Skip to content

İngiltere’nin Son Kralı

Brian Clough, İngiliz futbolunun belki de en efsanevi figürü, 20 Eylül 2004 günü göçmüştü bu dünyadan. Futbol bir daha onun gibisini görmedi.

“Bu işteki en iyi hoca olduğumu söyleyemem. Ama ilk birin içindeyim.”

Geçen yaz İngiltere, 1966’dan beri her iki yılda bir olduğu gibi, yine hayal kırıklığına uğradı. Fazla umutlu değillerdi belki, ama yine de tahminlerinden bile kötülerdi ve eve dönüş biletini beş gün içerisinde kestirdiler. Sorun ne Roy Hodgson, ne Wayne Rooney, ne Steven Gerrard, ne de bir başkasıydı aslında. İngiltere, Dünya Kupası’nı çok uzun süre önce kaybetmişti. Brian Clough’a, milli takım kapısını kapattıkları o 1977 kışında kaybetmişti. Brian Clough’a: “İngiltere’nin sahip olmadığı en iyi hoca”ya.

Şaşırmayın, 1977 ve 1982 arasındaki altı sene Avrupa Kupası’nı İngiliz kulüpleri kazanıyordu. 1984’e kadar sekiz yılda Liverpool dört, Nottingham Forest iki, Aston Villa bir defa kıtanın en büyüğü olmuştu, bu takımlarda (Bruce Grobbelaar dışında) Britanyalı olmayan tek oyuncu dahi yoktu. Oyuncu havuzu muazzamdı, eksik olan tek şey, iyi hocaydı.

1977’nin Aralık ayında Clough, İngiliz Futbol Federasyonu’na görüşme için gittiğinde, görev için en büyük favoriydi. Adaylar arasında (Lawrie McMenemy, Jack Charlton, Dave Sexton, Ron Greenwood) daha önce lig şampiyonluğu bulunan tek hoca oydu. Üstelik, Derby County ile yakaladığı şampiyonluğa bu sefer de Nottingham Forest ile ilerliyordu. Clough’ın kendisi de görüşmeden çıktığında kendisini İngiltere’nin teknik direktörü olarak görüyordu aslında. Üç Aslan’ı o anda göğsüne işlenmiş hissetmişti, görüşmede tüm cazibesini kullanmış, tutmamasıyla ünlü olduğu diline bir saatliğine hakim olmuştu. Centilmen gibi davranmış, bu şansı ona verdikleri için Federasyon yetkililerine teşekkür etmişti. Görüşme biterken hepsinin ellerini sıktığında “Hey, siz hiç de kötü adamlar değilmişsiniz” demişti. Bunun bir iltifat olduğunu düşünüyordu.

Oysa gerçek, çok başkaydı. FA, yöneticileri hiç sevmediğini kayıtlara defalarca geçirmiş Clough’ı çok riskli buluyordu. Dönemin Manchester City Başkanı ve seçici kurulun üyesi Peter Swales, Federasyon Başkanı Harold Thompson’ın Clough’la görüşmek bile istemediğini anlatmıştı. Thompson’ı ikna ettiğinde bile kurulun %90 ölçüde ona karşı olduğunu belirtmişti. Ama “Clough görüşmede uzak ara en iyi olan hocaydı: Özgüvenli, sağduyulu ve herkesten daha vatansever.” Ne var ki, tercihleri West Ham hocası Greenwood oldu. Greenwood beş yıllık görev süresinde Dünya Kupası’nda ikinci turun ötesini göremedi ve altın jenerasyonu harcadı.

Milli takım, Clough’ın içinde hep ukde olarak kaldı. Sadece hoca olarak değil, oyuncu olarak da. Middlesbrough’nun genç forveti olarak 23 yaş altı ve B takımlarında oynadıktan sonra milli takımda iki defa şans buldu. Ama Rusya ile 1-1 berabere kalınan bir maç sonrası soyunma odasında Billy Wright ile tartışınca milli takım kapısı ona oyuncu olarak da kapanmıştı. Neticede o, hepi topu iki defa İngiltere forması giyen bir çaylaktı, Wright ise milli formayı 100’den fazla giyen ilk oyuncuydu. Herkes rütbesini bilecekti. Clough ise bunları hiç bilmezdi.

