Skip to content

2002, Dünya Kupası, Ahn…

İki şey var 2002'den aklımda kalan...

Futboldan öyle bir keyif alıyorum ki o zamanlar, Almanlık falan yanında hikaye. Her akşam top oynamaya çıkıyorum mahallede, bilgisayarda sürekli FIFA açık, televizyonda Avrupa’dan futbol dönüyor, kafayı yemişim. Yazın dünya kupasına ilk kez katılacağız. Yani en azından ben ilk defa şahit olacağım. 98’i Türkiye olmamasına rağmen nefes nefese izlediysem, Türkiye’nin olduğu dünya kupasında tak diye giderim ben. En kötü saçım falan beyazlar diyordum 12 yaşımda. Beyazlamadı.

Her Türkiye maçını farklı bir yerde izlediğim dünya kupası olarak kişisel tarihimdeki yerini aldı 11 yıl önceki güzellik. Ama sadece o değil.

Mayıs civarı okulda tişörte geçilmişti. Zaten tişörte geçilmese gömlekler Samuel Johnson’un atletine dönüyordu 2. teneffüs civarı. Kıyafet değişikliği ve bahçenin kullanılır hale gelmesi bizim okula hep bir yaz şenliği havası katmıştır okuduğum süre boyunca. Hep heyecanlanırdık o dönem geldiğinde, çünkü teneffüs artık gezinme, dolaşma, eğlenme imkanı da sunmaya başlardı. Ha bir de kızlara kısa çorap giyme izni verilirdi, o da bizim bi arkadaş için seyr-i sefa demekti. Yalnız o Mayıs sonu biraz başkaydı.

Medyada yapılan yangınları falan hatırlamıyorum. Mutlaka çok acayip işler dönmüştür aday kadro açıklandığında. Yolculuktan otele yerleşmeye, ilk antrenmana kadar raporlar da dönmüştür her gazetede. Ama benim için 2002 Dünya Kupası 31 Mayıs Cuma günü yapılan hafta sonu töreninde “Pazartesi günkü Brezilya maçı için yemekhaneye büyük ekran kurulacak. Oradan seyredeceğiz hep birlikte” açıklamasıyla başladı. Ben o gün okula gitmemeyi planlıyordum, Pazar günü okulda bütün arkadaşlarım ve hocalarımla Brezilya maçını seyredeceğime inanamayarak çantamı hazırladım.

Dev denen ama aslen çük olan bir ekrandan izledik Brezilya maçını. Hasan Şaş’ın golünde 3 burgu ile yere düştüğüm, üstümden dinci Celalettin hocayı aldıkları doğrudur. Devre arasında 3-5 hocanın keyif sigarası yaktığı da, bedenci Yusuf hocanın Rivaldo’nun annesine mütecaviz küfürler ettiği de… Yenilmiştik, üzüntüden kalan dersler yapılamamıştı… Ama ben bizim okulda öyle bir şey olduğuna inanamamanın verdiği keyfi yaşıyordum.

Kosta Rika maçını evde izledim. Pazar günü, babamla büyük hazırlıklar yaptığımız, annemi ve kardeşimi evden yolladığımız, Emre’nin golüyle keyiflendiğimiz, 84. dakikada çatkapı misafirin gelip içine etmeye başladığı, Winston Parks’ın 86’da tam olarak içine ettiği bir gündü o Pazar günü. Maç öncesi haritada yerini aradığım Kosta Rika’ya karşı bayağı vasataltı oynayıp işleri son maça bırakmıştık. Babam “bunlar aynı toprağın insanı, Brezilya yatar son maç, bitti” diyordu. Tabii o ben haritaya bakarken çay yapıyordu, ondan. Haberi yoktu.

Çin maçının ertesi karne alacaktım. Dersler mersler bitmişti yani. O hafta okula gitmemiştim. Babamın “gel iş yerinde beraber izleyelim hep birlikte” teklifini geri çeviremezdim. Okula sistem kurulmayacaktı, annem ve 4 yaşındaki kız kardeşim futboldan anlamıyordu. “Tamam madem” dedim. “Ulan yardıma çağırsam binbir bahane bulursun köpek” dedi babam. Sabah erkenden gittik işe. Normalde sürekli mal indirilen, arabaların geri gelirken çıkardığı “diit diit” sesinin eksik olmadığı, sabah mahmurluğunu hiç yaşayamadan işe başladığınız gıda sitesinde herkes sessizliğe gömülmüş, çayı ve poğaçasıyla maçı bekliyordu. 5 kişi televizyonun başına geçtik. Maç rahattı, Brezilya babamın dediği gibi Kosta Rika’yla aynı topraktan değildi, çıkmıştık.

