransız teknik adama 6-0’lık Chelsea yenilgisini sorduğunda, Wenger ona aynı takımın deplasmanda Bayern’le berabere kalıp Spurs’ü yendiğini hatırlattı ve sözlerine şöyle devam etti: “Ve tabii ki herkes ‘Çok açık oynadınız’ diyor. Peki, öyle olsun ama maçtan önce bunu tahmin etmek oldukça zordu. Çünkü kazanma şansımız, kaybetme ihtimalimiz kadar yüksekti. Büyük bir maç kazandığınız zaman hemen unutulur, kaybettiğiniz zaman herkes başka türlü oynamanız gerektiğini söyler.” Arsène’in de çok iyi bildiği gibi, futbolda sonuçlar yanardöner. Şampiyon takımlar maçlarının üçte birinde kendilerinden kötü ekiplere yeniliyor ya da karşılaşmalar berabere bitiyor.
Peki bir menajer ne yapmalı? Hele de zaman zaman birinci, üçüncü ve beşinci arasındaki farkı Anton Ferdinand’ın kendi kalesine attığı goller belirliyorsa... Her menajer kazanmak istiyor, doğru. Ama aynı zamanda hepsinin de aklında başka bir şey daha var; takımlarını her hafta galibiyete taşıyacak, büyük zafere giden yolu açacak bir felsefe. Bazısı orta yaptırıyor, bazısı baskın. Bazısı pozisyon bulmaya uğraşırken, bazısı kalesini kapatmaya odaklanıyor.
Arsène ise güzel oynamak istiyor. Bu, gerçekten o kadar iğrenç bir şey mi? Mantıksız bir taviz, yetersiz bir teselli mi? Arsenal her zaman kazanamaz ama her zaman güzel oynamaya çalışabilir, insanları eğlendirebilir. Hiç değilse o zaman, yenilgilerin bir anlamı olur. Wenger, “Kaybedeceksek, güzel oynayarak kaybedelim” dese kimse şaşırmaz. Sahada kendini ifade ederek yenilmek, 90 dakika boyunca kendi ceza sahan içinde bir aşağı bir yukarı nefes nefese koşup hiçbir şey yolunda gitmeyecekmiş gibi oynamaktan kötü mü?
Wenger belki de tek bir kulüple özdeşleşmiş son menajer olacak. Mourinho, Ancelotti, Pellegrini, hatta futbol keşişi Guardiola bile futbolcular kadar sık kulüp değiştiriyor. Mourinho kariyeri boyunca iki kez Şampiyonlar Ligi’ni kazanırken ardında öfkeli ve istikrarsız bir Chelsea, yarım kalmış bir Real Madrid, kupalarla dolu ama iflas etmiş bir Inter bıraktı. Bu çalışma modelinde zaferler menajere kalırken, kulübün geleceği başkasına emanet: sahiplere, milyonlarıyla imdada yetişen milyarderlere ya da futbol direktörlerine.
Wenger böyle değil. Bu noktada idealizmiyle çelişen bir biçimde gerçekçi bir bakış açısı sunuyor. Haftasonu maç saati gelip düdük çaldığında, Arsène bir çeşit dava adamı gibi. Büyük Kanat Forvet Çarpıştırıcısı’nın durmadan dönüp pas yaparak eşsiz bir mükemmelliğe ulaşıp hem artistik hem de sportif açıdan eş zamanlı bir başarıya ulaşacağı günü umutla bekliyor. Ama kulübü yönetirken, tekrar nadir görülen pragmatist kimliğine bürünüyor. Daniel Levy’den bile daha kurnaz hamleler yapıyor, daha fedakar davranıyor. Gerektiği zaman, kulübün gelecekte başına geçecek menajerlerin futbolun devleriyle rekabet edebilmesi için tasarlanmış bir stadyum projesi için Henry’yi, Nasri’yi, Vieira’yı, Fabregas’ı ve Van Persie’yi satıyor. Son 10 yıldır, Wenger için stadyum projesinin pragmatik yüzü sportif tarafın estetik değerlerinden daha önemli.
