Skip to content

Gary Neville’ın Hayatında Bir Ay

Yetenekli Bay Neville, bir Rönesans adamı değil. Rönesans adamları futbolcu olmuyor.

Uzun bir süre.

Zira futbolu bırakma kararı alıp bunu gerçeğe dönüştürmesi için bir ay yeterli olmuştu.

Old Trafford’da geçirdiği yirmi yıl için minnet duyuyordu. Manchester’ın kırmızı yakasının dışında herhangi bir sokakta rastladığınız herhangi bir adam, “İngiltere milli takımının sağ beki olarak çıktığı 85 maç için de minnet duyması gerekir” diye eklerdi muhtemelen. Mezartaşına 10 ÜZERİNDEN 6 yazdırmayı planladığını söylüyordu şakayla karışık. 35 yaşında emekli olduktan sonra belirlediği daha kısa vadeli planlarını ise geçtiğimiz günlerde The Telegraph’a verdiği röportajda şöyle özetledi:

“Son beş yılda yaptıklarımdan sonra bir yardımcı antrenör olabileceğimi, geri dönüp iş hayatındaki girişimlerimi sürdürebileceğimi, bir futbol kulübü (Salford City) sahibi olabileceğimi ve medyaya geri dönebileceğimi biliyorum. Aslında son beş yılda yaptığım her şeyi, kendimi önümüzdeki yirmi yıl için koruma altına almak adına yaptım. Artık tek numarası olan bir hokkabaz olmadığımı biliyorum. Hayatım kulüp sahibi olmak ya da olmamak, gazeteci olmak ya da olmamak, antrenör olmak ya da olmamak, iş adamı olmak ya da olmamak gibi ikiliklerin ötesine geçti. Bunu yapmamı sağlayan, son beş yıl boyunca ortaya koyduğum sıkı çalışmaydı. Şu anda her zaman olmak istediğim pozisyondayım: Seçimler yapabiliyor, kaderimi kendim tayin edebiliyorum.”

Tam beş yıl (ve bir gün) önce West Midlands’ta bir öğleden sonraya gittiğimizde Gary Neville’ın bugününü de görebiliriz. 2011 tarihli otobiyografisi Red’den aktarıyorum.


“Sonum, 2011’in ilk gününde geldi – The Hawthorns’da bir tuvalette. Bu şekilde bitirmeyi yeğlemezdim ama bunun son maçım olduğunu kesinlikle biliyordum.

Manchester United’da geçen on sekiz yılın ardından, A takım formasıyla 602 maçın ardından, son doksan dakikamın ortasındaydım. Ve bir an önce sona ermesini diliyordum.

Soyunma odasında menajer, West Brom karşısında ilk yarıdaki feci performansımızı düzeltmemiz için talimatlarını haykırıyordu. Bense sadece eve gitmek, ortadan kaybolmak istiyordum. Tuvalette, o kutsal sığınakta otururken, aklım başka yerdeydi.

gaz-wba-penalty

İlk yarıda gerçekten çok kötü oynamıştım. Ama bu, taraftarların tezahüratlarını engellemedi: ‘Gary Neville is a Red, is a Red!’ Hayatımda ilk kez bu sözleri duyduğum için utanıyordum.

Söylemeyin şunu. Hak etmiyorum. Belki geçmişte, evet, ama bugün değil.

Daha sahadayken kendimi hırpalamaya başlamıştım.

Ne yapıyorum burada? Bu ne zaman bitecek?

Zihnim saatte bin kilometre hızla giden, zayıflık ve kararsızlıklarla dolu bir araba gibiydi.

Bu sahadaki ben değildim sanki. Her zaman kararlı, odaklanmış ve kendini adamış bir oyuncuydum. Diğerlerine komutlar veren, konsantre olmalarını söyleyen ben olurdum. Hayatım boyunca çıktığım her maçtan önce, karşımdaki kazanmayı ne kadar çok istiyor olursa olsun bu konuda bana yaklaşamayacağını bilirdim. Ama şimdi tek düşünebildiğim, buradan korkunç bir hata yapmadan çıkabilmek.

