Skip to content

Tracks: Bir Deve Yolculuğu

Robyn Davidson, 9 Nisan 1977’de dört deve ve bir köpek eşliğinde 3200 kilometrelik çölü aşarak Avustralya'nın batı sahillerine varmak için yola çıktığında çoğumuz bundan habersizdik.

Robyn Davidson, 9 Nisan 1977’de dört deve ve bir köpek eşliğinde 3200 kilometrelik çölü aşarak Avustralya’nın batı sahillerine varmak için yola çıktığında çoğumuz bundan habersizdik. Alice Springs kentinde yaklaşık sekiz ay boyunca kendisine eşlik edecek develeri eğittiğinden ya da bu yolculuğu babasının 1935’te Kalahari’yi yürüyerek geçtiği bir başka uzun yolculuktan esinlenerek yaptığından da habersizdik. Bütün bunlardan haberdar olmamamız o kadar da mühim değil. Zira bütün bunları şu veya bu şekilde bir yerden duyup öğrenmemiz kolaydı. Ama asıl önemli olan şuydu: Robyn Davidson neden 3200 kilometrelik bir çölü geçmek istemişti? Gencecik yaşta hayatının en güzel yıllarını neden böyle bir şeye harcamıştı? Bunlar güzel sorular ve daha da güzeli şu ki; bu soruların cevabı yok. Tracks’in (Çöldeki İzler) iyi bir film olmasını sağlayan sebep de tam olarak bu.

Tracks’in başlarında Robyn’in çölde bir yolculuk için sebepler ararken neslinin kırılganlığından şikâyet ettiğini görürüz. Aynı şekilde şehir hayatının monotonluğundan sıkıldığına dair birkaç kelâm ettiğini de duyarız. Elimizdeki cevaplar bu kadardır. Ama hemen “şehirden sıkılıp kendini çöllere vuran kız” izlenimi edinmeyelim zira mesele biraz farklı. Film ilerledikçe aldığımızı sandığımız cevapların da boş olduğunu görürüz. Zira bu yolculuğa sebep ne şehir hayatının boğuculuğu ne de başka bir şeydir. Sebep ilk paragrafta belirttiğimiz gibi, aşağı yukarı şuna yakın bir şeydir: Yok.

Bu hikâyenin, bu çöllerin, bu develerin “gerçeklerden yola çıkılarak” yapılması filmle ilgili en dikkat çekici detay. Ama bu durum ne kadar önemli ya da önemli mi bilemiyorum. Zira Tracks daha çok bir ruh halinin filmi. Böyle bir şey “gerçekten” yaşanmasaydı da filmin bıraktığı enteresan etki değişmeyecekti. Ya da ben değişmezdi diye düşünüyorum. Bu ruh hali dediğim şeyin çok çetrefilli tarafları var. Kentten kaçıp huzur bulayım, hayatın izlerini takip edip doğada kaybolayım, bu kayboluşu yaşarken özüme de bir döneyim, köklerimle tanışıp ruhumu arıtayım, durumlarının etrafında gezinen bir konuya sahip Tracks. Ve işte neredeyse her yönü klişeye çıkabilecek bu konu çok zarif bir dengede duruyor ve her an viraja hızlı girip, “köklerimiz ah bizim insani köklerimiz” şarampolüne devrilebilecek dramatik yapı film boyunca hiç fire vermiyor.

2

İşin bir başka oyuncaklı tarafı ise oyuncuların performansında ortaya çıkıyor. Açıkçası filmin konusunu okuduğumda ilgimi çeken bir şey görememiştim. Ben genel olarak hayattan sıkılıp yolculuğa çıkan ve bu yolculuk sırasında da kendini bulacağını, işte efendim kendi köklerine ulaşabileceğini düşünen insanları anlamıyorum. İşbu tip konular etrafında dönen filmlere ya da kitaplara epeyi temkinli yaklaştığım için de elimdeki derginin ilgili Tracks sayfasından gözlerimi ayırmaya can atıyordum ki oyunculara gözüm takıldı. Uğruna buradan taa Çin’e kadar alkış tutulası, dağa çıkıp şaki olunası Mia Wasikowska’nın ismi filmi izlemem için yeter ve artar bir sebepti. Ama hemen yanında bir başka şahane isim duruyordu ki, ister Girls üzerinden, isterseniz de güzelim Frances Ha üzerinden kolaylıkla kendisine hayran olabilirsiniz: Adam Driver. “E daha ne” deyip zaten bir çöl zenginliğini andıran vizyon filmlerinin arasında bu iki ismin içinde bulunduğu bir çöl filmini izlemek gayet makul ve makbuldür diye düşünüp filmi izlemeye karar verdim.

Rick, (Adam Driver) Robyn’in (Mia Wasikowska) tam da çölde yolculuk hayallerinin çıkmaza girdiği bir noktada filme dâhil oluyor. National Geographic üzerinden bir sponsorluk desteği sağlayabileceğini ve hatta bir fotoğrafçı olarak kendisinin de bu yolculukta ona eşlik edebileceğini söylüyor Robyn’e. Robyn, başta olmazlansa da bir yerden sonra bu teklife sıcak bakıyor ve ikilinin yolculukları başlıyor. Robyn, çöl yolculuğunu sürdürürken bir sürü insanla karşılaşıyor ve arada bugün bile zikredildiğinde direk kendisini anımsatan Camel Lady lakabına sahip oluyor. Rick ise aylık ziyaretlerinde Robyn’i bunaltmaktan başka pek de bir şey yapmıyor. Filmin ortalarında Rick ve Robyn cinsel anlamda yakınlaşırken ve biz seyirciler tam da bu noktada “ahanda şimdi bir aşk hikâyesi başlayacak” derken film bu klişe salvosunu da müthiş bir dengeyle atlatıyor ve hiç böyle taraklarda bezinin olmadığını, asıl meselesinin Robyn’in kişisel yolculuğu olduğunu kafamıza bir kere daha dank ettiriyor.