18 Haziran’daki Japonya maçı için babam tarihin en inanılmaz planlarından birini yapmıştı. Annemin ısrarıyla yazlık için o gün yola çıkılacaktı, yoksa başlardı maçımıza. Babamsa yolu hesaplayıp, Japonya maçını Susurluk’taki Ulusoy tesislerine denk getirmeye çalışıyordu. Her şey tıkırında işledi o gün. Ümit Davala’nın kafası birbirini tanımayan onlarca yazlıkçı şoförü birbirine sarmalamıştı. Türkiye hikayesi çok güzeldi. Ben keyiften dört köşeydim. Yalnız Türkiye’nin dışında başka bir şey dikkatimi çekmişti o gün.

5 saat sonra, Selçuk’ta çöpşiş için durduk. İtalya-Kore maçı açıktı. Futbolda “trivia” ile zerre ilgisi olmayan babama Ahn’ın attığı gol sonrası “baba bu adam İtalya’da oynuyor ha, vay be” demiştim. Onunla da ilgilenmemişti. O ara şişe kimyon döküyordu, haklıydı.

***

Ahn’ın hikayesi çok ilginçleşti, babam ilgilenmese de ben ilgilendim. Jung-Hwan Ahn çok güzel adamdı. İtalya hikayesinin yanında, ki onu herkes bildiği için yazmıyorum, bana göre futbol sahalarında verilmiş en büyük ayarlardan birini vermişti.

2002 Kış Olimpiyat Oyunları’na, Salt Lake’e gidiyoruz. Kısa kulvarda beş kişilik bir erkekler finali, mesafe mühim değil. Favoriler var, bir de oraya nasıl geldiği pek belli olmayanlar. Yarış normal başlıyor, epik bitiyordu. Yarış sonundaki kazada1 4 kişi birbirini biçiyor, Güney Koreli Ahn Hyun-Soo büyük favori ABD’li Apollo Ohno’yu götürüyor ve Avustralyalı Stephen Bradbury çok geride olduğu için kazaya karış(a)mıyor, altını alıyordu. ABD komitesi Güney Kore’yi ve Hyun-Soo’yu suçluyor, ertesi gün ABD gazeteleri neredeyse sportif savaş ilan ediyordu Güney Kore’ye.

Birkaç ay sonra ABD, 2002 Dünya Kupası D Grubu’nda Güney Kore ile karşılaşıyor. Ahn Jung-Hwan klasik kafa gollerinden birini atıyor, sonrası ABD’ye ayar…2

***

Senegal maçını yazlıkta izledim. İlhan Mansız gol attıktan sonra dikey sıçrama dünya rekorunu bayağı bir zorladığımı hatırlıyorum. Babam da ses gücüyle duvarı kırmaya uğraşmıştı. Brezilya maçını arkadaşın evinde izledim. Ronaldo hayranıydım, laf edememiştim. Güney Kore maçını da pizzacıda seyrettim o turnuvada. Hakan Şükür garson bize içecekleri getirirken golü atmıştı, garson kuzenin bardağı yerine kolayı masaya dökmüştü. Bunun için bir müşterinin bir garsona sarıldığını ilk defa orada görmüştüm…

Ben 2002 Dünya Kupası’nda tüm Türkiye maçlarını farklı yerde izledim. 12 yaşında, tarihin en acayip totemlerinden birini yaptım belki de bilinçsiz olarak. Ama aynı zamanda Güney Koreli Ahn’ın hikayesini hep takip ettim, hele ki verdiği muhteşem ayarı öğrendikten sonra.

2002 yazının hikayesi aklımda olacak hep. Zaten aklımda o hikaye olmasa, bu kadar net hatırlamasam her şeyi, bu yazıyı yazamazdım. Yıllar sonra kış sporları anlatmaya başladım. Ahn’ın verdiği ayarın anlamını neredeyse 10 yıl sonra çözdüm. “Haa” dedim, 2002 Türk Milli Takımı da, Ahn da bambaşkaymış.

2002 Dünya Kupası, günün birinde o kupayı kazansak da herkesin aklında olacak eminim. Grupta elensek futbol sevgimden hiçbir şey eksilmeyecekti, olanlardan sonra ne olursa olsun, hiçbir zaman eksilmeyecek. Ahn gibi adamlar da hep olacak. Onlar da hep futbolun ekstra güzellikleri olacak…

Not: Yazı ve konunun hatrı sayılır bir kısmı için Eren Yağlıcı’ya teşekkürlerimle.

  1. http://www.youtube.com/watch?v=fAADWfJO2qM []
  2. http://www.youtube.com/watch?v=4um2LTvjWhE []