Skip to content

St. Louis Elegy

Ölümünün üzerinden bir ay geçmişken Rick Majerus'a, dört saatlik antrenmanlarına, beyaz kazağına ve başka şeylere bir ağıt.

Pruitt-Igoe projesi Büyük Buhran sonrası dönemde Birleşik Devletler’in karşılaştığı en ihtilaflı vakalardan biri olarak bilinir. St. Louis şehri kırklı ve ellili yıllarda çok kalabalıktı. Şehir orta sınıfını kaybediyor, ancak ülkenin dört bir yanındaki siyah işçi kesim için cazip bir göç merkezi olmayı sürdürüyordu. Bu kesim genellikle varoşlardaki harabe halini almış gecekondularda yaşıyordu. Varoşlarda bir dönüşüm başlatmak kaçınılmazdı. 1876’da belirlenen şehir sınırları esnek değildi ve şehir planlamacılara danışan Demokrat belediye başkanı Joseph Darst, son tahlilde “fakir halk için dikeyde uzanan mahalleler” olarak sunacağı bir toplu konut projesinde karar kıldı. Daha sonra Dünya Ticaret Merkezi’ni de tasarlayacak Minoru Yamasaki’nin ilk önerisi bu değildi, fakat Kore Savaşı’nın getirdiği yeni ekonomik darboğaz ile 11 katlı binalardan oluşan bu yeni yerleşim yerlerinin en ideal çözüm olduğunda birleşildi. Yapımı 1955 yılında tamamlanan ve 33 adet binadan oluşan Pruitt-Igoe’yu da barındıran kompleks, 36 milyona mal oldu ve buna rağmen kentsel dönüşüm tartışmalarında başarılı bir örnek olarak kabul gördü.

1971 yılına gelindiğinde ise projenin büyük bir başarısızlık olduğu gerçeği tüm soğukluğuyla herkesin önünde duruyordu. Binalar hiçbir zaman 60% doluluk oranının üzerine çıkmamıştı, suç oranı ise ters yönde hızlı biçimde artıyordu. Bir noktadan sonra polis teşkilatı, apartman sakinlerinden gelen çağrılara “Pruitt-Igoe bölgesine gelmiyoruz” cevabı vermeye başlamıştı. Binaların boş bölümleri uyuşturucu kartelleri için kusursuz bir sığınak olarak iş görüyordu. Yıl sonunda öncelikle iki binanın boşaltılıp yıkılması kararı alındı, projeye aktarılan meblağ 57 milyonu bulmuştu ve en azından güvenli muhitlere yoğunlaşarak zararın bir miktar azaltılabileceği umuluyordu. 16 Mart 1972 günü, ilk binanın yerle yeksan edilmesi ulusal televizyondan yayınlandı. Kısa süre içinde rehabilitasyon planları rafa kaldırıldı. Takvimler 1976 yılını gösterdiğinde Pruitt-Igoe’dan hiçbir iz kalmayacaktı.

Postmodern mimari tarihçisi Charles Jencks yıkımın ilk aşamasının tamamlandığı günü ‘modern mimarinin öldüğü gün’ olarak tanımlamakta gecikmedi. Modernistlerin gerçek dünyanın sosyal gelişmelerini görmezden geldiği savını da beraberinde getiriyordu. Fakat yıllar sonra bakıldığında Pruitt-Igoe’nun başarısızlığının sadece mimari ile açıklanamayacak kadar çok katmanlı bir vaka olduğu yönündeki görüşler daha yaygın. Projenin tasarı aşamasında St. Louis’i en yoğun büyümenin yaşanacağı şehirler listesinde Detroit ve Cleveland’ın önünde birinci sıraya koyan nüfus planlamacıların fena halde yanılması, St. Louis’in diğer iki şehrin aksine beyaz burjuva sınıfı için bir adres haline gelmesi ve şehirdeki bu kesimin -siyah nüfustan uzakta güvende hissedebilecekleri- banliyölerde uygun maliyetle tek katlı binalar inşa etmesi ve projenin öncelikli amaçlarına ters yönde yeni bir merkezkaç kuvveti oluşturması şehrin varoşlarının merkezi yutması eğiliminin devamını sağlamıştı. Öte yandan, henüz isim koyma safhasında bile bir Afro-Amerikalı savaş pilotu (Pruitt) ile eski bir beyaz kongre üyesinden (Igoe) ilham alan proje kısa süre içinde ayrımcılığın en güçlü sembollerinden birine dönüşmüş ve 1956’da Missouri mahkemelerinin aldığı kararın da zemini hazırlamasıyla tamamen siyah bir yerleşim yeri halini almıştı. Başlangıçta ‘fakir adamın çatı katı’ olarak anılan projede temizlik, güvenlik, park alanı gibi hizmetler durma noktasına gelince aktif bir kiracı birliği oluşturuldu. Bu birlik, belediyenin görevini yerine getirmediği gerekçesiyle kiraları elinde tutmaya başlamıştı ve böylece bölge tamamen özerk ve daha tekinsiz bir hal almıştı. Bu da çözüm olmayacaktı ve Pruitt-Igoe ülkede suçun en yoğun olduğu bölgelerden birine dönüşecekti. Aslında her şey için ilk kıvılcımı çakan bir mimar hatası değildi, hatta Yamasaki’nin ilk önerisi yüksek ve alçak binaların bir arada bulunduğu bir kompleksti. Fakat bölgenin özel konumu, kestirilemeyen nüfus hareketleri ve hatalı öngörüler, ülke genelinde hız kazanan ayrımcılık ve bazılarına göre bu çapta devlet projelerinin tetiklediği vandalizme varan reaksiyon gibi birçok farklı boyut söz konusuydu. Bu yüzden Pruitt-Igoe sadece ‘masif etki’ başlığı altında mimari kitaplarında değil, sosyoloji ve siyaset bilimi kitaplarında da sıkça referans verilen bir vaka ve öyle olmaya da devam edecek.1

Mimarlık, sosyoloji, siyaset bilimi veya başka bir şey okumuş değilim.2 Sadece geçtiğimiz ay içinde Hangi İnsan Hakları Film Festivali’nde Ümit Kıvanç söyleşisini beklerken, Chad Friedrich’in bu konudaki belgeselini de izledim.3 St. Louis’teki bu masif ikonların yıkıldığı an kimileri için ilham verici olabilirdi. Bir tarihçi bunu modernist mimarinin çöküşü için bir nişane olarak görüp lafı yapıştırmıştı ve böylelikle bu yazıda da kendine yer buldu en azından. Kolej basketbolunun son yirmi yılında masif bir etki yaratan, gerçek anlamda masif bir figür de yakın zamanda yere yığılmıştı. Rick Majerus’ın anısını selamlama işinde çuvallayanlar çoğunluktaydı. Plana göre çok uçlarda gezinmeyecek, editörleriyle uzun ve sıkıcı tartışmalara girmekten azade olacaklardı. Bu tercih birçoğunu kolej basketbolunun en sıra dışı hayatını bir istatistiğe indirgeme kaderine sürükledi.