Clough, futbolu bıraktığında, Boro ve Sunderland formalarıyla 274 maçta 251 gol atmıştı. 27 yaşında bir Bury maçında kaleci Chris Harker’la çarpışarak yan bağlarını koparmıştı. O günlerde bu, kariyer bitiren bir sakatlıktı. İki yıl sonra geri döndükten sonra iki maç daha oynayabilmişti, hepsi o. “Bir şut attığında o şutun kaleciyi geçmesinin ve ağlara temas etmesinin zevki asla eskimez. Bunu hala özlüyorum” demişti, zaferlerle dolu hocalık kariyerinde bile. “Bunu sıkça oyuncularıma söylüyorum. Bunun kıymetini bilmeleri gerektiğini, çünkü her an bitebileceğini anlatıyorum.”

clough-taylor

Futbolculuk kariyerinin aksine, hocalık kariyeri çok uzun ve zaferlerle dolu oldu. Ama bunda da, Boro günlerinde tanıştığı bir adamın, Peter Taylor’ın büyük payı vardı. Clough takımın genç forvetiyken, Taylor veteran kaleciydi. Aralarında yedi yaş fark vardı ama çok iyi anlaşmalarına engel değildi. Taylor, Clough’ın “ağabey” figürüydü. Clough 30 yaşındayken Hartlepool’dan hocalık teklifi aldığında kendisinin yardımcılığını yapması için derhal Peter Taylor’ı çağırdı. Hartlepool’da başkan Ernest Ord’la takışması uzun sürmedi ve bir yıl sonra kovuldu. Taylor’la beraber gittikleri yer, Derby County, efsane olmaya ilk adım atacağı yerdi. Derby’yi önce Birinci Lig’e çıkarttılar, sonra 1972’de kulüp tarihinin ilk şampiyonluğunu kazandılar. Yönetimle ters düşme, sonra gelen kötü Brighton macerasını hızlı geçebiliriz, Clough’ın dönemin en fiyakalı takımı Leeds United’a çağrılması ancak iki aydan kısa bir sürede kovulmasını da “The Damned United”a bırakabiliriz.

1975’te Nottingham Forest’la yeni bir başlangıç yapması gerekiyordu Clough’ın. Leeds macerasında kendisinden uzakta olan Taylor’la barıştı öncelikle. Clough menajerdi, oyuncuları yöneten, sahaya süren adamdı. Taylor ise yeteneği bir kilometreden tanıyan adam. Tevatüre göre bir maç oynanırken Taylor bir devre bitmeden 22 adamın neyi yapıp neyi yapamayacağını anlarmış. Clough dostuyla ortaklığını şöyle tarif etmişti: “Ben dükkanın vitriniyim, o da arkadaki mallar.”

1980’lerde futbol değişirken, taktikler ve sayılar önemini artırırken, Clough’ın adam yönetimi sistemi diğerlerinden ayrılıyordu. Tahtaya uzun uzun taktik çizenleri “üniversitede değiliz” diye hor görüyor, kenardan bağırışları “yanlış ayağının üzerinde kayıyorsun, kıçının üstüne oturacaksın” minvalinde ilerliyordu. Oyunculardan en iyi performansı alma metodu, onun psikolojisine hakim olmaktı. Bir oyuncuyu transfer ettiklerinde ona “Hatunlar mı, kumar mı, içki mi?” diye soruyordu, “çünkü futbolcuların çok büyük çoğunluğu bu üçünden (en az) birine düşkündü.” Bunu öğreniyordu ki gözü oyuncunun üzerinde olsun. “Eğer içkiyse, her sabah nefesini koklayacak kadar yakınında duruyordum. Kumarsa, cüzdanının ne kadar inceldiğini gözleyebiliyordum. Hatunsa, fermuarının açık kaldığı zamanları takip edebilirdim.” Clough otoriter, ama sevecen bir baba gibiydi. Oyuncuları ondan korkardı, ama onların kanına girmeyi de iyi bilirdi. Leeds’teki sorun buydu, onlara otorite işlememişti. Çünkü o da Leeds’in oyuncularına saygı duymuyordu. Ona göre Leeds ligi çirkeflikle, sertlikle kazanmıştı. Oysa onun takımları paslı, güzel oyun oynardı. Karakterine göre ironik, ama futbolu ne kadar sevdiği düşünülünce anlamlı. Taktiği “pas ve şut”tu, derinlikli değil, basit ve güzeldi. Yöntemi ise psikolojiydi. Anfield’daki bir maç öncesinde takımı pub’a götürmüş, tüm takıma iki yarım pint’ı aşmamak koşuluyla içme izni vermişti. 1980 Avrupa Kupası’nda Ajax’la oynanacak yarı final rövanşı öncesi tüm takımı Red Light District’e götürmüştü. Peter Taylor bir kulübün kapısında durmuş, “Hep beraber girersek grup indirimi yapar mısınız?” diye uzun uzun tartışmıştı. Amaç içeri girmek değildi zaten, “takım olarak hareket etme” duygusunu sağlamak ve, daha önemlisi, “otel odasına dönüldüğünde futbolcuların ertesi günkü maçtan başka bir şey konuşmalarını sağlayacak bir konu sunmaktı.” 1979’da Southampton ile oynanacak Lig Kupası finali öncesi de benzer bir metod uygulamıştı. Bir şişe viskiyi alıp bir odada oyuncularla bitirdiler. Ertesi günkü maçı düşünüp strese girmesinler diye.  Her iki kupayı da Forest kazandı.

