Skip to content

2000 Yılında 78 Yaşına Basacak Olan Yunus

Rüya dükkanları, vahşi palmiyeler, sabah hayaletleri ve beş küçük Bolex.

Şu sıralar zamanımı çevrelerindeki her şeyi tutkuyla karşılayan yaşlı adamlarla geçiriyorum. Dün sabah keşfettiği basketbol sitesindeki oyuncu değerleme modeline, İşçi Partisi’nin ilk gerçek-solcu liderine, belediyenin ekmekçisinin piyasaya sürdüğü yeni çöreğe ihtiras duyan seksenlikler… Merakla beklenen yeni kitabında interneti Doğu Almanya’ya benzeten, aynı melankolik filmi dördüncü kez çeken, yıllardır hiçbir şeyi iyileştirmeye bir parça katkısı olmamış politik diskurlarına bir yenisini ekleyen sıkıcı orta yaşlılardan daha ilgi çekiciler.

Onların yaşamını taçlandırmak için Jonas Mekas’ı hatırlamaya karar verdim.

Amy Taubin de bunu yapıyor; Mekas’ın 90 olmasını kutladığı yazısında avant-garde sinemanın büyükbabasının 45. yaş günü partisini hatırlıyor. Avangart, aynı zamanda Mecidiyeköy’de yeni evli çiftlere mutfak ve banyo satan bir dükkanın ismi ve o dükkana Mekas filmlerinden daha çok yakışıyor. “Yeni Amerikan Sineması” fazla şovenist, “deneysel sinema” ise meselenin özünü ıskalıyor gibi geldiği için bunu seçtim. Çok da önemi yok. Aslında partide yaşananların da pek bir önemi yok. Taubin muhtemelen Mekas’la tanışıklıklarının çok eskiye dayandığının ve bu yüzden –elbette ki– bu yazıyı yazma ehliyeti taşıdığının bir belgesi olarak önümüze belli belirsiz bir pasta kesme sekansı getiriyor. Mekas’ın kamerasının hareketi esnasında saniyenin altıda biri (dört kare) boyunca tanık olduğumuz çocuk suretindeki belli belirsizliğin inceliğini taşımıyor. Daha özensiz bir çiğlik. Önemli olan partinin 1967’de ve New York’ta verilmiş olması. O gün ve orada olmak yerine, bugün ve burada olmak konusunda ne hissediyorsunuz? Verdiğiniz cevap sizin ruhen giriş paragrafındaki ilk ya da ikinci cümleye (yani Yalçın Granit’in ya da Jonathan Franzen’ın yanına) ait olduğunuzu söyleyecek. Doğum tarihinizin söz hakkı yok.


“Kitap çok kısa ve dağınık, Sam; çünkü bir katliam hakkında söylenecek zekice bir söz yoktur.”

Slaughterhouse-Five, Kurt Vonnegut

Yirmi yaşından önce bir kitap yayımlayacak kadar şanslı bir şair olarak başlamıştı Litvanya’daki hayatına Jonas. Fakat 1944’te sSavaş ve ikinci Sovyet işgalinden kaçarken kardeşi Adolfas ve tecrit edilen diğer insanlarla birlikte Almanya’da bir çalışma kampına çıktı bu kapı. Ağaçların altında silahlarıyla onları bekleyen Naziler, 1961’de çektiği ilk filminin isim babalarıydı.

O gün geldiğinde Mekas Kardeşler 12 yıldır ABD’de yaşıyorlardı. Ellerine geçirdikleri ilk kamera ile New York’ta bir göçmen olmanın neye benzediğini kaydeden günlükler çekmeye koyulmuşlardı. Eisenstein veya Dovzhenko’dan görüp büyülendikleri montaj tekniklerini taklit etmelerine yetecek paraları yoktu. Çareyi yeni ve daha ucuz bir sinema yaratmakta buldular. Sekizinci caddede 1 dolara bir makara 16mm siyah-beyaz film satan bir yer keşfetmişlerdi. Jonas’ın arkadaşı, yoldaşı, öğretmeni/öğrencisi Stan Brakhage bir tuşa bastığı anda cebinden 50 dolar çıktığını, ancak her defasında o tuşa basmak konusunda bir şairin sorumluluğunu taşıdığını söylerken bunu kastediyordu. Tuşa basmadığı zamanlarda filmi tırnaklarıyla kazıyor veya ona doğrudan tükürüyordu. “Şairin tükürüğü” diyecekti buna son günlerinde hasta yatağından Pip Chodorov’a verdiği mülakatta. Yine de emin olamayıp “sinemacının tükürüğü” diye düzeltiyordu.