Perşembe günkü antrenmandan sonra menajer beni kenara çekip hafta sonunda oynayacağımı söylediğinde hazır olmadığımı biliyordum. Tecrübeme ihtiyacı olduğunu söylemişti. Son dönemde savunmada biraz telaşlıydık, birkaç gün önce Birmingham City maçının sonlarında da sakar bir gol yemiştik. Gelgelelim, bu iki aydan uzun bir süredir ilk onbir çıktığım ilk maç olacaktı. Ekim ayındaki Stoke City maçından beri oynamamıştım. O da zafer dolu bir gün sayılmazdı gerçi. Kazanmıştık ama geç kalmış bir müdahaleyle rakibi biçtiğim için oyundan atılmam gerekirdi.

Dört ay içerisinde dört maça çıkmıştım ve hiçbir zaman tam anlamıyla maç kondisyonunda olduğumu hissetmemiştim. 2007’den beri sakatlıklarla cebelleşiyordum. Öyle ki 2010 baharında kendimi emekliliğe hazırlamışken, patronun bir yıl daha kalmamı istemesi beni şaşırtmıştı. Şüphelerim vardı ama bu teklifi geri çeviremezdim. Kim rüyalarının işinden ayrılmak ister ki?

Bir yıllığına daha sözleşme imzaladığımda hayatımdan memnundum, fakat sezon öncesi kampının ilk gününde baldırım çekti. Sonra da kasığım. Stoke maçında ise 2007’de sakatlık geçirdiğim bilek bir kez daha sorun çıkardı. Kendimi berbat bir Madde-221 içerisinde buldum: Yeniden forma girmek için oynamak zorundaydım, öte yandan Rafael serpilmeye devam ederken ve sağ bek pozisyonundaki halefim olacağını artık açıkça gösterirken menajerin bana düzenli olarak şans veremeyeceğini biliyordum.

İdmanlarda detaylar konusundaki titizliğim saplantı derecesine varmıştı. Ağırlık çalışmaları, sprint ya da açma germe – her zaman olması gerektiği kadar tekrar yapardım. Dolayısıyla hazır olmadığımı en iyi bilen bendim. Diğerleri idmanlarda kaytarabilirdi, bazen bunun yanlarına kar kaldığı da olurdu; bense kariyerim boyunca gerekli kondisyona erişemediğim zamanlarda, olduğum oyuncunun yarısıydım.

Menajerle konuştuktan sonra kantinde Scholesy ile karşılaştım, ona korkularımdan söz ettim. “Hiç hoş olmayacak” dedim.

Gülümsedi ve bir espri patlattı.2 Tipik Scholesy, hiçbir fırsatı kaçırmaz.

gaz-jerome-thomas

Şimdi West Brom maçının devre arasındayım, en büyük korkularım gerçeğe dönüşürken gözümü tuvalet kapısına dikmiş düşünüyorum.

Jerome Thomas, benim sayemde Ronaldo gibi gözüküyordu. Hakem, Graham Dorrans’e ceza sahasında taktığım çelmeyi görse daha da beter olacaktı. Kırmızı kartı hak etmiştim;3 adalet yerini bulsa, kariyerim hemen oracıkta son bulacaktı: soyunma odasına doğru yalnız, utanç verici bir yürüyüşle. Hakemin düdüğü çaldığında kenara yönelirken ağırdan aldım ama devre arasında menajerin gazabından kurtulamayacaktım. Yaptığım pozisyon hatalarından sonra fırça yememem beklenemezdi. Bunu da hak etmiştim.

Yaşadığım sıkıntıyı hissetmiş olacak ki Rio araya girdi ve West Brom’un gol girişimlerinden biri için suçu üstlenmeye çalıştı. Kendini öne attığı için minnettardım, zira menajere karşı gelecek cesaretim yoktu. Tek istediğim ikinci yarıyı atlatmak ve eve dönmekti.