Clough’ın egzantrik yöntemleri bazen şiddetli de olabiliyordu. Örneğin oyuncularının karnına yumruk indirebiliyordu! Stuart Pearce’tan Roy Keane’e, pek çok oyuncusu yumruğunu yemişti. “Her şeyi tahmin edilebilir görmesinler” diyordu. Milli kaleci Peter Shilton’a tüm takım için çay demletiyor veya sakat olduğu için Trevor Francis’i ikinci Avrupa Kupası finali kafilesinden kovuyordu. “Futbolcuların ortada dolaşan koltuk değnekli bir herif görüp moralinin bozulmasını istemiyorum.”

1980 yılında Madrid’de bir Mayıs akşamı, Nottingham Forest, Hamburg’u 1-0 yenerek ikinci defa üst üste Avrupa Kupası’nı kazandı. Clough ve Taylor, ellerindeki hazinenin farkındalardı. Bir hanedanın başlangıcında olabileceklerini hissediyorlardı. Onlara göre Forest, yeni Liverpool olabilirdi. Ama bir sorun vardı, kulüp harcamalarıyla kendisini aşmıştı ve tüm başarılara karşın gelirler giderleri karşılamıyordu. Clough “Bir sarayda oynamak istiyorum” diyordu ve kazanılan paranın büyük kısmı stadın yenilenmesine gitti. Üzerine, Avrupa şampiyonu olan kadro korunamadı ve Garry Birtles, Martin O’Neill, Archie Gemmill, Trevor Francis, Peter Shilton gibi isimler yerlerine doğru düzgün oyuncular bulunamadan satıldılar. Clough, Liverpool’un kadroyu taze tutmak için kullandığı “her yıl bir iki oyuncu sat ve yerlerine yenilerini al” metodunu uygulamaları gerektiğini çok sonra fark edecekti: “Yanıldık. O kadar yanıldık ki şu an inanamıyorum. Oyuncuların yaşlanmaya başladığına kafayı çok taktık ve hepsini yenilemek istedik. Burnumuz havadaydı, her yaptığımızın doğru olduğuna inanıyorduk.” Her yaptığının doğru olduğuna inanan iki adam, birbirleriyle aynı düşünmemeye başladığında bu, ilişkinin sonu oldu. Aralarındaki anlaşmazlıklar ayyuka çıkmıştı ve 1982’de Taylor, 12. bitirilen sezonun sonunda çekip gitti. Sonraki iki sezonda Clough takımı canlandırmayı başardı. 1983’te beşinci, ertesi sene üçüncü oldular. Arkadan gelen üç sezonda ise orta sıraların gediklisi haline gelmişlerdi. Zafer günleri bitmişti: Oynayacakları şehre maç sabahı otobüsle giderek otel masraflarını kısmaya çalışıyorlar, yolda molalarda çorba ve sandviç yiyorlardı. Liverpool’da Joe Fagan ve Everton’da Howard Kendall çatallı bıçaklı yemekler yerken Clough ve Forest’ın yaşadıkları zamanın çok gerisindeydi. Hartlepool ve Derby günlerini anımsattığı için Clough bunu nostaljiyle karşılayabiliyordu ama milyonluk transferlerin başladığı 1980’lerde, futbolcular için kolay kabul edilir şey değildi.

Tüm bu sefaletin ortasında Clough’ın vazgeçmediği bir şey vardı: Viski. Clough içerdi, çok içerdi. Özellikle Taylor’la bozuşmaları ve bir daha hiç konuşmamaları sonrasında, Forest’ın da çöküşüne paralel olarak dağıldı, yolunu kaybetti. Bunda içkinin de etkisi büyüktü. Bir röportajında oyuncusunun adını hatırlayamamıştı, “Hani şu uzun boylu eleman yok mu” diye bahsediyordu Carl Tiler’dan. Bir keresinde de Blackburn’e 3-1 yenildikleri bir maçın devre arasında kulübede kalıp soyunma odasına gitmemesi ve olanlar sırasında hiçbir fikri yokmuş gibi anlamsızca gülümseyen bir fotoğrafı gazetelerin sayfalarındaydı. Ona neden güldüğü sonra sorulduğunda, hatırlamadığını söylüyordu.