pruitt-igoe-demolition

Bazı hikayeler anlatılmalıydı. Tekrar tekrar… Majerus böyle bir hikayeyi yaşamıştı. Evet, 517 galibiyetiyle hiçbir zaman şöhretlerinin yanına yaklaşamadığı efsanelerin hemen ardında duruyordu ve tüm kariyerinde sadece bir sezon 50% galibiyet yüzdesinin altında kalmıştı. Hikaye ise bu rakamların çok ötesinde başlıyordu. Dahası bu rakamlara hiç uğramıyordu.

Majerus öyle bir hayatı geride bırakmış ki yaşama amacının, öldüğü günü çevresindeki tek bir kişinin dahi suskunlukla karşılamasına izin vermemek olduğunu düşünüyorsunuz. Kimsenin dili dolaşmıyor, herkesin onunla ilgili en azından bir ‘iyi’ anısı var ve vakit kaybetmeden onu anlatmaya koyuluyor. Bunlar dost sohbetlerinde daha önce de anlatılmış -ve iyiliği test edilmiş- hikayeler. Nerede dinleyenle göz teması kurulması gerektiğine ya da nerede derin bir es verilmesi gerektiğine dair bir kavrayışın güvencesinde anlatılıyorlar. Şimdinin kolej basketbolu analisti Doug Gottlieb, CBS’te bir radyo programına konuk oluyor4 ve NCAA kurallarına aykırı olmasına rağmen onunla yaptığı idmanı bir yerlere oturtmaya çalışıyor. Sadece bir deneme idmanına katılmış olmasına rağmen, bu işe onun kadar mükemmeliyetçi yaklaşan başka birini gördüğünden emin olamıyor. Uygulanması gereken paternlerle ilgili disiplinini, Ural Great’te birlikte çalıştığı demirden yüz ifadesiyle bilinen Sergei Belov’un bile kıskanacağını söylüyor. Son yıllarda ESPN ile ülkenin her yanını dolaşan Gottlieb, yeni nesilden onun bu konudaki mirasını tehdit edebilecek birisini göremiyor. “Belki Brad Stevens…” Seth Davis henüz çıraklık dönemlerinde, onunla röportaja gitmeden önce Bobby Knight’tan bir öneri istediğinde cevabının “Muhabbeti basketbol dışı konulara getir, fiyakalı bir manşet çıkarmaman imkansız” olduğunu anlatıyor. Dana O’Neil onun kariyerinin büyük bölümünü Utah’ta geçiren bir Katolik olarak kök hücre araştırmalarına desteğinden ve kürtajı savunmasından dem vuruyor. Onları kabul etmek için can atan kampüslerine gömülen ve dışarıya malzeme vermemek için üstün bir çaba gösteren koçların varlığında Majerus gibi dışa dönük bir karakterin değerini vurguluyor. Majerus söz konusuysa gidebileceğiniz en son nokta adam adama/alan ikilemi değil, sizi memnuniyetle içeri buyur ediyor. “Kaç koçun kürtaj yanlısı mı, yoksa kürtaj karşıtı mı olduğunu söyleyebilirsiniz?”

Medyaya koçluktan geçiş yapanların hikayeleri daha sivri, haber daha tazeyken bir noktada kendilerine ket vurmak zorunda hissettiklerini görebiliyorsunuz. Fakat halihazırda bunların ne tür hikayeler olduğunu kestirebilecek kadar fazla şey duydunuz. Onu en az Pruitt-Igoe projesi kadar ihtilaflı bir karakter yapan şeyler bunlar.

Majerus’ın antrenman sahasının sınırları içine girildiğinde sanki ordudaki başıbozuk bir komutandan bahsediliyor. Akla ilk gelen, hakkında sonuçsuz bir soruşturma açılmasına sebep olan Lance Allred vakası. Daha sonra Cavaliers ile üç maçlığına da olsa NBA’in havasını soluyacak ve bunu işitme yetisini 75% oranında kaybetmiş bir oyuncu olarak yapması sayesinde birçok kişiye ilham kaynağı olacak Allred’in yolu da Majerus’ın idman sahasından geçmişti. Söylenene göre Majerus’ta ve takımın genelinde, işitme cihazlarıyla oynayan Allred’in yalnızca işine gelmeyen şeyleri duymadığı yönünde bir düşünce oluşmuştur. Bir antrenmanda Majerus daha fazla dayanamaz ve “Sen dünya üzerindeki bütün sakatlara bir hakaretsin, tüm hayatını işitme engeline sığınarak geçiriyorsun” diye saldırıya geçer. Dava yeterli delil oluşmadığı için düşmüş olsa da yıllar sonra o dönemki oyuncuların ifadelerine bakıp bunun yaşandığını kolaylıkla söyleyebiliyorsunuz. Daha sonra yolu Beykoz ve Erdemir’e de düşen Chris Burgess anlatıyor: “Sakatlık nedeniyle oynayamıyordum ve yerimi Lance almak zorundaydı. Bir gün ağlayarak odama geldi: ‘Chris ne zaman döneceksin? Yarın ilk beş çıkmak istemiyorum. Artık bu oyunu oynamak bile istemiyorum. Dönüp üzerimdeki baskıyı hafifletmen lazım.’”