Kıyaslayalım: Mourinho bu iki açıdan da Wenger’in tam zıttı. Liginin en zenginleri dışında neredeyse hiç takım çalıştırmamış bir saha içi stratejisti. Pulis, Allardyce ya da Hughes gibiler ondan iki kat daha pragmatikler. Cumartesi akşamı tek farklı bir galibiyetle eve dönmeye çalışırken, kulübün verdiği bütçenin üstüne çıkmamaya çalışıyorlar. Ferguson da son döneminde böyleydi. Olabildiğince az şey kullanarak, olabildiğince çok maç kazanmaya çalışıyor; bir yandan çirkin galibiyetlerin sınırlarını zorluyordu. Peki ya, son iki Dünya Kupası’na damgasını vurup Şampiyonlar Ligi’nde Wenger’in yapamadığını yapan Pep? Wenger’in iki katı romantik, çalışmayı seçtiği her kulüpte sınırsız transfer bütçesiyle çalışan başka bir güzellik avcısı. Uzun lafın kısası, Wenger’den başka kendi muhasebesini tutan bir romantik kalmadı. Belki de Cumartesi sabahları saat 10’da Brooklyn’deki her barda bir Arsenal formalı olmasının sebebi budur.
Arsène, sabah 9 - akşam 5 çalışan bir sanatçı. Sanatçı Arsène’le kredi borcu ödeyen Arsène’i bir araya getiren şey ise kazanmaya olan ilgisizlikleri. Kazanmayı önemsemediğini söylemek yanlış olur ama Wenger (yeni bir stadyum inşa ederek ya da tecrübeli bir savunma oyuncusu almayıp Calum Chambers’a forma şansı vererek) kulübün ya da oyuncularının geleceğine yatırım yapmayı 20xx/20xy sezonunda en çok puanı almak için uğraşmaya tercih ediyor.
O da biliyor ki iyi bir aziz, her gün yaptığı ayinlerle değil yarattığı mucizlerle hatırlanır. Onun kariyerinin en büyük anları ise kesinlikle kazandığı başarılarda değil. Başarı geçici bir şey. Kazanılan bir kupa; önce bir otobüsün tepesinde sağa sola sallanır, sonra müzede bir rafa konup tozlanmaya terk edilir. Diğer yandan, Avrupa’daki hiçbir kulüp Emirates gibi bir büyüme hamlesine kendi sermayesiyle imza atabilmiş değil. Emirates, içine 65.000 kişinin sığdığı bir kupa. Wenger’in saha içindeki en büyük başarısı olan 49 maçlık yenilmezlik serisiyse lig şampiyonluğundan çok, her hafta rakiplerin karşısına çıkıp gösterdikleri performansla ilgiliydi. Şampiyonluktan çok dinsel bir deneyim, bir zevkti. O seri yaşanırken futbolun acayip yasaları bir yıllık uzun bir ara vermiş, Arsenal adeta kutsanmıştı. Öyle ki Van Nistelrooy gibi bir ceza sahası katili bile bir penaltı atışını tribünlere yollamıştı. Gunners futbol denen oyunun ötesindeydi. Şampiyonların bile kaybettiği maçlar her sporun kilit noktasıdır; insanoğlu kendini ne kadar geliştirirse geliştirsin, şans veya talih gibi kontrol dışındaki faktörlerin etkisi altında olacağının, her zaman zorluklarla, mesafelerle ve kaybetmekle yüzleşmesi gerektiğinin göstergesidir. Bunlar futbolun olduğu kadar hayatın da kuralları ve Arsène ile oyuncuları bir defaya mahsus o kuralları yıkmayı başardı. Bu kusursuz ve geçici kurtuluş, Mourinho usulü tatsız bir zaferden daha iyi değil mi?

O her zaman bir Katolik olacak

Sonuç olarak, belki de futbol sadece bir oyun, başladıktan iki saat kadar sonra sona eren kalabalık bir itişme veya öğlen saatlerinde bira içmek ve televizyona bağırmak için bir bahanedir. Ya da hayatın diğer uğraşlarından kurtulmak için izlenen kısa süreli bir avuntudur. Ama insanlar bu oyunu bu kadar önemsiyorsa, bir şekilde hayatın diğer alanlarına taşması da kaçınılmaz. Futbolun içinden bir şeyler barların ve stadyumların kapılarından dışarı çıkmalı; Londra’da, New York’ta ve tüm dünyada insanların arasına karışmalı, bize hayatımız için önem arz eden bir şeyler vermeli.