1992-93 sezonu, İngiliz futbolunda temelden bir değişimin yaşandığı zamandı. Premier Lig’in başladığı sene, Brian Clough’ın bittiği sene oldu. Oyunda daha fazla para vardı artık. Yarı-amatörlüğün, “Hadi oğlum”ların devri geçmişti. Clough, eskide kalan bir anlayışın son temsilcisi gibi görünüyordu. Oyuncularına verdiği taktikler, rakibe göre daha fazla arkaik kalıyordu. Rakip hocalar da Forest’ın yegane oyun planını (baskıyı durdur, hızlı hücumla gol ara) rahatlıkla çözebiliyordu. O planı iyi uygulamak için baskıyı durduracak savunmacılar ve hızlı hücumda gol bulacak forvetler de elinde yoktu zaten. Des Walker’ı Sampdoria’ya, Teddy Sheringham’ı Tottenham’a satmıştı, Stuart Pearce ise sezonun yarısında sakattı. Yıl boyunca 10 galibiyet alıp, 62 gol yiyerek lig sonuncusu oldular. Halbuki biraz güneyde, Teddy, Spurs’le gol kralı oluyordu.

“Son birkaç ayda kaç defa burada neler başardığımı insanlara hatırlatmak zorunda kaldım, hatırlamıyorum. Bu kulüpte – 18 yıl önce bir dostluk maçında Notts County’yi bile yenemeyen bu takımla. Sanki insanlara bir tarih dersi verir gibi, kollarından tutup anlatmak istiyorum: Bak ben İngiltere’yi Dünya Kupası’na götürmüş olması gereken adamım. Ben iki takımı hiçbir yerden alıp lig şampiyonu yapan adamım. Avrupa’da Shankly ve Revie’nin bir kere bile yapamadığı, Busby ve Stein’ın ikinci defa yapamadığı şeyi yapan adamım.”

clough-veda

Brian Clough’ın City Ground’a son çıkışı 1 Mayıs 1993’te oldu. Sheffield United karşısına çıktıklarında küme düşmeleri zaten kesindi, alınan 1-0’lık yenilginin bir önemi yoktu. Aynı zamanda, Clough’ın yeni sezonda takımda olmayacağı da yönetim tarafından açıklanmıştı. Clough maç boyunca kenarda gururluydu, adeta gemisi batarken dahi boynunu bükmeyen bir kaptan gibi. Son düdükten sonra onbinler “Brian Clough bir futbol dehasıdır” diye bağırırken o tek tek tribünleri dolaştı, her zamanki yeşil kazağı içinde kırmızı gömleğiyle. Gözleri yorgundu ama ağlamaya direndi. Küçük bir kız ona bir çiçek verirken ona döndü ve “Hayır, güzelim lütfen, bugün gözyaşı yok” dedi. Bir muhabir ona yanaştı, “Brian, bir cümle alabilir miyiz?” dedi. Clough, “Tabii ki,” dedi. “Hoşçakalın.”

Brian Clough, 58 yaşında futboldan emekli olmuştu, Alex Ferguson ya da Bobby Robson’ın en büyük başarılarını yaşamaya başladıkları yaşta. 20 Eylül 2004’te, 69 yaşında mide kanserinden öldü. Belki çok daha fazlasını yapabilirdi, ama belki de ona düşen her şeyi erkenden yapıp çekip gitmekti. Oyunculuktan erken kopmuştu, hocalığı da erken bitti. Premier Lig çağında onun gibi birisi başarılı olabilir miydi? Evet demek zor. Bugünün yıldızlarını korkuyla, fırçalayarak hizaya getirmek imkansız. Oyuncuların içki içtiği, fish and chips’le beslendiği bir çağda değiliz. Dahası, kendisine bu kadar güvenen bir hocanın zengin kulüp sahipleri çağında otoritesini koruması bile tek tük örnek dışında görülmüyor. Brian Clough 1970’ler ve 80’ler İngiliz futboluna aitti. O dönemde tahmin edilemeyecek başarıları kazandı ve o dönem kadar güzeldi.1

  1. Bu yazıdaki alıntıların neredeyse tamamı, Duncan Hamilton’ın “Provided You Don’t Kiss Me” kitabından. Hamilton, Nottingham’lı bir gazeteci ve Forest yılları boyunca Clough’ın ve takımın en yakınında bulunmuş bir adam. Okuduğum en iyi futbol kitaplarından birisi. []