majerus-utah2

Majerus’ın 15 yıl çalıştırdığı Utah bu dönemde NBA’e sekiz oyuncu gönderdi. “Hayatımın en unutulmaz anı onun mezun olduğu gündü” dediği Andre Miller hala ligin saygın oyun kurucularından. 1997’de ikinci sıradan seçildiğinde All-Star olmasına kesin gözüyle bakılan Keith Van Horn’un 44 numaralı forması şimdilerde Utes’un maçlarını oynadığı salonun kirişlerinde asılı duruyor. Seçildiği yerin hakkını veremeyen bir başka beyaz uzun da Michael Doleac. Daha sonra Avrupa’yı karış karış gezecek Fin pilot Hanno Möttölä, Galatasaray’ın Eurocup yarı finali oynayan kadrosundan hatırlayabileceğiniz Britton Johnsen ve Darüşşafaka’nın getirdiği bir tane boş oyuncu bulamayacağınız bir dönemde Türkiye’ye gelip altı sezon burada oynamış Alex Jensen. Majerus’ın Utah’ta çalışmak zorunda olduğu oyuncu profili az çok ortaya çıkıyor. Benzerine az rastlanır bir kazanma hırsıyla lanetlenmiş bir koç için kucaklanması kolay olmayan yumuşak beyaz uzunlar. Tek istisna Jensen olabilir. En ümitsiz top için bile hiç duraksamadan yere atlayan, motoru bir an olsun durmayan Jensen, birçok kişiye göre Majerus’ın hayatı boyunca çalıştırmaktan en çok keyif aldığı oyuncu.5 Fakat Jensen örneğinde de olayın şirazeden çıktığı bir nokta var. İlk sezonunun ardından iki senelik Mormon misyonunu tamamlamak için İngiltere’ye giden Jensen, ülkeye döndüğü gibi kendisini Majerus’ın arızalı bir mükemmeliyetçilik taşıyan antrenmanlarında buluyor ve ilişkileri bayağı çalkalanıyor.

Elbette bunlar sadece sonuna kadar dayanabilenler… Majerus döneminde takıma katılan 80 oyuncudan sadece 33 tanesi son sezonlarında hala Utah forması giyebilmişler. Neredeyse beş oyuncudan üçü bu muameleye daha fazla dayanamış ve transfer talebi için Majerus’ın otel odasına doğru yol almış. Otel odası? Birazdan geleceğiz. Kaçaklar arasında en az üç buçuk saat süren ve bazen tüm bu süre boyunca elinize bir basketbol topu alamadan biten, tahrip gücü yüksek antrenmanların yıldırdığı genç adamlar var. Allred vakasındaki gibi Majerus’ın inişli çıkışlı psikolojisinin en karanlık patlamalarına maruz kalmış olanlar var. Antrenmanda herkesin bir lakabı olmasından ve en zayıf noktalarının her gün yeniden açığa çıkarılmasından rahatsızlık duyup siktiri çekenler var. Kariyerinin son dönemlerinde geçmişi sorgulandığında “Şimdi on yıl önceki halimden çok uzağım ve o gün yaptığım birçok şeyi anlaşılmaz buluyorum” diyor Majerus, pişmanlık duymadığını eklemeyi ihmal etmeden. Gottlieb’in hikayelerinden birinde, Majerus’ın antrenmandaki favori hitap şeklinin ‘amcık’ olmasından sıkılıp takımı bırakan bir öğrenci de var. 15 senede 47 transfer talebi ve dinlediğiniz her hikayeden sonra bu sayı size olması gerekenden daha az gelecek.

Sports Illustrated dergisinin has adamlarından S.L. Price’ın 2008 yılında yazdıkları kılavuzumuz oluyor.6

  • Ezeli rakip Brigham Young ile oynanan ve kötü bir mağlubiyetle biten bir maçın ardından soyunma odasına giderken Van Horn’u istatistik kağıdında kendi satırını kontrol ederken bulur. O kadar yüklenir ki, takımın yıldızı seyirciler önünde gözyaşlarına boğulur.
  • Bir molada takımı toplar ve sahada yokları oynayan pivot Nate Althoff’un çevresinde bir çember oluşturup dönmeye başlarlar. Bir yandan da hep bir ağızdan “Sende bunlardan yok” diye bağırırlar.
  • 1995-96 sezonunda Majerus takım üzerindeki kontrolünü kaybettiğini hisseder, bir mesaj vermek istiyordur. Bir antrenmanda Doleac’a ısrarla savunmacısı ile arasında 10 santimetre bırakması gerektiğini telkin eder. “Bunu yapmayı öğrenmediğin müddetçe antrenman bitmeyecek” der. Geri kalan oyuncular kenara geçer, takım arkadaşlarının bu sınavdan bir an önce geçmesini umuyorlardır. Yarım saat sonra gördükleri şey ise koçlarının cinsel organı olur. “Savunduğun adam topu sırtı dönük aldığında ona 10 santimetre bırakacaksın Doleac. 10 kahrolası santimetre! Ortalama bir beyazın aletinin boyu kadar!” Majerus kenara döner ve pantolonunu indirir.

Gerçekten o 33 kişi buna nasıl katlanmış, öyle değil mi? BYU maçının sabahında Van Horn’u arıyor, bagel yemeye çıkıyorlar.7 “Sana neden bu kadar yüklendiğimi biliyorsun değil mi? Çünkü benim rüyamı yaşıyorsun. Benim gibi yeteneksiz değilsin, özel birisin.”8 Kulağa boş sözler gibi geliyor. Van Horn ise kolej kariyeri boyunca bir anlığına dahi olsa transferi bir ihtimal olarak görmüyor, olaydan bir gün sonra karşısında kalkanlarını indirmiş halde bekleyen koçunun samimiyetine inanıyor. Majerus ve çağdaşı olan diğer büyük koçlar arasındaki en büyük fark bu. Mike Krzyzewski’yi asla bir oyuncusunun göğsüne hiddetle vururken göremezsiniz, o ve onun gibiler iletişimde vakarı elden bırakmazlar. Motivasyon konuşmalarında okulun ihtişamından söz ederler, genç yaşta cephede kaybedilen okul öğrencilerini/mezunlarını anlatırlar. Bağ kurmaya çalışıyor gözükürler. Motivasyon konuşması yapmadıkları anlarda ise sizi umursadıklarına dair küçük bir emare bile göremezsiniz. Tabii profesyonel kariyerinizle onun saygınlığına saygınlık katacağınızı bir şekilde hissettirmediyseniz… Majerus size isimler takar, bazen yakışıksız bulunabilecek isimler. Gerekli görürse gözden geçirir. Onun adı ise her zaman “Rick” olarak kalmalıdır, başka unvanlar talep etmez. Tuhaf kült figürleri yaratmaya meyyal bu dünyada görebileceğiniz ‘prima donna’ sıfatından en uzak koçtur. Ve sizi gerçekten umursar. Eğer bu oyunu sadece burs kapısı olarak görüyorsanız işler değişir, sizi yanına çağırıp söyleyecektir. Direnirseniz onun savaş alanındaki dört saatlik seanslar kolay geçmeyecektir. Sadece gözlerinin içine bakmanızı ve tıpkı onun gibi samimi olacak değeri kendisine vermenizi ister. Bu anlatıcıdan kurtulmak için, Bryce Husak adında 2.16’lık bir pivot olduğunuzu farz edelim bir anlığına.