Tuvaletten çıktım ve devreden sonraki yirmi beş dakikamdan tuhaf biçimde keyif aldım. Sahaya tazelenmiş bir sükunetle çıkmıştım, muhtemelen çok yakında her şeyin biteceğinin ayırdına vardığımdan. Kafamı yeniden işime verebilmiştim, ancak bacaklarım hala merhamet diliyordu.

Bir bindirme yaptım. Yeniden pozisyonumu alıncaya dek bir ömür geçmişti sanki. Bitiş düdüğüne kadar dayanmama imkan yoktu. Top yedek kulübesinin önünden taca çıktığında, yanıma yaklaşan Mike Phelan’ı gördüm.

“İşin bitti, değil mi?”

“Evet.”

Sona yalnızca birkaç saniye kalmıştı.

Rafael’in ısındığını gördüm. Çok geçmeden tabela da kalktı; ışıklandırılmış, koca bir 2 numara göründü. Son kez sahayı terk ettim. Biliyordum, bitmişti.

Gary Neville, eski Manchester United savunmacısı.

Kulübede bunun benim sonum olduğunu görebilen başka biri var mıydı, bilmiyorum. Görebilen olduysa da sesini çıkarmadı. Moral vermek için sırtımı sıvazlayan, teselli eden de yoktu. Olmasını da beklemiyordum zaten. Hala kazanılması gereken bir maç vardı. Montumu giydim, bir an için düşüncelerimle baş başa kalmak istedim ve kapüşonu başıma geçirdim. Ve inatçı bir takıma karşı bu beraberliği zafere dönüştürebilecek miyiz, izlemeye koyuldum.

Bayağı kötü oynuyorduk ama kazanacağımızı biliyordum. Hayatım üzerine bahse girerdim. Bu takımda, daha yeniyetme bir çaylakken tanıdığım o ruh vardı. Manchester United ruhu. Kazanma gereksinimi, zafere duyulan açlık ve “bir yolunu bulma” kabiliyeti.

Bu, kulübe patron tarafından yerleştirilen DNA’da yazılıydı: Eğer becerebiliyorsan, harika futbol oyna; yapamıyorsan, kendini zorla, derinlere in, yüreğinle ve kararlılığınla kazan. Çocukların The Hawthorns’da yaptığı da tam olarak buydu. Galibiyet golü bir kornerde Chicharito’nun kafasından geldi. Korkunç bir performanstı. Ama bir yolunu bulduk.

“Sadece Manchester United bu kadar kötü oynayıp kazanabilir” dedim menajere ertesi gün ofisine gittiğimde. Ve kariyerimi bitirdiğimi söyledim. Manchester United’ın en büyük vasfı, o söndürülemez ateşti. Bununla birlikte, patrona açıkladığım üzere, ne zaman bırakman gerektiğini bilmeliydin.

Gitme zamanım gelmişti, biliyordum. Endişelerimle beraber uykusuz bir gece geçirdim. Yatakta bir o yana bir bu yana dönerken Emma’yı da uyandırmıştım.

“Sence ne yapmalıyım?”

“Neden bana soruyorsun ki,” dedi gülerek, “sonunda yine istediğini yapacaksın nasıl olsa.”

Yatakta kararımın üzerinden tekrar tekrar geçtim. Gerçekten bitmiş miydi? Bir süre takımdan ayrı olarak çalışsam bir şeyler değişir miydi acaba? Ya yeniden forma girersem? Ya menajer birdenbire bana ihtiyaç duyarsa? Pazar sabahı yedi buçukta menajeri görmek için kulüpten içeri girdiğimde beynim hala düşüncelerle doluydu. Yaklaşık bir saat otoparkta, arabamın içinde oturdum. Menajerin odasında olduğunu fark etmemiştim. Her zamanki gibi ilk gelen oydu.

Kolay bir karar değildi ama içten içe bunun kesinlikle doğru karar olduğunu biliyordum.