Robyn’in yolculuğunun kişisel bir mesele olmasını sağlayan şey ise kendi geçmişiyle yüzleşmesi. Robyn’in film boyunca hatırladığı görüntüler daha çok annesi ile ilgili. Annesinin intiharının ardından babasının onu halasına bırakması ve çok sevdiği köpeğinin de ölmesi gibi şeyler çöl yolculuğunda kendisine eşlik eden köpeği Digg’e karşı duyduğu düşkünlüğü de açıklıyor. Robyn’in çocukluk acılarını hatırlaması ise acımasız koşullarda bir çöl yolculuğu yapabilecek kadar güçlü olan bir kadının en temel zayıflıklarıyla karşılaşmasını sağlıyor. Tracks’i samimi bir film haline getiren nokta da bu. Robyn aslında çıktığı yolculuğun anlamından hiç de emin değil. Filmin bazı yerlerinde neden bunu yaptığını bilmediğini hatta tüm bunların bir saçmalık olduğunu bile söylüyor. Hiç öyle doğada olmaktan falan da hoşnut değil. Keşfetmeye çalıştığı bir şey de yok. Ama tüm bunlara rağmen yine de bir süre sonra kaldığı yerden yolculuğunu sürdürüyor. Bir amaç uğruna çıkılmamış bir yolculuğun çok da hoşlanmadığı insanlar tarafından kesilmesi ise alabildiğine yabani bir insan olan Robyn’in daha da yabanileşmesine neden oluyor.

r1242802_16494335

Filmde rol alan isimlerin çoğunluğu Avustralya yerlilerinden oluşuyor. Aralarında filmde çok kilit bir noktada duran karakter ise Eddie. Kilit noktada duruyor zira Tracks mizah dozu epeyi düşük bir film ve Eddie karakteri de neredeyse tek başına filmin mizah yükünü sırtlıyor. Ha ne yapıyor derseniz aslında hiçbir şey yapmıyor. Eddie’nin doğallığının getirdiği bir samimiyet filmin de Robyn’den kaynaklı yabani istikametini tersine çeviriyor. Eddie, Robyn’in yolculuğunda ona hem yol göstericilik hem de arkadaşlık ediyor ve sürekli konuşuyor. Tabii biz seyirciler tıpkı Robyn gibi Eddie’nin ne dediğini hiç anlamıyoruz ve bu durum bir yerden sonra bir komedi unsuruna dönüşerek filmin seyir zevkini artırıyor.

Robyn’in çöl yolculuğu yapmasının politik bir alt metni var mıdır türünden akademik bir soru sorsaydık eğer cevabımız yine şuna yakın bir şey olurdu: Yok. Beyazların yerlilerle kurduğu ilişkilerdeki klişelere yapılan ince göndermeler ya da Robyn ve Rick’in yerlilerin kendi hayatlarını sürerken onların fotoğraflarını çekmenin ahlaklı bir davranış olup olmaması üzerine giriştikleri konuşmalar haricinde filmde politik bir zemin de yok zaten. Sanırım yönetmen John Curran, Robyn’in politik bir karaktere dönüşmesi için fazla çaba harcamamış ve bir bakıma da iyi yapmış.

Yönetmen demişken, John Curran ülkemizde daha çok 2004’te çektiği Aşk Artık Burada Oturmuyor (We Don’t Live Here Anymore) adlı filmi ile biliniyor. Daha sonra 2006’da çektiği The Painted Veil ve 2010’da çektiği Stone biraz da oyuncu kadrolarının ağırlığı sebebiyle ilgiyle karşılanmıştı. 1998’de çektiği ilk ve büyük ihtimalle en iyi filmi olan Praise ise hâlâ sağda solda aranan ve gelişen tüm o teknolojiye rağmen kolay kolay bulunamayan bir film. John Curran, şu ana dek çektiği filmlerde hedefi on ikiden vuramasa da “eli yüzü düzgün filmler” diyebileceğimiz kategoride kayda değer işler yapmayı sürdürüyor.

4

Bütün bunlarla beraber, Tracks için bir başyapıt dersek meseleyi çok abartmış oluruz. Vizyon filmleri içinde bir adım öne çıksa da, özellikle filmin konusuna ya da benim gibi oyuncularına karşı bir ilginiz yoksa filmden sıkılmanız da olası. Zira neredeyse tamamı develerle birlikte yapılan uzun bir yürüyüşten mürekkep bir filmden bahsediyoruz. Filmin sonu hariç kum ve deve dışında bir şey de pek girmiyor kadraja. “Hava zaten sıcak bir de çöl filmi mi izleyeceğim yahu?” diyebilirsiniz elbette. Hakkınızdır. Ama sıcaklara, çöllere ve develere rağmen filme giderseniz de pişman olmazsınız sanırım. Hiç değilse Adam canım Driver’a ya da Mia güzelim Wasikowska’ya uzun uzun bakmış olursunuz ne güzel.