Brakhage, Taubin, Chodorov, Jacobs, Kubelka, Snow, Breer, Rye. Mekas’ın bu arkadaşları ve daha havalı bir arkadaşı nasıl edindiğine gelince…

warhol-auder-1970

Manhattan’da iki odalı bir apartman dairesinde yayın hayatına başlayan The Village Voice, 1958’de sinema köşesini Film Culture adında bir dergi çıkaran Mekas’a verdiğinde kapıda sıraya girmiş başka bir aday yoktu. Mekas burada her hafta New York yeraltı sinemasından bir örneği tanıtıyor, sadık ama sınırlı bir okuyucu kitlesine ulaşıyordu. New York’taki gazeteler greve gittiğinde yayına devam etme kararı alan tek gazete The Village Voice olunca tirajlarla birlikte Mekas’ın kitlesi de katlandı. Pazar günü arabalarına atlayıp taşra sinemalarına akın eden Amerikan aileleri için kameranın önüne güzel bir kadın, arkasına dramatik bir müzik atmaktan başka şeylerle ilgilenen genç sinemacıların en büyük rüyası, filmlerinin Mekas’ın köşesinde yer bulması olmuştu.

Fikriyatı eyleme dönüştürmenin zamanı gelmişti. Diğer yönetmenlerin kurgu masasına gömmek zorunda kaldıkları parayı Mekas cebinde tutabiliyordu. 1953’te bu sayede bir sinematek kurdu, o sırada Hans Richter’in soyut filmleriyle tanıştı. Bu tür şeylerin bir sinema salonuna sızmasının mümkün olmadığını bilecek kadar uzun yaşamıştı. Sekiz sene sonra daha fazla para biriktirdiğinde Film-Makers’ Cooperative’i kurarak avant-garde filmlerin dağıtımını üstlendi. Tüm bunlar Andy Warhol’un ilgisini çekti. Yani altmışlı yıllarda bir sanatçı olarak ilgisini çekmek isteyeceğiniz birinci kişinin. Sinema salonlarına giremeyen filmler galerilere girmeye başlamıştı. Warhol filmlerinin gösterildiği gecelerde sinematek, New York’un en popüler yerine dönüşüyordu. Michael Snow’un kariyeri de böyle bir gecede başlayacaktı.

“1964 ya da 1965’te New York Eye and Ear Control, Jonas’ın sinemalarından birinde gösterildi. O gece programda benim filmimle beraber bir de Andy Warhol filmi vardı. Warhol gittiği her yere büyük bir entourage taşırdı. Sıradan bir gecede filmler on kişiye oynardı – her gece aynı on kişiye. Ama eğer Warhol oradaysa, bunu sokağa girdiğinizde fark ederdiniz. O gece de büyük bir kalabalık vardı ve ilk olarak New York Eye and Ear Control gösterildi. Warhol’un tayfası filmden nefret etti – perdeye bir şeyler fırlatmaya, ıslıklamaya ve ayaklarını yere vurmaya başladılar. Çok can sıkıcıydı genel olarak, olan biteni projeksiyon odasından izlemek falan. Fakat gösterimin sonunda Andy ve Gerard Malanga yanıma geldiler ve filmin muhteşem olduğunu, film hakkında her şeyi öğrenmek istediklerini söylediler heyecanla. Kimsin sen? Bunu nasıl yaptın?

Herkes Warhol’un ışıltısına sığınmak için New York’a gelirken, Robert Breer tam tersi istikameti tercih etmiş ve Paris yolunu tutmuştu. Buradaki ilk gösterimlerinden birinde seyircilerden biri, filminin gözlerini bozduğunu söyleyerek üzerine yürümüştü. O anda bunu düşünememişti ama yıllar sonra kendi montaj yöntemlerinin etkisini ilk sigara deneyimine benzetecekti: “İlk sigaranızı içtiğinizde vücudunuz buna bir tepki verebilir, hatta kusabilirsiniz. Çünkü vücut tanımadığı bir şeyle karşılaşmıştır ve sağ kalabileceğinden şüphe duyuyordur. Yeni olan her şey böyle bir şok yaratır.”