“Evet, antrenmanlarda yaptığım ve söylediğim şeyler önüme getirilince biraz utanıyorum. Doktorum bana ne dedi biliyor musun? ‘Aynada koca kıçını görmekten yorulduğunda kilo vermeye başlayacaksın.’ Kötü niyetli olduğunu düşünmüyorum, sadece hissettiğini lafı dolandırmadan söyledi. Geçen gün Bryce’ın üzerine epey gittim: ‘Bak eğer sadece boyunun uzamasının önüne geçilemediği için ve bu yüzden bir burs kapabildiği için basketbol oynamak zorunda hisseden o sırık çocuklardan biriysen ne yapalım biliyor musun? Gel sana bir sarılayım, bursunu ödemeye devam edelim ve yollarımızı ayıralım. Neden Luke Meyer, Kevin Lisch ve Tommie Liddell III bu tutkuya sahipken ve bir grup olarak bunu hissedebiliyorken, senin tüm bu kimyayı bozmana izin verelim ki?’ Bu takımda birlikte izci kampına gitmek isteyeceğim bir sürü çocuk var, ama kazanma hedefine doğru ilerlerken yanımda bulundurmayı isteyeceğim pek fazla çocuk yok. Bu sence adil mi? Evet, bunları kişisel almıyorum. Doktorumu seviyorum.”

Van Horn onu çocuğunun vaftiz babası olmaya layık gördü ve çalıştığı en iyi koç olduğunu tekrarlamaktan çekinmedi. Doleac kariyerini ona borçluydu, fakat bir keresinde ‘bunlara sahip olduğunu göster’ dedikten sonra elinin tersini Möttölä’nın kasıklarına doğru savurduğunu gördüğünde çizginin aşıldığını düşünmüştü. Pantolonunu indirdiği gün ona verdiği hikaye hayatı boyunca onu hiç yarı yolda bırakmamış, her seferinde dinleyenleri güldürmeyi becermişti. Ama o tuhaflığın üzerinden bir hafta geçtikten sonra bile kimsenin ağzını bıçak açmamıştı. Majerus’ın çıplaklığı genel olarak önemsemediği biliniyordu. Bir komedyen olarak en çok güvendiği mizah aracı vücuduydu. Fakat hikayeler yayılıyordu, kolej sporlarında koça duyulan biatın çocukları bazen çok yanlış yerlere götürdüğünü bilen veliler tetikte bekliyordu. Majerus bu konuda hiçbir suçlamayla karşılaşmadı, çocukları yıldıran tek şey koçun antrenman rutinleri ve hata payına hiç yer bırakmayan standartlarıydı.

Möttölä 1996 yılında, henüz birinci sınıftayken, Christmas tatili için yola çıkmadan önce yurt odasındaki dolabına şu notu asmıştı: “Bu dayanabileceğinin çok ötesinde.” Üç sene boyunca Majerus’ı her gördüğünde midesinin kalkmasına aldırmadı ve basketboldan aldığı her maaş çeki için o antrenmanlara bir kez daha borçlu hissetti. Doleac öldüğü güne kadar onu bir ‘arkadaş’ olarak tanıtmaktan vazgeçmedi. O Utah takımında en güçlü bağları kurduğu Miller ise koçunun ölümü sorulduğunda başlangıçta konuşmayı reddediyor. Majerus’ın kaybı onun için geçmişi yad etmek, birlikteliklerinden anılar çıkarmak ve gülüp geçmek için bir bahane değil. Bir süredir beklediği bir ölüm, ama bu yas tutması için engel teşkil etmiyor. Aynı zamanda Majerus’ın en yakın arkadaşlarından biri olan koçu George Karl’ın ısrarıyla kulüp sitesi için bir şeyler geveleyecek. Doc Rivers takımıyla maça çıkmadan önce kötü haberi aldığında gözleri doluyor. Rivers’ın Marquette’te oynadığı yıllarda asistan koçlardan biri olan Majerus, aynı zamanda ona ‘Doc’ lakabını veren kişi. Rivers bugün Riley/Belichick ekolünün karşısında duran koçların başında geliyor. Oyuncuları ona “Doc” diye sesleniyor. Onları umursuyor gibi yapmıyor, hepsinin gözlerinin içine bakarak konuşuyor.

Majerus’ın kariyerinin zirve noktasında, 1998’deki Final Four kapışmasından sonra North Carolina oyuncuları Johnsen’ın sahada ırkçı ifadeler kullandığını iddia ediyor. Yıllardır beklediği maçın sabahında manşetlerde Kentucky-Utah finali yok, Johnsen ve sarf ettiği iddia edilen sözler var. Sahne ışıklarını hiç bu kadar yakında hissetmeyen Johnsen dehşete kapılıyor. Majerus’a basın toplantısında bu durum sorulduğunda politik bir cevapla konuyu kapatmasını bekleyenler ağırlıkta. Yanılıyorlar. “Johnsen’ı yeterince iyi tanıyorum. Soruşturmadaki iddialarda en ufak bir doğruluk payı çıkarsa, ertesi gün görevi bırakırım.”

Majerus’ın antrenmanlarda ortaya çıkan alter egosunu kabullenen ve sivri dilini kişisel almayan, böylelikle bu yolculuğa katlanabilenler sırayla söz alıyor Price’ın yazısında: Doleac, Möttölä, Johnsen, Burgess ve diğerleri. Eğer size bir şeyler öğretmek için yanıp tutuşan ve bunu yaparken kalkanlarını indirmekte beis görmeyen bir koça sahip olduğunuz için şükran duyuyorsanız, inen pantolonları da görmezden gelebileceğinizi düşünüyorsunuz dinledikçe. Fakat her biri yüceltici sözlerini aynı noktada sonlandırıyor: Buna katlanamayanları çok iyi anlıyorum.