Patron aynı fikirde değildi, beni kararımdan döndürmeye çalıştı: “Tipik Neville! Aşırı tepki gösterir, hislerine yenik düşer.” Konuşmanın sonunda bir ara vermemin, tatil yapmamın iyi gelebileceğini söyledi. Ailemle Dubai’nin yolunu tuttuk. Bir hafta boyunca her gün yağmur yağdı – şehrin tarihinde bir ilk olsa gerek.

Oturup seçeneklerimi tartmak için epeyce zamanım vardı ama sıfırı tükettiğimi biliyordum. Takımımın zayıf karnı olmak istemiyordum. Devam etmemin bize puanlar kaybettirebileceğini hissediyordum, hatta bir şampiyonluk.

Kısa bir süreliğine de olsa, on maç daha dayanabilir miyim diye düşündüm. Böylece yeni bir şampiyonluk madalyasıyla nokta koyabilirdim. Liverpool’un on sekiz şampiyonluk rekorunu geçmemize yarayacak hoş bir madalya olacaktı bu aynı zamanda. Ama uçup giden bir düşünce olarak kaldı. Benim zamanım geçmiş gitmişti. United, şampiyonluğu bensiz de kazanabilirdi. Bunu onurlu bir şekilde kabul etmeye ve geçmişteki başarılarım için şükretmeye hazırdım.

Ben bir karar verdiğinde her şeyin anında çözüme kavuşturulmasını isteyen tiplerdenim. Haftalar boyunca sürüncemede kalan şeylerden nefret ederim. Bu yüzden de kararı sezon sonuna ertelemek konuşulsa da, ben hemen ayrılmak istedim. Bir yalanı yaşamak istemedim. 2 Şubat’ta kulüp bir açıklama yaptı ve derhal geçerli olmak üzere emekli olduğumu kamuoyuna bildirdi.”


Kısa bir süre.

2 Aralık 2015’te Valencia, teknik direktörlüğe Gary Neville’ı getirdiğini açıkladı. Seksenli yıllardaki büyük akından bu yana (Terry Venables, John Toshack, Howard Kendall, Jock Wallace, Ron Atkinson…) La Liga’ya giden bir Britanyalı teknik direktör, her zaman şaşırtıcı bir haberdi. Üstelik bu, Neville’ın ‘birinci adam’ olarak ilk deneyimi olacaktı. Kamuoyunun ‘on-üzerinden-altılık bir Kırmızı’ önyargılarını yerle bir eden yorumculuk kariyerine tanıklık eden Britanya ahalisi, Valencia taraftarlarından daha iyimser yaklaşmıştı bu seçime. Birçok Mestalla sakini için Neville hala vasatın üstünde bir sağ bekti, işi “Peter Lim’in adamı” olması sayesinde kapmıştı.4

İlk ayında aldığı sonuçlar, Neville ismine muhalefet eden bu kalabalığı haklı çıkarmış gibi gözüküyor: Alt lig takımlarından Barakaldo’ya karşı kupada alınan 2-0’lık galibiyeti saymazsak, dört maçta iki beraberlik ve iki mağlubiyet.

Bu maçlardan ikisini izledim. İlki, Şampiyonlar Ligi grubunun son haftasında Lyon’a karşıydı; programda daha iyi maçlar vardı ama Neville’ın kulübedeki ilk gününü kaçıramazdım. Maçın hemen başında Shkodran Mustafi’nin bir kafa vuruşu direkten döndü, birkaç dakika sonra bir başka kornerde yükselen yine Alman savunmacıydı. Top ağlarla buluştu, maçı yayınlayan kanalın rejisi sağ üstteki tabelayı 1-0 olarak değiştirdi. Yumruğumu sıktım. On saniye sonra ise ekranda farklı bir görüntü vardı. Anlaşılan hakem faul düdüğünü çalmıştı, ben de Neville’ın teknik direktörlük kariyerinin ilk sayılmayan golünü kutlamıştım.