Ellili yıllarda Viyana’da yaratıma başlayan Peter Kubelka’nın, Yeni Amerikan Sineması’nın kraliçe arısı ile tanışma hikayesi de benzer bir şok gecesine uzanıyor. Bu Avusturyalı, deneysel sinemanın birçok öncü ismi gibi işe heykel yaparak başlamış, filmin olanaklarını daha sonra keşfetmişti. Sergei Eisenstein’ın kimi filmlerinde kullandığı metrik montaj metoduna yeni bir yaklaşım getirdiği Arnulf Rainer, 1963’ün Aralık ayında Belçika’daki bir deneysel film festivalinde gösterilecekti. Filmin Viyana’daki prömiyerine 300 kişi katılmış, sonunu getirebilen yalnızca birkaç kişi olmuştu. “Arkadaşlarımın çoğunu Arnulf Rainer yüzünden kaybettim” demişti Kubelka yıllar sonra. O gece Belçika’da bulunan Mekas ise Arnulf Rainer’den aldığı ilk nefesin ardından bir arkadaş daha kazandığını fark etmişti.

“Yakın arkadaşlarımdan Jacques Ledoux’nun düzenlediği bir gösterim gecesiydi. Mühim, sıradan ve çoğunlukla berbat filmler perdede birbirini izledi. Seyirciler bu berbat filmleri çılgınca alkışlıyordu, herkes keyifliydi. Derken sıra o filme geldi, perdede Arnulf Rainer yazıyordu. Bir anda salona sessizlik çöktü, herkes sustu. Birkaç saniye sonra mırıldanmalar başladı, şikayet edenlere yuhalayanlar katıldı. Birçoğu daha fazla dayanamadılar ve salonu terk ettiler. Ben de tepkilerden çok rahatsız olduğum için oradan ayrıldım. Dışarı çıktığımda karşıma yıkılmış bir adam çıktı. Sanki birisi az önce bir tahta parçasını kafasında kırmış gibi duruyordu. Bu Peter Kubelka olmalı, dedim içimden. Gittim ve tebrik ettim, tamamını izleyememiş olsam da bir şaheseri ilk görüşte tanırım.”

Mekas ve Kubelka’yı birleştiren, Richter’in hipnagojik evreninden aldıkları ilhamdı. I. Dünya Savaşı bittiğinde savaşın getirdiği kolektif utanç, sanatçıları da etkilemişti. Savaş günlerini çağrıştıracak her şeyden kopuk, yeni bir sanatın inşası için dadaizm, kübizm ve sürrealizme sığındılar. Bir arkadaşı Richter’e tabancaların başkaldırısıyla ilgili savaş karşıtı bir film çekmesini önerdiğinde bunu akla yatkın bulmadı: “Başkaldıran bir tabanca ateş etmeyi reddeder. Ateş etmeyi reddeden bir tabanca da aslında bir demir parçasından ibarettir.” Bunun yerine şapkaların başkaldırısını filme çekecekti. Sanatçı olduklarını gizlemek için o dönemlerde taktıkları burjuva şapkalarına siyah ipler geçirdi ve aşağıdaki filmi çekti:

Sürrealizm ve deneysel filmler Nazileri korkutuyordu, çünkü nesnelerin kontrol edilemezliği insanlara da ilham verebilirdi. Vormittagsspuk da bu düşüncenin Richter külliyatındaki şahikasıydı, bu yüzden bugün filmin Naziler tarafından yok edilen orijinal sesine ulaşamıyoruz.


“Yaşayan bir heykel gibidir o film. Boya yaptırmak yerine, evinizin duvarlarında onu gösterebilirsiniz.”

Jean-Luc Godard

1968’in Mart ayında USC’de katıldığı bir dizi panelin ilkinde, Warhol’un 25 saatlik filmi için söylemişti bunları. Elbette birkaç gün sonra yan yana oturacağı Roger Corman veya Peter Bogdanovich’ten daha fazla sempati besliyordu Warhol ve Yeni Amerikan Sineması’nın temsil ettiklerine. Mekas ise Yeni Dalga’yı yıllar boyu eleştirdi, Godard’ın sinemasını yanlış bir politik hareketle ilişkilendirdiğini söyledi. Onun yeryüzünde saygı duyduğu politikacılar, Beat kuşağı, John Cage ve belki de George Maciunas’tı. 1969’da çektiği Walden görünüşte basit bir günce olsa da Godard ve şürekasına yazılmış bir karşı manifestoydu. Muhtemelen Godard’ın Four Stars hakkındaki yorumunu duyduğunda da tepesi atmıştı.