majerus-miller3

NCAA seksenli yıllarda kötü ailelerden gelen ve bu yüzden eğitimi kesintiye uğrayan çocukları üniversite sistemine entegre etmek amacıyla özel bir madde getirmişti. Adı Prop 48 olan bu maddeye göre, spordaki yetenekleriyle burs hakkı kazanan ama akademik dereceleri yetersiz öğrencilere bir şans verilecekti. Oyuncu ilk yılında yalnızca derslerine odaklanacak, dördüncü yılın sonunda tüm dersleri başarıyla vermiş olursa ekstradan beşinci bir seneye hak kazanacak ve bu ek senenin bitiminde mezun olabilecekti. Majerus’ın asistanlarından biri ona Miller’dan bahsettiğinde önlerinde duran önemli bir akademik engel vardı. Prop 48 maddesi bir kapı açıyordu fakat takımla bir maça bile çıkmama ihtimali olan bir oyuncu için çok değerli bir bursu harcamak, kolay alınacak bir risk değildi. Miller’ın annesi Majerus’ın yanına geldiğinde The Oprah Winfrey Show’a (ya da Sabahların Sultanı Seda Sayan’a) sığınmış bir kadın gibiydi. Son bir şans için yalvarıyordu. Andre’nin küçük kardeşi kaptığı menenjit virüsünü yenememişti ve o günden sonra anne babası onu yetiştirirken aşırı korumacı davranmıştı. Los Angeles’ın en tehlikeli mahallelerinden biri olan Compton’da yaşamaları pek işlerine yaramasa da… Majerus özel bir antrenmanda çocuğu görmesi gerektiğini, kararını sonra vereceğini söyledi. Utah’ta siyah bir çocuğun çekeceği zorluklar zihnini meşgul ediyordu. Spor dünyasının en bağnaz seyirci tabanlarından birini, bu çocuğa verilen ayrıcalıklar konusunda ikna etmek zor olacaktı. Majerus ve Miller birlikte parkeye çıktılar. Annesiyle birlikte gelmemesini istemişti. Çocuğunun etrafında pervane olan anne babalar, yıllardır Majerus’ın antipati listesinde kepek ekmeği ve salatanın hemen önünde ilk sırada bulunuyordu. Miller’a diğerlerine yüklendiği kadar yüklenmedi, ya da idman sonrasında onu Gottlieb’i tuttuğu kadar uzun tutmadı.9 Sıkıntılı bir şut mekaniği olduğunu anlaması için dört saate ihtiyacı yoktu, ama geri kalan her şeyden çok etkilenmişti.

Miller’ın mezuniyet günü bu yüzden hayatının en unutulmaz anıydı. Kederli bir ailenin sorumluluğuyla erken yaşta büyüyen bir çocuk karşısına geçmişti ve gerçekten gözlerinin içine bakıp, onunla birlikte kazanmak isteyeceğinin sözünü vermişti. Her güne Majerus’a verdiği sözün bilinciyle başladı.10 Majerus’a ‘keşke böyle bir çocuğun babası olsaydım’ dedirten ilk oyuncusuydu.

Majerus’ın başarısız bir evlilik denemesi olmuştu, çocuk sahibi olmayı düşünecekleri kadar bile uzun sürmemişti. Hayatının son 25 yılını ise otel odalarında geçirdi. Utah’ta yaşadığı kral dairesi çok popülerdi, oyuncuların uğrak yeriydi. İhtiyaç duyduklarında Majerus’ı bulacakları yeri biliyorlardı. Kapıyı beline sardığı bir havlu ve elinde tuttuğu bir pizza dilimiyle açma ihtimalinin çok yüksek olduğunu da. Oraya transferlerini istemek için gidenler de vardı. Karşılaştıkları muamele farklı değildi, şunun gibi şeyler duyuyorlardı: “İstediğinin bu olduğundan eminsen, ikinci yarıyıla kalmadan halledelim bu işi. Ben birkaç koç ile görüşeceğim bu hafta. Şimdi senin için sakıncası yoksa duşa gireceğim. Pizzadan al, çekinme.”

Evlat edinmeyi düşündüğü zamanlar olmuştu. O listelerdeki yeri de muhtemelen nakil listelerindeki yerinden daha parlak olmayacaktı ya neyse. Bir keresinde Utah’taki meşhur odasına döndüğünde, onu bir bebek karşılamıştı. Annesi Majerus’ın bebeğe iyi bir yuva bulabileceğini ümit etmiş olacaktı. Haberi geçen ESPN, Majerus’ın o gece televizyonun karşısına oturup bebeği biberonla beslediği gibi gerçek dışı detaylara yer veriyordu. Oyuncularının en büyük zayıflıklarını yüzüne vurma konusunda çekincesi olmadığı bilinen bir adam için repütasyonunu düzeltmek için bir nimet, bulabileceğiniz en insani tablo… Majerus ise ilk mikrofona işin biberon kısmının doğru olmadığını, hiç vakit kaybetmeden bir tanıdığını yardım için yanına çağırdığını söyleyecekti. Bebeğin velayetini almayı düşünmüştü, fakat avukatı bunun zorlayıcı bir süreç olabileceğini söylemiş ve kararını değiştirmişti. Bunun üzerine bu sorumluluğu üstlenebileceğini düşündüğü bir arkadaşına haber vermiş, o da işin getirdiği bürokrasiden sıkılıp vazgeçmişti. Sonunda bir barınak buldu, bebeğin eğitim fonu için 5 bin dolarlık bir bağış yaptı. O kadar. ESPN’in biberonlu hikayesi kadar sıcak değildi, fakat gerçek buydu. “Anne için yürek burkucu olsa gerek. Ama benim için de kolay bir anlaşma değildi.”

2004’te Utah’tan ayrıldığında üst üste geçirdiği ameliyatlardan sonra kalbine ve vücuduna biraz dinlenme fırsatı tanıması gerektiğine inanıyordu. Hayatını anlamlı kılan tek şeyin basketbol olduğunu, o antrenman sahasıyla veya soyunma odasıyla ilgili en ufak ritüelleri bile özleyeceğini biliyordu. Ayrılığının çok uzun soluklu olamayacağını da. ESPN’deki işine başladıktan birkaç ay sonra USC’nin Henry Bibby’den boşalan koçluk koltuğu için onu düşündüğünü öğrendi. UCLA ve Notre Dame gibi programlarla adının anıldığı olmuştu, hatta NBA’den de birkaç ciddi teklif almıştı.11 Fakat sağlık durumuna dair soru işaretleri her defasında bir adım geri atıp yeniden düşünmelerine yol açmıştı. Kariyeri boyunca beklediği teklifi, buna en az hazır hissettiği dönemde karşısında buldu. Geri çevrilmesi zor bir teklifti, bir daha böylesiyle karşılaşmayacağını biliyordu. “Espriler, şakalar” şeklinde özetlenebilecek bir basın toplantısıyla iş resmiyete dökülmüştü, Güney Kaliforniya’da müdavimi olacağı restoranları seçmeye başlamıştı bile. Fakat üç gün sonra bir başka basın toplantısında, mevcut sağlık durumuyla görevi kabul etmesinin programa zarar vereceğini, bunu en başından beri bildiğini ve çok geç olmadan apaçık görüneni inkar etme çocukluğunu bırakması gerektiğinin farkına vardığını söyleyecekti. Bu kez gözyaşları vardı.

