Skip to content

Ozan S. Bir Altyapı Hikayesi

Dünyanın en saçma milli takımının hikayesi.

“Hentbol çok sıkıcı be abi” diyor insanlar twitter’da bir şey paylaştığımda, ya da hentbol yayınımın anonsunu yaptığımda. Bu sporla ilgili bir gariplik var, bir kez bile oynamış bir insan için dünyanın en güzel sporuyken, hiç oynamamış bir insan için çok sıkıcı oluyor hentbol. Benim hayatımın büyük bölümünü kaplıyor, istesem de bırakamıyorum. Anılarımın içinde dünyanın en saçma milli takımının da hikayesi var mesela…

Geçen gün gördüm, Bağlarbaşı’nda çocukluğumun, gençliğimin ama en önemlisi sporculuğumun geçtiği salonu yıkıyorlarmış. Hentbol yıllar önce yüksek bir yere çıkıp baktığınızda Ankara’yı görebildiğiniz Yakacık’a taşındı. Tarabya’daki okulumuzdan çıkıp, otobüse binip, Yakacık’a gidip antrenman yapıp sonra geceleyin eve dönüp evde bayılan çocukların ilk kuşağıydık biz. Yetkili amcaların acıması yoktu, orası boştu işte, orada oynanacaktı. Hadi neyse, hentbolun yeri var, yıllardır jimnastiğin evi o Bağlarbaşı Spor Salonu, onları nereye taşıyacaksınız?

Hani 2020’yi çok istiyoruz ya, olimpik ruh bizimle olacak, spor ateşi bizi saracak, gençlerimiz, küçüklerimiz bu ateşle yetişecek diyoruz. Ben size “Ozan S. Bir Altyapı Hikayesi” anlatayım, durun.

Dedim ya, istesem de nefret edemiyorum hentboldan. Aslında çok istedim, bayağı uğraştılar nefret etmem için, olmadı. 2006 yılında Cent Koleji’yle Türkiye şampiyonu olduktan sonra Dünya Gençler Şampiyonası’na gitmeye hak kazanan takımın sağ kanadıydım. Şampiyonluk sonrasında okula döndüğümüzde Hollywood’un gençlik filmlerindeki kolej basketbolcuları falan gibi hissediyorduk kendimizi. Lord olmuştuk. Benim için her şeyden önemlisi, ilk kez yurt dışına çıkacaktım Limoges’daki dünya şampiyonası için. Esas olay oydu. Tam zamanları hatırlamıyorum tabii ama, bir ay civarı bir sürede bir milli takım haline gelip, şampiyonaya gidilecekti işte. Zaten dersler mersler yalan olmuştu. Olsundu, şampiyonduk biz.

Her gün bir şey oluyordu hayatımızda. Bir törende görevli olup derse girmemek büyük zevktir ya, bizi derslerde “terzi geldi, milli takım için takım elbise dikilecek, ölçü alıyor” diye topluyorlardı. Her gün çanta, forma, eşofman takımı geliyordu ve biz bulutların üzerindeydik. Tabii onları yollayan amcalarımızı da geziyorduk, valisidir, belediye başkanıdır, gençlik spor genel müdürüdür… Amcalar “çantaları beğendiniz mi?” diyordu, biz çok beğendiğimizi söylüyorduk. Bizi ilgilendiren çantaydı da, hocamızın biraz sıkıntısı vardı, söyleyemiyordu: Şampiyonaya hazırlanacak doğru düzgün salonumuz yoktu. Ama eşofmanlar falan 10 numaraydı…

Okulun hentbol alanı açık, orası olmadı, bir yer gösterdiler, çatısı aktı, Yakacık’a gidene kadar vücut çalışmış kadar yorulduk, olamadı… Sonra bir gün İstinye’de mimarının bile büyük ihtimalle unuttuğu, “tahtadan futbol kaleleri olan” bir salon gösterdi bize yetkililer. İlk şutta tahta çıktı.

Bizim umrumuzda değildi ama hocamız böyle hazırlanarak Almanya’yı, Fransa’yı falan yenemeyeceğimizin farkındaydı. Grupları öğretmenler odasında öğrendik, ev sahibi Fransa, İsveç, Macaristan, Lüksemburg ve Türkiye. Sonra kütüphaneye çıkıp Lüksemburg’un yerine baktık.

Hazırdık biz. Yolculuktan 2 gün önce bizimle birlikte Fransa’ya gelecek en büyük yetkili, o zamanın GSGM amcası yemek organize etti. Kantinde. Günde çift antrenman yapan 30 kadar sporcunun dişinin kovuğuna gitmeyecek bir yemek. 30 diyorum, çünkü orada öğrendik ki kızlarda şampiyon olan Kastamonu da bizimle geliyormuş. Gençlik spor genel müdür amcamız da şöyle bir geldi ofisten çıkmadan “nassınız gençler” dedi, gitti.