Radikal sinemacılar, Warhol sayesinde New York müzelerinin bir parçası olmuştu ama her zaman müzedeki en fakir insan da bir sinemacı olurdu. Zira sanat koleksiyoneri nadide parçalara arzu duyuyordu, perdeden yayılan dalgaların değerli bir yanı yoktu. Yeni Amerikan Sineması ticari film endüstrisi ve galerilerin düşmanca tavrı arasında evsiz kalmıştı. Bu filmlere ebedi bir yuva bulmak için 1970’te açılan Anthology Film Archives’ın kurucularından biri de Mekas olacaktı.

Adorno ve Horkheimer’e göre, sinema ontolojik açıdan bir şeyi temsil etmeye muhtaçtır ve bu yüzden de 20. yüzyılda diğerlerinin başardığının aksine kendi başına sanat olma özelliği taşımaz: “Sinema seyircisinden bağımsız düşünce beklenemez, çünkü eser reçetesiyle birlikte gelmiştir. Tepkiyi oluşturan filmin doğal strüktürü değil, yaydığı uyartılardır. Bu yüzden zihinsel bir çabayı işaret eden herhangi bir mantık bağlantısı kurmaya çalışmaktan özellikle kaçınılmalıdır.”

Bu eleştiriye karşı çıkmak isteyen bir sinema seyircisinin yapacağı en iyi şey, Adorno’ya bir Kubelka filmi izletmek olurdu. ŞiirinŞairin öldüğü bu çağda, kendi dili söylemeye varmasa da, Brakhage’ı şair yapan da budur. Onun filmleri perdenin ötesinde, perdeyi aşkın bir şeyleri çağrıştırmasıyla değil, perdenin içindeki uzamıyla bir değer ve sanatsal nitelik taşır.

mekas-anthology-opening

Başlangıçta ilgimi çeken bunlar değildi, Brakhage hakkındaki bütün övgüleri Enis Batur yapmış olmalı. Beni bu gecikmiş yazıya üçüncü kez oturmaya iten, 2015 senesinin sonbaharında Jonas Mekas’ın iki yıl önce açtığı Vimeo kanalına rastlamış olmaktı. Bu kanalda sağlam cukka indirmesine yardımcı olduğunu düşündüğüm bir iPod projesi kapsamında çekilmiş filmler de var ama varlıkları beni pek de rahatsız etmiyor. Kurgusunu tamamlayıp insanlarla paylaşmak için 2008’e kadar uğraştığı Lithuania and the Collapse of the USSR’a bakıyorum. (Beş emektar Bolex’ten) 4 numarayı evindeki televizyona doğrultuyor. Memleketinin bağımsızlığını yeniden kazanmasını Amerikan televizyonlarından takip eden bir Litvanyalı çiftçi-şairin günlüğüne bakıyoruz. Yaklaşık yirmi yıl sonra, YouTube, TiVo ve bu çabayı gülünç gösterecek bir dolu icadın ardından, Mekas bir yıla yayılan görüntü havuzuna dalıyor ve kurgu masasından 4 saat 46 dakikalık bir filmle çıkıyor. Yatağına uzanmış, uyuyamamaktan şikayet ediyor. Richter’in laneti, onun ritminin mirası… Birkaç dakika sonra CNN mikrofonlarına bağımsızlığın getireceği ekonomik açmazdan bahseden bir Sovyet yetkilisine sinirleniyor, “Suçu Litvanyalılara atacaklar” diyor…

Kimse bu filmi evinin duvarlarında göstermeyecek. Bundan muhtemelen o da memnundur, çünkü Mecidiyeköy’deki dükkan yeterince acı verici.

Oradan önce bir The Village Voice makalesine, sonra da jonasmekas.com’a uğruyorum. Makale 1963 tarihli, yakın bir gelecekte sıradan insanların çektiği 8mm ‘home movie’ görüntülerinin folklorik bir sanat olarak görüleceği, takdir ve koleksiyonerlerin talebiyle karşılanacağı kehanetinde bulunuyor.

Şimdi adres çubuğunda bu yazıyor: http://jonasmekas.com/365/day.php?month=1&day=11

Bu bir 16mm Bolex kamera, bu bir şişe şarap, bu da bir zamanlar Jean Genet’nin yattığı hapishane. Tüm bunlar demek oluyor ki, Mekas bize bir hikaye anlatacak. Çok güzel bir hikaye. Kadife ceketindeki beyaz lekelerin detayına katlanabiliriz.

Kasım ayında Anthology Film Archives’ın 45. yaş günü partisinde onu da göreceğiz. 5 numara ile katılacak törene, elleri zamanlarla dolu olacak. Bir süreliğine kanaatleri boşverip imajlara bakmaya razı geleceğiz.