Birkaç sene sonra ise bu geri vitesin arkasındaki asıl sebebin sağlık durumu hakkında yaşadığı ani bir aydınlanma değil, Wisconsin’den gelen bir telefon olduğunu itiraf etti. Vücudu en az onunki kadar hasar görmüş annesi, oğlunun o kadar uzakta olmasına katlanamayacağını söylemişti. O sırada 81 yaşındaydı, zor bir kemoterapi sürecinden muzaffer ayrılmıştı ve Majerus’ın “aile” diyebildiği yegane şeydi. Yirmi yılı aşkın süredir yalnız yaşıyordu, bir tuvalet işçisi olarak Wisconsin’deki işçi hareketinin kahramanlarından biri olan -öyle ki Jimmy Carter başkanlığı kazandığı gece Majerus ailesinin evini arıyor- kocası gideli epey olmuştu. Durumu kötüleşince kız kardeşiyle birlikte onu bir bakımevine koymuşlar, fakat kadının vücudu buna şiddetli bir tepki verince altı hafta sonra caymışlardı. Majerus o gün annesine o yaşadığı müddetçe bir daha bakımevine götürülmeyeceğini temin etti. Gerekirse gözlerinin önünde eriyip gitmesini izleyecekti, en azından bu başkalarının gözlerinin önünde olmayacaktı.12

“Bugünlerde Amerika’da yaşlanmak hiç kolay değil. Bu akşam annemi aramak istedim ama vakit bulamadım. Yarın sabah uyandığımda, ilk iş, onu arayacağım. Hiçbir şey hakkında bir arama olacak, Seinfeld gibi, ama olsun. Bu onun yarım saati. Sağlığımı merak edecek ve tabii takımda işlerin nasıl gittiğini. Ama takımın ne olduğunu gerçekten bilmeden. Final Four oynayacağımızı söylediğimde cevabı ne olmuştu, biliyor musunuz? ‘Hangi ligde?’ Ben de ‘Boşver’ dedim, ‘büyük bir kalabalık olacak.’”

Price’ın yazısından birçok alıntı yapılabilir, ama bence en değerlisi şu: “Günlerinin 12 yaşındaki bir çocuğun yetişkin dünyasıyla ilgili kurduğu bir fantezi gibi gelip geçtiğini söylemek abartılı olmaz.” Majerus sırtında çantasıyla Wisconsin’deki küçük evlerine döndüğü günden, ölümünden bir sene önce annesini kaybettiği güne kadar aynı kişiye aile dedi. Bir felakete dönüşen evliliği dışında, kadınlarla ilişkisi bir parodiden ibaretti. Kariyerinin en önemli maçındaki dramatik mağlubiyetten sonra en azından tek bir hoş anıyı cebine atmıştı: Kentucky’nin -her anlamda- en ateşli taraftarı Ashley Judd, maç sonrasında Majerus’la karşılaşır ve teselli için koca adama sarılmak ister. “İki yıl boyunca yatağa bu anıyla birlikte gittim, seks hayatım aşağı yukarı bununla sınırlıydı.” Ya da her fırsatta Cindy Crawford’un ismini ortaya atması, örneğin boşa çıkan San Diego State koçluğu için bir aday olup olmadığıyla ilgili soruya cevap olarak: “İstediğim her şeye aday olabilirim. Cindy Crawford’la çıkmaya aday olmak isterdim. O kadını gördünüz mü? Örneğin, o ve ben bir evlilik yapmaya adayız. Sen yarın berber koltuğuna oturmaya adaysın.”

majerus-playboy92

14 yaşında bir ergen gibi, kadınların ne kadar güzel yaratıklar olduğunu her gün yeniden, taze bir şaşkınlıkla, fark ediyordu sanki. Ama yine 14 yaşında bir ergen gibi, gerçekten umursadığı tek kadın annesiydi. En yakın arkadaşlarını etrafına toplayıp saatlerce spor hakkında konuşmak… 14 yaşındaki Majerus’ın hayatına hükmeden rutin buydu. 64 yaşındaki Majerus için durum bir parça bile değişmemişti. Bu sefer saçlarına ak düşmüş bazı adamlar vardı etrafında. Basketbolun unutulmaya yüz tutmuş en ufak detaylarını konuşabileceği adamlar. Mesela 1998’deki Final Four yolculuğunda belki de en ümitsiz gözüken maçı kazanmasını sağlayan triangle-and-two defense13 hakkında konuşabileceği adamlar, bazen de sadece kadınlar hakkında. Knight bir keresinde ona “Sakın kendine güzel bir kadın bulayım deme, seni ilk fırsatta kapının önüne koyar” demişti. “Çirkin bir kadın da beni ilk fırsatta kapının önüne koyar Bobby.” Bir kere bile kravatla görülmemişti, çünkü kravat takması gerekmeyen bir hayata sahipti. Cindy ya da Ashley ile çıkmamıştı, ama en azından bunu başarmıştı. Ona neden bir ev tutmadığı, en azından ailesinden birileriyle birlikte yaşamadığı sorulduğunda halinden memnun olduğunu yineliyordu. İstediği her şey yerine getiriliyordu. Oda görevlisi kızın o gün morali bozuk olabilirdi, gelmeden önce erkek arkadaşıyla şiddetli bir kavga etmiş olabilirdi ama yatağını kusursuz biçimde topluyordu. Bunun arkasında duygusal bir motivasyon yoktu ve bu istikrar Majerus adına her şeyi daha iyi kılıyordu. Karşılığında teşekkür etmesi bile beklenmiyordu, o çoğu zaman bunu yapsa da.