Arsène sahadan dışarı taşacaksa; inancı sayesinde, fazileti zafere tercih etmesi sayesinde taşacak. Hikayenin son dönemi, hem faziletle hem zaferle alakalı. İş kazanmaya geldiğinde, zirveye 2003’te çıkmıştı. Arsenal o dönem namağlup sezonuna başlarken, Chelsea’ye Roman Abramoviç adında bir adam geldi. Premier Lig’i izleyen dünya toplanıp küçük bir ülkeyi işgal edebilecek büyük bir kalabalık oldu. Önemli olan kazanmaktı; görevler yerine getirilmeliydi; eşsiz mükemmellik artık en tepedeki takım veya en zengin kulüp olmaktı.
Aradan birkaç yıl geçti. Artık Portsmouth’un, Birmingham’ın veya Wigan’ın Wembley’de kazandığı bir kupa, Amerika’nın Irak’taki zaferinden farksız: her taraf cehenneme dönmeden önce son bir kez güneşli bir gün görülüyor. İş bittiğinde ekonomik açıdan kazanmak da mümkün gözükmüyor. Yani ya oyun hileli ya kazananlar sahtekar, ya da başından beri birileri hepimizi kandırıyor. Belki kazanmaya çok fazla önem vermek; kupalara, primlere ve rekabete aşırı vurgu yapmak diye bir şey vardır.
Ancak fazilet de bu seçeneğe iyi bir alternatif olabilirmiş gibi durmuyor. Arsène menajerlik yapmaya başladığı zamanlar, daha eski ve daha az istikrarsız bir ekonomi söz konusuyken, Batılılar için doğumdan ölüme kadar giden uzun ve küçük bir yol vardı. Üniversiteye gider, iş bulur, ev kredisi çekip evlenir, çocuk yapıp çimleri biçer ve mesainin bitimini beklerdiniz. Bunların karşılığında küçük de olsa bir güvenceniz, güveçlerle, barbekülerle, haftasonlarıyla dolu bir hayatınız ve sonunda bir tazminatınız olurdu. Bu yaşam tarzı, günü gününe yaşadığınız o düzgün hayat, bir çeşit teminata dönüşürdü. 2004’le 2014 arasında —Occupy Eylemcileri, Milenyum Çocukları ve Arsenal gibiler için— o teminat artık yok gibi. Hayatın kendisi misali, futbolda da son 10 yıldır faziletin değerini yitirişine tanıklık ediyoruz. Bu yeni dünyada, çok çirkin biçimde de olsa kazanmak önemli. Yüzde 1’lik dilimdeki dört takım, Şampiyonlar Ligi’ne gidiyor. Kalan %99 düşmemek için uğraşıyor.
Arsène bugünlerde stat inşaatını bitirdi, çektiği kredinin büyük bölümünü ödedi ve bu uğurda vedalaştıklarının açtığı yaralar neredeyse iyileşti. Arsenal son iki sezonda 132 milyon pound harcadı. Bu da demek oluyor ki Arsène kariyerinde ilk kez ligdeki diğer herkesle aynı şartlarda oynamaya başladı. Artık ne Arsenal’in başında olmasının takıma getirdiği rasyonel avantajlar var, ne de önceki 10 yıl boyunca kulübü kısıtlayan finansal sıkıntılar. Bundan böyle o yalnızca bir menajer.
Tabii, kendisi bunu asla kabul etmeyecek. Her zaman bir Katolik olacak, sonuçların ötesinde bir şeye değer vermekte ısrar edecek. Kendini hiddetle savunmamaya devam edecek ama bir yandan da tıpkı Katolik kilisesi gibi görkemli ve bölücü bir makam olarak kalacak. Fazileti dileyenler için kutsal bir amaç uğruna savaşan bir aziz, yalnızca kazanmak isteyenler için değersiz bir antika olmaya devam edecek. Hangisi olursa olsun, Arsène hakkındaki yargılar kendisinden çok, onu yargılayanları anlatıyor. Sporun, futbolun ya da hayatın kendisinin zaferle sonuçlanmasa bile yapmaya, oynamaya ve yaşamaya değer olduğunu gösteriyor. Güzel veya iyi olmanın, kendini geliştirmenin veya bazı şeyleri zamana bırakmanın müzedeki kupalar kadar önemli olabileceğini söylüyor.