Yolculuk günü geldi, bizim okulda tören yapıldı. Hayatımda ilk kez benim için dikilmiş bir kıyafet giyiyordum, hem de sarar, hem de takım elbise, hem de bütün okulun önünde, adıma tören düzenlenirken… Uçağa gerek yoktu yani, biz taxi’den çıkmıştık, havalanmıştık, hatta kemer ikaz ışıkları bile sönmüştü… Atatürk Havalimanı benim için dünyanın en güzel yeriydi o gün. 300’er euro cep harçlıklarımız verilmişti, hakikaten uçuyorduk. Gerçi harcayamadan bizim okulun sahibi aldı yarısını, yanında sadece dolar varmış, sonra verecekmiş…

Fransa’ya gitmek benim için bir ilkti. İlk kez yurt dışı, hem de arkadaşlarımla, ailemle bile değil. 3 saat sonra Orly’ye indik. Buraya kadar her şey normal. Yalnız GSGM amca geldi toparlandıktan sonra ve “gençler şimdi adını okuduklarım aktarmaya gidiyor, ötekilerle 7 saat sonraki uçağa beraber biniyoruz tamam mı?” dedi. Durumu sorgulayan hocamıza “daha hesaplı oldu böyle” demiş, arkadaşlarım söylüyor. Ertesi sabah Fransa’yla ve öğleden sonra İsveç’le maçımız var ve takımın büyük bir bölümü 7 saat havalimanına kısılı kalacak, gece 21.00 sularında oraya varılacak? Eh… Ha bu arada parantez, bizimle gelen amca sonradan “arılara kokain verelim, ölmezlerse kokainmanlara konarlar, böylece onları yakalarız” dedi sonra. Büyük bir göreve de gelmişti. Hatırlamıyorum adını.

O gün sadece tost yemiş olan 20 kadar sporcu, Orly’de yemek aramaya başladık. Yalnız bir sorun vardı, başımızdaki yetkililer “bunda domuz vardır” diyerek hiçbir şey aldırmıyorlardı. Yaklaşık 1 saat süren arayışlardan sonra bulduğumuz kruvasanı öğle yemeği olarak yedik ve doymuş rolü yaptık. Yalnız o kruvasan hala dünyanın en güzel yemeğidir benim için.

Fırtına çıktı. Bizi Limoges’a götürecek uçak minik bir pırpırdı ve o havada en baba uçak bile güvenilmezdi bence. Zaten yetkililer de “uçağa ekstra bagaj alamıyoruz, ona göre” demişlerdi. Bizimle gelen amca ise uçuşu daha geç olan iki Türk hakeminin bagajını almak istiyordu. Kavga çıkardı… Uçağa binerken hala bağırıyordu, yetkililere, hostese, bize…

Hava ve tartışmalar yüzünden 2 saat rötarlı kalktı uçak. 23.00 civarı Limoges’a indik. Bizi beklemekten bıkmış bir Türk kafilesi karşıladı, aldı, akreditasyona götürdü takımı. Orada saatlerdir bizi bekleyen takım arkadaşlarımızla buluştuk. İnsani boyutların dışına çıkan açlığımızı geceleri açık olan bir McDonalds’ta gidermiş gibi yapıp saat 02.00 civarı odamıza attık kendimizi. 7’de kalkacak, 9’da salona gidecektik. Sabah nasıl kalktığımı inanın hatırlamıyorum. Yalnız bir motivasyonum vardı tabii, Fransız kahvaltısı. Acaba nasıl, zaten 2 gündür bi şey yemiyorum diyerek indiğim kahvaltıda baget ekmek, tereyağ, katı reçel ve sıcak çikolata bulunca ağlamaklı olduğum doğrudur. Ben değil sırf, hepimiz.

481908_10150938761181439_1054833899_n

O gün Fransa’dan fark yiyecek, sonra İsveç maçı için öğle yemeği arası verdikten sonra otobüslerde ve soyunma odasında uyuklayıp bir nevi dayak yiyecektik… İsveç’te karşımda oynayan çocuk beni kaldırıp kenara koydu, o derece. Gruptan çıktık kendimize gelince. Ama yenebileceğimiz iki takımı türlü gerzeklikler yüzünden yenemedik.

O sene sonu hocaların acıması olmadı. Takır takır yapıştırdılar birleri karnelere. Arada insaflıları çıktı tabii de, çoğu hiç umursamadı bunlar derse girdi mi, girmedi mi diye… Bir de dersler yüzünden yedi birçoğumuz başarısız damgasını. Ben tek birle yırttım. Sizi de hiç sevmedim Yavuz hocam, çok berbat insansınız. Belki okursunuz.

Dünya Gençler Şampiyonası’na gidecek takım;

– Çalışmak için hentbol salonu bulamadı.

– Sırf hesaplı olsun diye alınan bilet yüzünden ilk maçtan birkaç saat önce otele yerleşebildi.

– Fransa’da Gençlik Spor Genel Müdürlüğü amcasını hiç göremedi. Zira adam maçlara gelmedi.

– Fransa ya da İsveç ikilisinden birini yense ilk 4’e girecekti, yenemedi, 8. olabildi. O amca dönüşte 8. olduğu için takıma çok kızdı.

– Dönüşte kaçırdıkları dersleri toplamak için insanüstü çaba gösterdi, yaranamadı.

Bunlar benim ve arkadaşlarımın başına geldi. Hani 2020’yi istiyoruz ya, ben 2006’dan beri bu olayların değiştiğini pek görmedim. 2020 eğer bunları değiştirecekse, lüften olimpiyatı düzenleyelim. Düzenlerken bizim takımın yaptığı gibi havalanmayalım, gerçek acı oluyor zira.