Her yanda tüm bunların, arkasında sorunlu bir karakteri sakladığına dair işaretler olabilirdi. Gözden kaçırmak için dünyanın en iyimser insanı olmak gereken İŞARETLER. Belki kadınlara güvenini evliliğinden de önce kaybetmişti, ruhuna derin bir mizojini musallat olmuştu. En yakın arkadaşlarıyla, Nellie (Don Nelson) ya da Bobby ile, sohbetlerinin her biri David Foster Wallace’ın “İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler” adını verdiği öykülere girmeyi hak ediyordu bir ihtimal. Kilosu sadece daha sevimli gözükmek için tasarladığı bir kalkan olabilirdi. Takımdaki bazı çocuklara olan hislerinin nasıl ince bir ip üzerinde gidip geldiği, sevginin göz açıp kapayıncaya kadar çocuğun velisine duyulan bir kıskançlık halini almasının hastalıklı olduğu söylenebilirdi. Sözün özü, Majerus’ın aziz olduğu falan yoktu. Fakat gözden kaçırmanıza imkan vermeyecek kadar somut bazı olumlu şeyler de vardı, bunlara yer vermeyen yazılarda iyi niyet aranamayacağı aşikardı. Pruitt-Igoe projesi sayesinde ilk kez tamamen kendisinin olan bir eve sahip olan kadının, o isimleri duyduğu anda parlamasına engel olamadığı gözlerine yer vermeyen bir belgesel gibiydi bu yazılar. Ona 11. katta bir daire verdiklerinde, şehirdeki en kodaman iş adamlarından daha güzel bir manzaraya kavuşmuştu. Hayatı boyunca bir arada göremeyeceği parayı bir günde harcayan o adamları yukarıdan izliyordu. Ve Pruitt-Igoe’nun modern mimarinin yüz karası olması onu zerre kadar ilgilendirmeyecekti. Kompleksin barınaklık ettiği uyuşturucu kartellerinden veya sokaklarında vurulan gençlerden bahsetmek istemeyecekti. Size bunları anlatacak yüzlerce kişi bulabilirdiniz, yalnızca o öyle biri değildi.

“Antrenmanı seviyorum, öğretmeye aşığım. Bir çocuğun eğitimini takip etmeyi ve dört senenin ardından bir lisans diploması aldığını görmeyi hiçbir şeye değişmem. Kampüs hayatı hoşuma gidiyor. Bir gezi kulübü var, oradaki derslere gidiyorum. Bir NBA oyuncusunun hayatında ne gibi bir fark yaratabilirsiniz ki? Yani, elbette küçük bir değişiklik yapabilirsiniz ama oyuncularım üzerinde kariyerleri boyunca birlikte çalışacakları hiçbir koçun yarışamayacağından emin olacağım kadar büyük etkiler yarattığımı düşünüyorum. Basketbol bakış açısıyla, ama daha da önemlisi, yaşama biçimi bakış açısıyla. Van Horn geçen hafta çocuğunun vaftiz babası olmamı rica etmek için yanıma geldi. Andre’nin mezuniyetini izlemek, o sırada annesinin gülümsemesini yakalamak paha biçilmezdi. Hanno’nun Avrupa’dan gelip rüyasını gerçekleştirdiğini görmek de öyle… Ya da Drew Hansen’ın Stanford Hukuk Okulu’na girdiğini görmek. Bir başka gece oyuncularımdan biri gerçekten ciddi bir ailevi sorunla karşılaşıyor ve ona bu konuda yepyeni bir perspektif sunmak ve bu durumun içinden çıkıp çıkamayacağını izlemek de hoşuma gidiyor. Bir sürü zengin insan sorunlarının üzerine para savurarak sıyrılmaya çalışır, ama onlara o sorunla boğuşup alt etmek için yardımcı olmak daha keyiflidir. Taraftarları ve öğrencileri seviyorum, mezunlar derneğini seviyorum. Çocukların başına ekşimeyi seviyorum. Fabrikasyona uğramış müziktense, grubun kendisini yeğlerim. Takımı gerçekten umursayan ponpon kızlarımız olması hoşuma gidiyor, ilke olarak parayla kiraladığınız profesyonel dans ekiplerinin tam karşısında duruyorlar.”

Hikayenin en başında Majerus’ın öğretmeye olan açlığı vardı, karşısına gelen her çocuğun hayatına olumlu yönde bir kavis vermek en büyük amacıydı. Utah’ta çalışırken okulun öğretim kuruluna girmeye çalışmıştı. Her sezon sınav dönemlerindeki bir maçta tüm rotasyon oyuncularına izin vermesiyle tanınırdı. En çok övündüğü şeylerden biri de finale çıkan o Utah takımından kimse All-American takımına girecek kadar etkileyici bir sezon geçirmemişken, iki oyuncusunun Academic All-American seçilmiş olmasıydı. Son demlerinde kolej basketbolu terminolojisinde player kelimesine yer olmadığını savunmuş, student-athlete kelimesinin yerleşmesi için mücadele etmişti. Oyuncuları için öğrenim sürecinin sancılı geçmediğini söylemek elbette mümkün değildi. O da Alain de Botton gibi, yeni kuşakların çocuklarını aşırı özen ve nezaketle mahvettiğine inanıyordu. Acıyı hayatın önemli bir bileşeni olarak görüyordu ve hiçbir zaman denklemin o tarafına geçememiş bir adam olarak kendisine aşkın bir misyon biçiyordu belki: Aşırı korumacı anne babaların çocuklarını ölesiye sakındığı bu bileşenin ilk damlasını çocuklara tattırmak. Birisini her gördüğünde midenin kalkmasıyla nasıl başa çıkabileceğini öğrenmelerini sağlamak.

Rick Majerus

Bir lisenin nasıl bir kültüre sahip olduğunu ve öğrencilere gerçekten bir şeyler katıp katmadığını görmek için varlığı test edilecek bir dolu kriter vardır. Bana kalırsa ilk olarak bakılması gerekenler, en azından Türkiye’deki okul hayatındaki baskınlıkları düşünülürse, eşofmanlarıyla dolaşıp okulun sahibi gibi gözüken bedencilerdir. Hepsinin kompleksli tipler olduğu yönünde bir önyargı hakimdir. Büyük ihtimalle haklı bir önyargıdır da bu. Fakat işin aslı, iki tip bedenci profili vardır. Birincisi seninle sadece zorunlu kaldığında muhatap olacağını hissettiğin bedenciler. Hayatını hiçbir zaman fazla umursamayacaktır, zaten anne baban varken buna haddi olmadığını düşünüyordur muhtemelen. Burunlarından hiçbir zaman kıl aldırmazlar. Yine de içlerinden iyi adamlar çıkar. İkincisi ise senin bunu isteyip istemediğine bakmadan hayatına ‘zınk’ diye dahil olan, ilgi gösteren ve karşılığında geri besleme talep eden bedenciler. Pedagojik açıdan doğruyu yapmadıkları çok açıktır. Belki bir birey olarak özgürlüğünü hissetmeye en çok ihtiyaç duyduğun anda, istediğin alanı sana bırakmazlar. Seni gerçekten umursarlar, hakkında ne düşündüğünü umursamazlar. Retrospektifte kötü duracak isimler de takabilirler sana. Askerdeyken uranyum yuttuklarını ve buldukları bir kutu yoğurt sayesinde zehirden kurtulduklarını tekrar tekrar anlatırlar en ciddi yüz ifadeleriyle, gülüp geçilecek bir mite dönüşeceğini çok iyi bilmelerine rağmen. Ve şartlara göre ailenin senin için hazırladığı güvenli ve sıcak cam fanustan dışarı ilk adımını attığında ihtiyaç duyduğun şey, tam olarak da böyle bir karakter olabilir.