İkincisi, yılın son günündeki Villarreal maçıydı. Neville adına işlerin yolunda gitmediğini duyuyordum ama bu kadar kötü bir takım bulacağımı tahmin etmemiştim. Beşli savunmanın önünde bütün ilk topları kullanan Dani Parejo’nun, savunmanın arkasına mucizevi bir pas geçirmesine bağlıymış gibi gözüküyordu ilk yarıdaki takımın gol atmak için tek şansı. Parejo fena bir pas yüzdesiyle oynamamasına rağmen, tüm top kayıpları gizil bir Villarreal tehlikesinin kapısını açıyordu.5 Lyon maçında diğerlerinden ayrıldığını hissettiğim Santi Mina bu kez yedekler arasındaydı. Savunmanın merkezindeki üçlü çok da fena durmuyor, bekler ara sıra iyi bindirmeler yapıyordu ama o kadar. İlerideki Negredo-Paco uyumu ise felaket gözüküyordu. Birbirlerinin alanlarına o kadar çok müdahale ediyorlardı ki, iki üst düzey forvetten yarım adamlık katkı alınamıyordu.

Elbette bunlar sadece La Liga ile arasına koyduğu mesafeye Neville hatırına son veren birinin yetersiz perspektifinden yorumlar.

Evet, top Valencia’nın ayağındayken gördüklerim Neville’ın ekranda parlayan dehasının vaatlerine çok uymuyordu. Jerome Thomas dünyanın en iyi oyuncusu gibi gözükmüyorsa da, Maxwel Cornet ve Bruno Soriano dünyanın en iyi gollerini atıyordu. Yine de yarın, Neville o “dünyanın en iyi oyuncusu” ile yeniden buluştuğunda ekran başında olacağım. (Ya da link arayacağım.) Bu adamın on-üzerinden-altılık bir teknik direktöre dönüşmeyeceğini biliyorum.

neville-ronaldo-moskova

“Bana risk almakla ilgili bir soru sormuştunuz. Evet, risk aldım. Ama bundan yirmi yıl sonra geri dönüp baktığımda ‘Gary, farkındasın değil mi? Valencia’yı çalıştırma fırsatını geri çevirdin. Her hafta 55 bin kişinin stadını doldurduğu bir La Liga takımını büyük maçlarda yönetme, yeni bir dil öğrenme, mükemmel genç oyunculara antrenörlük yapma fırsatını geri çevirdin’ demeyi göze almak daha büyük bir risk olurdu. Bu pişmanlığı ve gelecekte kendime şans tanımadığım için hayıflanma ihtimalini düşününce, hayır, bunu bir risk olarak görmüyorum.”

  1. Joseph Heller’ın 1961 yılında yayımlanan romanı Catch-22’dan esin alarak literatüre giren bu tabir, içinde sıkışılan ve kaçınılması mümkün olmayan paradoksal durumları işaret eder. []
  2. Burada çevirmeye kalkışmadığım şu diyalog gerçekleşiyor aslında.
    Neville: This is going to be messy.
    Scholes: You don’t mean Lionel. []
  3. https://twitter.com/pekdogru/status/21200062419828736 []
  4. BBC’nin geçtiğimiz aylarda yayınladığı, Lim-Neville ilişkisinin başlangıcını da içeren Salford City belgeseli YouTube’da bulunabilir.
    Bölüm 1: https://www.youtube.com/watch?v=Fo_kO3-0Si0
    Bölüm 2: https://www.youtube.com/watch?v=UcMB5_aSakU []
  5. Bir Neville takımının direkt oynamaya çalışması hiç şaşırtıcı değil elbette. Ama Villarreal maçında bu bir karaktere dönüşebilmiş gibi gözükmedi, yalnızca Parejo’nun pas tercihlerinin rakip tarafından daha kolay tahmin edilmesine yol açtı. Parejo’nun bu rolü, hocasının ilk günden beri oturtmaya çalıştığı build-up play ile de biraz ters düşüyor bence. []