Majerus işte o karakterdi. Hiçbir hikaye finalinden sonra devam edemez ve en ücra köşelerine de gitsek kolej basketbolu coğrafyasında böyle bir hikayenin yeniden yazıldığına tanıklık edemeyeceğiz. O yüzdendir ki bazı hikayeler anlatılmalı, ne kadar sıkıcı olacağını veya bir dalga konusu halini alma olasılığını umursamadan.

  1. Konu hakkında Türkçe bir derleme arayanlar için: http://v3.arkitera.com/news.php?action=displayNewsItem&ID=60445 []
  2. Endüstri mühendisliği okudum da. Yani… []
  3. Belgeselin adı The Pruitt-Igoe Myth: An Urban History, neye benzediği hakkında fikir sahibi olmak için şuradan devam edebilirsiniz: https://vimeo.com/18356414 []
  4. http://www.cbssports.com/collegebasketball/blog/eye-on-college-basketball/21239018/podcast-doug-gottlieb-shares-his-best-majerus-stories []
  5. Hisler tek taraflı değil, Jensen’ın koçluk kariyerine ilham veren adam da Majerus. Aynı zamanda en büyük mentörü de.  Onun tavsiyesi üzerine henüz 31 yaşında basketbolu bırakıyor ve St. Louis’te ustasının yanında bir asistan koç koltuğu kapıyor. Dört sezon birlikte çalışıp bu ortak rüyayı gerçekleştirdikten sonra D-League takımlarından Canton Charge’ın ilk koçu olmak için direksiyonu kırıyor ve halen o takımdaki görevini sürdürüyor. []
  6. http://sportsillustrated.cnn.com/2008/writers/the_bonus/01/17/majerus/index.html []
  7. Can Birand, Wayne Chism ve bir bagel. Knoxville kampüsünde neler konuşuldu? Chism’i Antalya’ya getiren şey aslında neydi? []
  8. Majerus oyuna duyduğu büyük tutkuya rağmen o kadar yeteneksiz ki, o dönem Marquette’in başında olan bir başka kült koç Al McGuire onun için ‘elime gelen en boktan oyuncu’ diyor. Bir keresinde henüz ilk yarıda kopmuş bir maçta oyuna girmek için koçuna yalvarır, McGuire’dan “Willie Wampum’ı (okul maskotu) oyuna sokarım ama seni oyuna sokmamı bekleme” cevabını alır. McGuire ilk senenin sonunda çareyi Majerus’ı öğrenci-asistan yapmakta bulur. Bir nevi Koçum Benim Cicoz ve ODTÜ Çetin vakası… []
  9. Gottlieb ile bir lokantaya giderler ve Majerus idmanı değerlendirmeye başlar: “Şimdi şöyle yapıyoruz. Baban senin yeni John Stockton olabileceğini düşünüyor. Ben öyle düşünmüyorum. Hatta onu bunu herkesin içinde söylememesi konusunda uyardım, ama neden böyle düşündüğünü anlayabiliyorum. Çünkü o senin baban, seni çok seviyor, bununla birlikte asla Stockton’ın yakınından bile geçemeyeceksin. Ancak dolduruşa gelmeden çalışırsan John Crotty’den iyi olabilirsin ve NBA’de uzunca bir süre tutunabilirsin. Çünkü saha görüşün gerçekten çok iyi. İki elinle de iyi pas veriyorsun, ki bu nadir görülen bir özelliktir, bunu hem yarı sahada hem de tam sahada iyi yapıyorsun. Şutuna biraz daha bombe vermek gerekiyor, şutu çıkardığın yerin her seferinde değişiyor olması da bir sorun. İhtiyacın olan, şutlarını bulacak ve sana sadece o şutları attıracak ve fazlasını isteyip de kusurlarının ortaya çıkmasına izin vermeyecek bir koç. Ufaksın ama güçlü ve atletiksin. Herkesi savunacak kadar sertsin, bu iyi bir şey. Seni Andre’nin yanında 2 numara olarak kullanabilirim, onun dinlendiği 7-8 dakikada da takım tamamen senindir.” Gottlieb bu rolü küçümser ve Oklahoma State’e transfer olur. Orada okul tarihinin en parlak guardlarından biri olacaktır. Fakat Majerus’ın uyarısını kulak arkası edip, kendisini bir süre daha Stockton’ın varisi olarak görmeye devam etmesi pahalıya mal olur. Profesyonel kariyerinde İsrail, Rusya ve Fransa’nın çeşitli şehirlerinde dolaşır, aradığını bulamayıp televizyon kariyeri için ülkesine geri döner. []
  10. Miller’ın kolej kariyeriyle ilgili güzel anekdotlar da içeren bir hayat hikayesi var ilgilenenler için Blazers Edge’de: http://www.blazersedge.com/2009/8/8/982350/the-journey-of-andre-miller-point []
  11. Kendi kelimeleriyle NBA onun için fabrikasyona uğramış müzikti ve o, grubun kendisiyle birlikte olmayı yeğliyordu. []
  12. Amour iyi film, isteyenle sabaha kadar tartışırım! []
  13. Adam adama savunmaya bağlılığıyla bilinen Majerus’ın bu strateji değişikliği Arizona’yı tam anlamıyla ters ayakta yakalayacaktı. Majerus o takımın yıldızı Mike Bibby’ye o kadar büyük bir hayranlık duyuyordu ki Miller’ı onurlandıracağı zamanlarda bile “Şu anda Bibby’den sonra kolej basketbolundaki en iyi oyun kurucu” diyordu. Bu çöp savunma yalnızca Bibby’nin 0/7 ile üçlük atmasına sebep olmuyor, aynı zamanda ülkenin en büyük yeteneklerinden Miles Simon ve Michael Dickerson’ı da durduruyordu. Şurada Majerus’ın isteğini yerine getirip, bu savunma adına bir sayfa açan bir deli de var: http://www.kbrews.com/majerus/tritwo.html []